İzlemek için:
Başarısızlığın nedenleri ile duygusal ve düşünsel miras, tam aynı şey değil. “Yenildik, demek yanılmışız, yanlış teoriymiş, öyleyse vazgeçtim.” Bu kadar basit değil mesele. Çoğu zaman böyle yaşanmadı, yaşanmıyor. İnsanlar bu kadar rasyonel olamıyor.
Çünkü 1848’den, Komünist Manifesto’dan bu yana nesiller sosyalizm dâvâsına gönül vermiş. Yüzbinlerce, milyonlarca insan. Kimliğini, aidiyetini, hayatın anlamını burada bulmuş. Parti bütün dünyaları olmuş. Dinin, Kilisenin, cemaatin yerine geçmiş. (Türkiye’de herhalde en çok Maoculuk, dışa kapalı, aşırı püriten havalarda bir meczuplar tarikatı görünümüne bürünmüş.) Etraflarını bütün bir mağduriyet âlemi ve atmosferi sarmış. Paris Komünü ayaklanması bastırılırken, 21 Mayıs 1871’de başlayan Kanlı Hafta’da (La semaine sanglante) 10-15,000, belki 20,000 kadarı katledilmiş. Sibirya’ya sürülmüşler. İç Savaşta Beyazlarca kurşuna dizilmişler. Faşizm gelmiş; Mussolini’nin hapishanelerine tıkılmış, Nazilerce gaz odalarına gönderilmişler. Çin’de, Çan Kay-şek döneminde Şanghay sokaklarında diz çökertilip kılıçla kafaları kesilmiş. Asit havuzlarına atılmışlar. İkinci Dünya Savaşının Fransız, Sovyet, Yunan, Yugoslav direniş hareketlerinde, gene Gestapo’dan ve SS’lerden görmedikleri işkence kalmamış.
Türkiye’de, Mustafa Suphi ve arkadaşları 28 Ocak 1921’de Karadeniz’de, Sabahattin Ali 2 Nisan 1948’de Trakya’da katledilmiş. 1927’den bu yana TKP tutuklamaları birbirini izlemiş. Nâzım Hikmet 1938’de düzmece suçlamalardan üstelik iki kere yargılanarak toplam 28 yıl 4 ay hapse mahkûm edilmiş. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askerî rejimlerinde zulüm doruğa çıkmış. Kontrgerilla merkezlerinde işkence (falaka, elektrik) almış yürümüş. Binlerce genç bu tezgâhtan geçmiş. Çoğu kâh cismen, kâh zihnen sakat kalmış.
Hoş, 20. yüzyılda komünistler de iktidara geldiğinde karşı-devrimcilere, anti-parti unsurlara, Sovyet düşmanlarına, burjuvalara, kapitalist yolculara, emperyalizmin işbirlikçilerine, yabancı istihbarat servislerinin ajanlarına… aynı şeyleri yapmaktan geri durmamış. Fakat şimdi burada, bu aşamada, uğrattıkları değil uğradıkları zulümden söz ediyorum. Çünkü meselem, bütün bunlara nasıl katlandıkları. Dâvalarının haklılığına, tarihin yönüne, nihaî zaferin kaçınılmazlığına inanç, tâyin edici olmuş. Dayanmalarını, nice tecritlerde Büyük İnsanlığı yanlarında hissetmelerini sağlamış.
Fakat gün gelmiş, bu da kalmamış. Çünkü Sovyetler Birliği kalmamış. Giderken, Marksist teorinin ve öngörünün doğruluğuyla birlikte, sosyalizmin geri dönüşsüzlüğünü de götürmüş (hep düşünürüm; babam iyi ki görmedi bunu). Yorgan gitmiş, kavga bitmiş. Bilinen hikâyedir: 1918 sonrasında, St Germain ve Trianon antlaşmalarıyla Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağıldığı ve Adriyatik kıyısı topraklarını yitirdiğinde, Viyana ve Budapeşte kafelerinin işsiz (çünkü gemisiz, donanmasız, karaya vurmuş) amirallerden geçilmez olduğu. Birçok eski solcu benzer bir boşluğa düştü 1989-90’da. Bu trajedi sanırım Marksizme özgüdür. Sosyalizm, sosyalizm olarak sürdürülebilirlikten çıktı. Bildiğim başka hiçbir modern ideolojik akım, bu çapta bir manevî yıkım yaşamadı.
Ama toplumda hiçbir şey yoktan varolmadığı gibi, ansızın sıfıra da irca olmaz. Geriye mutlaka izler, harabeler, kalıntılar, arkeolojik sitler (veya muadilleri) kalır. Burada zihinsel bir sit alanından bahsediyoruz, bir bakıma. Toplumsal alışkanlıkları küçümsediğini söylediğim Marksizmin, 150-170 küsur yıl boyunca kendi alışkanlıklar dünyası oluştu. Bunlar günümüz solcularının, kendilerini şu veya bu şekilde solcu saymayı sürdüren insanların davranışlarında, dünyaya ve topluma bakışlarında, siyasî refleks ve reaksiyonlarında hâlâ yaşıyor.
