Reyhane Cebbari 6 Kasım 1987’de Tahran’da doğdu, 25 Ekim 2014’te Tahran’a 40 km uzaklıktaki Karaj’da bir cezaevinde idam edildi. On gün daha yaşasa, 27 yaşına girecekti.
Ölümünden önce annesi Şule’ye bir ses kaydı bıraktı. Son kez gerçekliği haykırma hakkı yani “son mektup” hakkı bile olmadığından, cezaevi böyle bir mektuba izin vermeyeceğinden, gizlice kaydettirdi sesini. Böylece bu olağanüstü etkileyici ifadeleri bıraktı bizlere:
“Sevgili Şule, bugün Kısas ile yüzleşme sırasının bana geldiğini öğrendim. Hayat kitabının son sayfasına geldiğimi senin bana söylememene üzüldüm. Bilmem gerekmez miydi? Senin üzülmene sebep olduğum için ne kadar utandığımı biliyorsun. Neden senin ve babamın elini öpme fırsatını bana vermedin?”
Son görüşmede annesi Şule, idam vaktinin geldiğini Reyhane’ye söyleyememişti. Aslında o görüşe izin verilmesinin nedeni zaten infazın birkaç gün içinde gerçekleştirilecek olmasıydı. Ama Şule, annelikten değil sadece, böylesi bir haksızlığın, adaletsizliğin ve daha da önemlisi insanlıktan çıkışın olabileceğine, kızı öldürülene kadar inanamadı. İnanmak olmazdı kuşkusuz. O umudu taşımak lazımdı. Son ana kadar bekledi. Affedilebilirdi.
“Dünya 19 yıl yaşamama izin verdi. O uğursuz gecede ölmesi gereken bendim. Cesedim şehrin bir köşesine atılacaktı ve birkaç gün sonra polis cesedimi teşhis etmeniz için sizi adli tıbba götürecekti. Tecavüze uğradığımı da öğrenecektiniz. Onların servetine ve gücüne sahip olmadığımız için katil asla bulunamayacaktı. O zaman hayatınıza acı çekerek ve utanarak devam edecektiniz ve birkaç yıl sonra bu acıdan ölecektiniz ve hepsi bu kadar olacaktı.”
Reyhane 2007 yılında tamamen tesadüfen eski istihbaratçı Murteza Abdulali Serbendi ile tanıştı. Daha doğrusu, aynı kafede farklı masalarda otururlarken Serbendi, Reyhane’nin dekorasyon yaptığı ile ilgili bir telefon konuşmasını dinledi, Reyhane’ye ofisini dekore ettirmek istediğini söyledi. O zamanlar 19 yaşında olan Reyhane sevindi çünkü 50’sine merdiven dayamış, çoluk çocuk, iş güç sahibi olan “saygın” biri gibi göründü Serbendi ona. Hayata istediği işi yaparak atılmak herkese nasip olmaz, Reyhane’nin sevinçli olması normaldi kuşkusuz. Sonra anlaştılar, dekore edilecek ofisin adresini aldı, birkaç gün içinde o adreste buluştular. Daha daireye girerken tedirgin oldu Reyhane, girdiği yer ofise değil de kullanılmayan bir eve benziyordu. Biz kadınlara son derece tanıdık gelen bir tedirginlik, değil mi?
Sonrası malum… Serbendi Reyhane’ye tecavüz etmeye kalkıştı, Reyhane orada bulduğu bir bıçağı Serbendi’ye sapladı.
“Ancak o lanetli darbeyle hikâye değişti. Bedenim bir kenara atılmadı, Evin Hapishanesinin tek kişilik koğuşlarına, şimdi de Şehr-i Rey’in mezar gibi hapishanesine atıldı. Ama kadere boyun eğin ve şikayet etmeyin. Ölümün hayatın sonu olmadığını siz daha iyi biliyorsunuz.
