İZLEMEK İÇİN:
“İyi mi kötü mü (ve kimin için)” meselesinde olduğu gibi burada da, birkaç kademeden söz edebiliriz. Kamuoyunda, basında ve popüler kültürde güncelin sığlığı, yüzeyselliği hâkimdi. Genel bir açıklama değil, tek tek açıklamalar (özürler) öne çıkıyordu. Politikacılar her bir emperyalist eylem için ayrı ayrı haklılık sebepleri gösteriyordu. Milliyetçilik henüz Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının korkunç kandökümleriyle aşınmamış, yıpranmamıştı. Sorgulanmıyordu. Çok güçlü bir kitle seferberlik ideolojisiydi (mass mobilization ideology). Milliyetçilikle birlikte ırkçılık ve Avrupa-merkeziyetçilik de “doğal” kabul ediliyordu. Bu çerçevede, uluslararası siyaset Büyük Devletler arasında bir tür yarıştı. Milli çıkar ve milli gurur ön plandaydı. Victoria dönemi (1837-1901) İngiliz İmparatorluğu’nun doruğuydu. Rudyard Kipling, Kraliçe Victoria’nın Elmas Jübilesi (tahta çıkışının 60. Yıldönümü) için yazdığı Recessional (İlâhî) şiirinde ihtişamlı, büyüleyici bir Tevrat dili kullanırken, zamanın Alman İmparatorluğu’nu da “lesser breeds without the law” (hukuk nedir bilmeyen aşağılık kavimler) sözcükleriyle küçümsüyordu. İster rejiminiz (metropol ülkedeki anayasal monarşiniz veya hukuk devletiniz), ister sömürgelerinizin yüzölçümü, ister hammadde kaynaklarınız, ister zırhlılarınız, donanmanız, ister medeniyet götürdüğünüz ilkellerinizle böbürlenip “biz onlardan (hem rakiplerimizden, hem hükmettiklerimizden) üstünüz” diyebilmeniz yetiyordu.
Daha derin nedenler arayanlar ise, tahmin edilebileceği gibi daha çok muhalifler arasından — emperyalizmin eleştirmenleri ve karşıtları arasından çıkıyordu. Olan biteni doğal ve normal karşılamak yerine kötü ve yanlış gören, onlardı. Keza, giderek artan ölçüde Marksizmden beslenen bir bütüncüllük ve dünya tarihi vizyonu olan da onlardı. Çağın temel ve evrensel gerçeği kapitalizmdi, sanayi kapitalizmiydi, kapitalizmin dünya çapında yayılması ve her şeye hükmetmesi, yön vermesiydi. Hukuk, kültür, sanat, edebiyat, siyaset… hepsi şu veya bu şekilde kapitalist ekonomi tarafından belirleniyordu. Zaten bu kavrayış sosyo-ekonomik tarihçiliğin yükselişine yansıyor; Marx’ın “ekonomik temel ve üstyapılar” modeli de bu gerçekliğe daha spesifik bir teorik şekil veriyordu. Bu bağlamda, emperyalizmi dert edinenler de olayı genellikle kapitalizme bağlamak eğilimindeydi. Esasen medyada, siyasî-askerî düzlemde yazılanlar ile ekonomik düzlemde yazılanların içiçeliği herkesin gözü önündeydi. Kâh şu kâh bu yeni sömürgenin İngiliz veya Fransız imparatorluklarına katılması haberleri ile ucuz işgücü, hammadde kaynakları, yeni pazarlar, hisse senetleri, temettüat ve borsa hareketlerine ilişkin haberler, çoğu zaman aynı sayfalarda, yanyana yer alıyordu. Bu yaygın algı, anti-emperyalist yorumcuların da çıkış noktası ve ortak paydasıydı. Ancak bir adım ötede, kapitalizmin emperyalizmi nasıl, ne kadar ve ne ölçüde belirlediği; bunun görece yumuşak mı, çok sert ve katı bir determinasyon mu olduğu; başka bir deyişle, modern emperyalizmin gelişmiş kapitalist ülkeler açısından vazgeçilebilir bir politika tercihi mi, yoksa zorunlu ve kaçınılmaz mı olduğu; kapitalizmin emperyalizmsiz (veya kolonyalizmsiz, sömürgeciliksiz) yapıp yapamayacağı… çeşitli ayrılık noktalarını teşkil ediyordu.