Terazinin olumlu (tabii bana göre olumlu) kefesinde, bir kere halkçılık var: aşağıdancılık; ezilenlerden, yoksullardan, emekten ve emekçilerden yana olmak. Gerçi, kültürel-duygusal olmaktan çok ilkesel bir halkçılık, çünkü pratikte konjonktüre bağlı: çoğunluksak ne âlâ, ama azınlıksak ve öyle kalacaksak, zira hızla azalıyorsak, tam tersine, yani elitizme de dönüşebiliyor. Gene de, güçlü bir adalet ve hakkaniyet hissiyatı kuvvetle mevcut. Aydınlanma kadar gerilere giden, rasyonalist, akıl ve mantığa dayalı bir damar bu. Aynı şey, demokratlık için de söz konusu. İster Marksist, ister Kemalist, ister hibrid; solcular bir yönüyle kuvvetle demokrat, fakat teorik demokrat ve dolayısıyla kendilerine demokrat, muhalefette demokrat;yoksa davranışsal demokrat değil, o yüzden de bilhassa iktidarda demokrat olmuyor, olamıyorlar. Gene de şüphecilikleri çok önemli. Tabii Kemalistlerden çok Marksist solcular, Marksizm kökeninden gelenler, devlete, iktidara, ideolojiye hep şüpheyle bakıyorlar. Burada Marksizmin tarihsel realizmi, toplumsal olayların üzerindeki ideoloji örtüsünü çekip almış olması, büyük bir katkı (tarihsel materyalizm yerine, çoktandır tarihsel realizm demeyi tercih ediyorum). Aydınlanmanın kutsalsızlaşma-kutsalsızlaştırma mirasını kuvvetle sürdürüyor. Gerçi sonra, 20. yüzyılda kendi kutsalları, âyinleri, kişiye tapma kültleri türeyecek. Anormal siyasette, Tek Yol Devrim’de ne kadar ısrar ederse, zıddında karşı-devrim, restorasyon ve geri dönüş korkusunu o kadar içselleştirecek; diktatörcülükle ritüalizmi o kadar tırmandıracak. Ama unutmayalım, kendi zamanında Marksizm bütün kutsallıkları çözen, deşifre eden bir teori. Bu, muhalif kaldığı sürece, muhalefet haleti ruhiyesiyle, hiçbir kutsallık dayatmasını kabullenmeyen, her şeye meydan okuyabilen bir itirazcılık ve tartışmacılık (geleneği) anlamına geliyor.
Yeri gelmişken söyleyeyim. Türkiye’de, 1960’lar ve 70’lerde bütün bir genç kuşak dünyaya gözünü Marksizmle açtı. Tarih, ekonomi, felsefe, siyaset… hemen sadece Marksizmden, Marksizmi de Marksist klasiklerin kendilerinden değil, daha çok Fransa’da (Politzer) veya Sovyetlerde (Zubritski, Kerov, Mitropolski) yazılıp basılmış elkitaplarından öğrendiler. Marksizm öncesi, Marksist olmayan, ya da Marksizm karşıtı düşünürleri hemen hiç okumadılar. Marksizmi, insanlığın bütünsel düşünce serüveni içindeki yeriyle kavramadılar. Bu sığlık çok şeye yansıdı.
Terazinin olumsuz kefesine geçeyim; bundan önceki (14a) videosu ile (14) ve (14b) giriş yazılarımda sıraladığım hemen her şey, zihinsel pürüz ve çıkıntılar biçiminde, burada yer alıyor. Türkiye solu için özel bir parantez açmalıyım. Erich Maria Remarque, hem Birinci Dünya Savaşının (Garp Cephesine Yeni Bir Şey Yok), hem iki savaş arasının büyük romancısıdır (Zafer Tâkı, İnsanları Seveceksin, Üç Arkadaş). 17-18 yaşlarında liseden orduya yazılıp yıllarını siperlerde geçiren Alman gençlerinin, her nasılsa hayatta kalıp cepheden eve döndüklerinde, bomboştur hayatları. Bütün bildikleri ölmek ve öldürmektir; sivilliğe, normal yaşama adapte olamazlar (esasen bu işsizliğe, bu umutsuzluğa ve bu şiddet alışkanlığına Hitler SA’larında, Nazi “hücum taburları”nda bir gelecek sunacaktır). Belki dünyadaki sosyalist ve komünist partilerden de fazla, Türkiye’de 60’ların ve 70’lerin sol örgütlerinin benzer bir boşluğa düştüğünü düşünüyorum yolun sonunda. Eylem bitince, eylemlilik bitince, eylemci hayat bitince, Tek Yol Devrim’in kendisi gitti, sureti kaldı: Sistemik sektarizm. Monistlik (tekçilik) ve mutlakçılık. Çatışmacılık; devrimcilikten kolayca darbeciliğe kayabilen bir devirmecilik. (Az önce değindiğim gibi) küçüldükçe azalan halkçılık ve artan elitizm. Normal siyasette zaaf. İttifaklar karşısında tereddüt, komplo teorilerine yatkınlık (acaba şimdi nasıl kazıklanıyoruz, kazıklanacağız). Dolayısıyla hep, şu veya bu Red Cephesi. Yetmezcilik. Yetmez, dolayısıyla hayır. Siyasetin, hattâ hayatın kendisinin Yetmez Ama Evet’lerle ilerlediğini anlayamamak.
Hepsinin önünde, arkasında, sağında, solunda: bilimselliğin bilimcilik türevi. Buradan, (elitizmle elele) din korkusu (hele, Reformasyon benzeri bir tecrübenin yaşanmadığı, dinin siyasî iddiasının sürdüğü İslâmî bir toplumda). Gene buradan, kibir. Hep haklılık; dünyanın, kâinatın sırrı bizde, yenilmiş olsak da. Mağduriyet ve haklılık. Nostalji ve haklılık.
Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı. Yaşlı kuşakların eski paradigmadan vazgeçmesi zordur. Yeni paradigma, gençleri kazanırsa kazanır.