İnsanın bu dünyaya bir deneyim kazanmak ve bir ders çıkarmak için geldiğini ve her doğumla birlikte omuzlarımıza bir sorumluluk yüklendiğini öğrettin bana. Bazen insanın mücadele etmesi gerektiğini öğrendim. Bana, arabacı adamın beni kırbaçlayan adamı protesto ettiğini, ancak kırbaççının kırbacı onun da kafasına ve yüzüne vurduğunu ve sonuçta ölümüne yol açtığını söylediğini hatırlıyorum. Bana ucunda ölüm varsa bile, bir değer yaratmak için sebat etmemiz gerektiğini söyledin.”
Reyhane sevgi dolu bir anneye ve “doğru” bir babaya doğmuştu. Küçükken çekilen videolarını izlemelisiniz. Evin içi bir “Neşeli Günler” filmi. Reyhane ve kardeşleri, anne baba, ailecek şakalar yapıyorlar, oyunlar oynuyorlar, gülüşüyorlar. Çocukları doğru yetiştirmeye kafa yoruyor Şule ve eşi. Sanki ümitli, neşeli ve ödünsüz doğru olmayı yöntem olarak seçmiş gibiler. Herkese nasip olmayacak bir bütünlük var ailede. Nasip olanlarda ise tevazu ile özgüvenin birlikte olabildiği o müthiş kişilik oluşuyor muhtemelen.
“Okula gittiğimiz zaman, kavgada ve anlaşmazlıklarda hanımefendi gibi davranmamız gerektiğini öğrettin. İyi davranışlarımızın altını ne kadar çizdiğini hatırlıyor musunuz? Ama bildiklerin yanlıştı. Bu olay yaşandığında, öğrettiklerin bana yardımcı olmadı. Mahkemeye çıkarıldıktan sonra beni soğukkanlı bir katil ve acımasız bir suçlu olarak gösterdiler. Hiç gözyaşı dökmedim. Yalvarmadım. Ağlamadım çünkü kanunlara güvendim.
Ama cürme karşı kayıtsız kalmakla suçlandım. Biliyorsun, bir sivrisineği bile öldürmedim, hamamböceklerini antenlerinden tutarak dışarı attım. Şimdi ise taammüden cinayet işlediğim iddia ediliyor. Hayvanlara korkusuzca yaklaşmam, erkeksi olduğum şeklinde yorumlandı. Hakim olay sırasında tırnaklarımın uzun ve cilalı olmasına bakma zahmetine bile girmedi.
Hakimlerden adalet bekleyen o adam ne kadar da iyimserdi! Ellerimin bir sporcunun, özellikle de bir boksörünki gibi kaba olmadığı gerçeğini hiç sorgulamadı. Ve sevgisini içime ektiğin bu ülke beni hiç istemedi ve savcının saldırganlığı karşısında ağlarken ve en kaba sözleri duyarken kimse benim tarafımda değildi. Saçlarımı kazıtarak kendimden son güzellik belirtisini de attığımda ödüllendirildim: 11 gün hücre cezası.”
Reyhane, olan bitenin anlaşılması değil de prosedürlerin az çok yerine getirilmesi amacıyla yapıldığı çok belli olan 2 yıllık bir “yargılama” sürecinden sonra, hiçbir maddi olguya başvurulmaksızın, tersine deliller değerlendirilmeksizin, taammüden cinayetten idama mahkum edildi. Genç bir kadının hiç tanımadığı eski istihbaratçı orta yaşlı bir adamı planlayarak öldürmesi kolaylıkla mümkünmüş gibi, herkesin kulaklarını tıkamaya, gözlerini kapamaya çalışarak bir yargılama süreci yürüttüler.