Bu da bizi Hobson ile Lenin arasındaki tartışmaya; daha doğrusu, Lenin’in Hobson eleştirisinden geçerek Kautsky’ye karşı kendi teorisini oluşturmasına ve burada düştüğü katı determinizm hatâsına getiriyor. J. A. (John) Hobson’a, geçen sefer de değinmiştim. Emperyalizmin iyi mi kötü mü olduğu sorusuna, metropol ülkeler (yani İngiltere) açısından bile olumsuz yanıt verebiliyordu. 1902’de basılan Imperialism: A Study (Emperyalizm: Bir İnceleme) kitabı, alanında ilk sayılır. Lenin, on beş yıl sonra (1916’da) yazıp (1917 ortalarında) yayınladığı kendi Imperialism, the Highest Stage of Capitalism (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm) çalışmasında, Hobson’u çok eleştirdi, devrimci değil reformcu bir anti-emperyalist diye. Ama bir, aslında Hobson’a çok şey borçluydu; iki, temel tahlil konusunda, uzun vâdede tarihin yargısı Lenin’in katı determinizmine kıyasla Hobson’un (ve Kautsky’nin) vazgeçilebilirlik (çünkü kapitalizm emperyalizmsiz de yapabilir) görüşü lehinde oldu.
Evet, Hobson ihtilâlci değildi. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında, klasik Marksizmin Komünizme değil Demokratik Sosyalizme (veya Sosyal Demokrasiye) giden mecrasında yer alıyordu. Bu ölçüler içinde, kapitalizm eleştirisi ile emperyalizm eleştirisini birleştirmeyi ilk o başardı. Modern emperyalizmin “millî gurur”dan değil kapitalizmden kaynaklandığını savundu. Bu tezin öncülerinden oldu. Marksist emek-değer ve artı-değer teorisine göre, işçi sınıfına (işgücünün değeri karşılığı) ödenen ücretler, o işgücünün yarattığı toplam değerin hayli altında kalır. Dolayısıyla kapitalizm kronik bir talep yetersizliği ile malûldür. 1936’da Keynes (Marx’ın yapmadığını yapıp) analize devleti soktu; sonrasında bütün Keynesçi makro-iktisat geleneği, çareyi para politikasından (monetary policy) çok malî politikada (fiscal policy) ve özellikle kamu harcamalarında aradı. Bunun henüz çok uzaklarda olduğu 1898-1902 yıllarında ise Hobson, bir eksik-tüketim (underconsumption) veya aşırı-tasarruf (oversaving) vurgusunu emperyalizmi açıklamaya kanalize etti. Öncelikle ahlâken, tekellerden, büyük parababalarından, gizli anlaşmalardan ve hamaset nutuklarından nefret ediyordu Hobson. Bu tepkisini, bilimperest olmaksızın bilimsel bir analizle birleştirmeyi başardı. Bir ekonomik örgütlenme ve faaliyet biçim olarak emperyalizm, gereksiz ve ahlâksızdı. Kapitalist toplumda zenginliğin eşitsiz dağılımının sonucuydu. Sermaye sahipleri, işçilerden karşılaştırılamayacak derecede fazla kazanıyordu. Bütün gelirlerini fabrikalarına yatıracak olsalar, ortaya toplam talebin çok üzerinde bir üretim kapasitesi çıkar ve arz fazlası, metropol ülkede kâr oranının düşmesine yol açardı. (Bu nokta, Hobson’un, Marx’ın Kapital’de “ortalama kâr oranının düşmesi eğilimi” hakkında yazdıklarının farkında olduğunu, ya da belki kendisinin de bir şekilde aynı fikre vardığını düşündürüyor.) Sermaye bu yüzden, ulusal pazarlarda mümkün olandan daha yüksek kâr oranları peşinde dış pazarlara, yabancı ülkelere akıyordu (akmaya çalışıyordu). Bu da, söz konusu yatırımların güvenceye alınması uğruna siyasî-askerî ilhakçılığı, sömürgeciliği beraberinde getiriyordu.