Her şey ortada aslında. Konu gayet net. Bir tarafta eski istibaratçı doktor, aile babası Serbendi, erkek, 47 yaşında. Diğer tarafta hayata atılmaya çalışan, heyecanlı, iyimserliği tercih eden Reyhane, kadın, 19 yaşında… İran’da 2000’lerin başında bu denklemde kimin payına hangi rol düşer sizce? Tabii ki kadın olan, genç olan, iyimser olan kaybeder. Ne işi vardır orada? Anlatsanız da, kanıtlasanız da, işi olmamalıdır. Bu durumda dünyadan umudu kesip ilahî adalete sığınmaktan başka çare bırakılmaz Reyhane’ye. Bu dünyada adalet erkeğin tarafındadır. Bu nüfuz alanında soru sormak yasaktır. Sorular rahatsız eder. Zaten sorsanız bile cevaplar yüzyıllar önceden hazırlanmıştır. Çekmeceden tek tek çıkarılır, kirli paslı demeden yerine yerleştirilir. Ortalık derli toplu bırakılmalıdır her zaman…
“Sevgili Şule, duydukların için ağlama. İlk tutuklandığımda, yaşlı bekar memurun tırnaklarım için beni incittiği ilk gün anladım ki bu çağda güzellik aranmıyor. Bakışların güzelliği, düşüncenin ve niyetin güzelliği, güzel bir el yazısı, güzel gözler ve hatta tatlı bir sesin güzelliği.
Sevgili anneciğim, benim bakış açım değişti ve bunun sorumlusu sen değilsin. Sonsuza dek konuşabilirim, bütün bunları birine anlatıyorum ki, yanımda sen yokken, senin haberin bile olmadan idam edildiğimde, bunlar sana kalsın. Size miras olarak, bir de, kendi el yazımla yazdıklarımı bırakıyorum.”
Reyhane Cebbari, iki yılı yargılamadan oluşan yedi yılın sonunda 25 Ekim 2014’te idam edildi. 2009’da idam hükmünün verilmesiyle birlikte, uluslararası kamuoyu, İran’dan ve dünyanın dört bir yanından kadın hakları aktivistleri büyük kampanyalarla adil yargılama talep ettiler. Ne kadar durulabilirse o kadar Reyhane’nin arkasında durmaya çalıştılar. Ama karşılarında sağır ve kör bir yönetim vardı.
Anlayacağınız, İran’ı, İran’ın birkaç bin yıl önceden kalmış gibi görünen erkek yargısını kimse durduramadı. Bir umut var mıydı peki? Yok gibi bir şeydi aslında. Onca davada, uydurulmuş onca suçta hiç kimse için bir umut yoktu. Ama sonuna kadar umut etmek de bir borç tabii.
Annesi Şule de son ana kadar umut ediyor. Cinayet davalarında öldürülen kişinin yakınlarının af yetkisi olduğu için, Serbendi’nin ailesine ilkin vicdan çağrısı yapıyor, sonra yalvarıyor. Ancak aile, affı düşünmek için önce Reyhane’nin planlayarak cinayet işleme suçunu kabul etmesini ve nedamet getirmesini istiyor. Böylece, tecavüz girişimi suçlamasını bir kenara koyabileceklerini düşünüyorlar. Reyhane kabul etmiyor af dilemeyi. Af dilese de idamın gerçekleşeceğine inanıyor belki de. Ama Şule, son ana kadar Serbendi’nin ailesine yalvarmaya devam ediyor.
Biz Reyhane’nin yaşarken duyulmayan sözlerine kulak vermeye devam edelim.
“Ancak, ölümümden önce sizden bir şey istiyorum, bana tüm gücünüzle ve elinizden gelen her şekilde yardım etmelisiniz. Aslında bu dünyadan, bu ülkeden ve sizden istediğim tek şey bu. Bunun için zamanın önemli olduğunu biliyorum. Bu nedenle vasiyetimin bir kısmını size daha erken söylüyorum. Lütfen ağlama ve dinle. Mahkemeye gitmeni ve bu isteğimi onlara söylemeni istiyorum. Cezaevinin içinden cezaevi müdürünün onaylayacağı böyle bir mektup yazamam; bu yüzden bir kez daha benim yüzümden acı çekmek zorundasın. Beni idam edilmekten kurtarmak için yalvarmamanı defalarca söylememe rağmen yalvarsan bile, üzülmeyeceğim tek şey bu.
Canımdan çok sevdiğim annem, sevgili Şule, toprağın altında çürümek istemiyorum. Gözümün ya da genç kalbimin toprağa dönüşmesini istemiyorum. Ölür ölmez, kalbimin, böbreğimin, gözümün, kemiklerimin ve nakledilebilecek her şeyin bedenimden alınıp ihtiyacı olanlara hediye edilmesi için yalvarıyorum. Alıcı kişinin adımı bilmesini, bana bir demet çiçek almasını ya da benim için dua etmesini bile istemiyorum. Size tüm kalbimle söylüyorum ki, bir mezarımın olmasını, gelip orada yas tutmanızı ve acı çekmenizi de istemiyorum. Benim için siyahlar giymenizi istemiyorum. Zor günlerimi unutmak için elinden geleni her şeyi yap. Benimle ilgili her şeyi alıp götürmesi için rüzgara savur.
Dünya bizi sevmedi. Benim hayat çizgimi beğenmedi. Ve şimdi ben de buna boyun eğiyorum ve ölümü kucaklıyorum. Çünkü beni yargılayanları Allah’ın huzurunda suçlayacağım, memur Shamlou’yu suçlayacağım, beni döven ve taciz etmekten kaçınmayan ülkenin Yüksek Mahkeme hakimlerini suçlayacağım. Yaradanın mahkemesinde Dr. Farvandi’yi, Qassem Shabani’yi ve cehaletlerinden ya da kasıtlı yalanlarıyla bana haksızlık eden, haklarımı çiğneyen ve bazen gerçek gibi görünenin hiç de gerçek olmayabileceğine kulak asmayan herkesi suçlayacağım.
Sevgili yufka yürekli Şule, öteki dünyada senle ben suçlayacağız, suçlananlar ise başkaları olacak. Bakalım Allah ne takdir edecek? Ölene kadar sana sarılmak istiyorum. Seni seviyorum.”
Bu yürek yakıcı hayat hikayesini birkaç hafta önce Ankara’da Uçan Süpürge Film Festivali’nde “Tahran’da Yedi Kış” (Steffi Niederzoll, 2023) adlı belgesel filmde, gerçek çekimlerle ve ses kayıtlarıyla öğrendim. Reyhane’nin sesinden bunları dinlerken, sinemada neredeyse tamamı kadın izleyicilerle hep birlikte ağladık.
Geçen hafta 63 yaşında ölen İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi de “İslam Devrimi”nden sonra yargıya katılanlardan biri. 25 yaşındayken Tahran’da savcı yardımcısı olmuş, 1988’de kurulan “ölüm komitesi” mahkemelerindeki dört yargıçtan biri. Binlerce kişinin idamında rolü olduğu biliniyor. 1990-1995 yılları arasında Tahran’da başsavcılık yapmış. Birkaç yıllık ara dışında Cumhurbaşkanı olana dek yargının başındaki isimlerden biri. Reyhane’nin idam kararında da oralardaydı tabii. Mahsa Amini öldürülürken de, kamuya mal olmuş ya da olmamış diğer çok sayıda infaz sırasında da. Reisi, İran’ın her gruptan muhalif için ama en başta kadınlar açısından yeryüzü cehennemine dönüşmesini sağlayan en etkili isimlerden biriydi.
Reisi’nin ölümünün ardından 21 yaşındaki Tahranlı öğrenci Leyla üzülmediğini çünkü Reisi’nin başörtüsü için kadınlara baskı yapılması emrini verdiğini söylüyor. Sonrasında da ekliyor: “Ama aslında üzgünüm, çünkü Reisi ölse de rejim değişmeyecek.”
Rejimin yeni Reisi’ler bulmakta hiç zorlanmayacağı çok açık. Umudumuz yine güzel gülüşlü Reyhane’nin, Reisi ve benzerlerinin adil olarak yargılandığını ve cezalandırıldığını izlediği bir cennet tasavvuruna kalıyor.