Günümüzde emperyalizm teorisi deyince, solcular daha çok Lenin’i tanıyor. Hattâ neredeyse sadece Lenin’i tanıyor. Oysa Hobson 20. yüzyıl başlarında çok etkili oldu, anti-emperyalizm cereyanı üzerinde. Sadece Marksistlere değil, liberallere de çekici geldi. Sömürgecilik karşıtlığına anlaşılabilir direniş malzemeleri taşıdı. Çünkü emperyalizm ve emperyalistler karşısında düzen için bir alternatif, somut bir yapılabilirlik sunuyordu. Buna karşılık Lenin liberalleri değil, daha çok (tabii büyüyen) bir radikalizm potansiyelini kucakladı. Çünkü argümanının arkaplanı ve gövdesi (emperyalizmin son tahlilde kapitalizmden kaynaklandığı tesbiti) itibariyle Hobson’la uyum içinde giderken, bir noktada bu ana tahlilden ayrılıp, ultra-radikal bir “ya hep, ya hiç” mecrasına girdi. Emperyalizme son vermenin, kapitalizmi devrimle yıkmaktan başka yolu yoktur noktasına gitti. 1916-1917’deki çalışmasının başlığındaki ifadeye dönersek, ilk bakışta emperyalizmi “kapitalizmin en yüksek aşaması”yla açıklıyor gibiydi. 19. yüzyılın serbest rekabetçi kapitalizmi artık geride kalmıştı. Doğrudan doğruya kapitalizmin iç dinamikleri (sermayenin yoğunlaşması ve merkezîleşmesi eğilimleri), büyüklerin de hızlı büyümesi ve aynı zamanda küçükleri yutması yoluyla, serbest rekabetin zıddını: tekelci kapitalizmi doğurmuştu. (Bu konuda asıl öncü çalışmanın, Rudolf Hilferding’in 1910’da Viyana’da yayınlanan Das Finanzkapital’i (Malî Sermaye) olduğunu belirtmeliyiz.) İç piyasada birkaç büyük banka, tröst, kartel ve holdingin hâkimiyeti, uluslararası planda mal ihracı yerine sermaye ihracının öne çıkmasıyla elele gidiyordu. Fakat bu dış yatırımların ciddî bir güvenlik ve güvence sorunu vardı: hem yerlilere, hem rakip emperyalistlere karşı. Faraza Alman subayların komutasındaki yerli askari veya Schutztruppe birliklerinin Deutsch-Ostafrika’dan (Alman Doğu Afrikası’ndan) gelip Kenya’daki İngiliz yatırımlarına el koyması nasıl önlenebilirdi? Tek çaresi vardı bunun: tam tekel, yani sömürgeleştirme. Nasıl Alman Doğu Afrikası tamamen Almanya’nınsa, Kenya da tamamen Britanya’nın olmalıydı ki, Kenya’yı (da) ele geçirme girişimi çok büyük bir caydırıcıyla karşılaşsın: kolay kolay göze alınamayacak bir riski, (Deutsch-Ostafrika’nın başkenti) Bagamoyo’nun veya Darüsselâm’ın (Kenya’nın başkenti) Nairobi ile değil, Berlin’in Londra ile savaşmasını gerektirsin.
Başka bir deyişle, ekonomide tekelci kapitalizm, uluslararası alanda askerî-siyasî tekelciliği beraberinde getirmekteydi. Lenin’in Emperyalizm’inin (1917) bu kadarı, Hobson’dan da (1902), Hilferding’den de (1910) çok farklı değildi. Hattâ neredeyse onların bir özeti gibiydi. Ne ki Lenin, fazladan çok kritik bir adım daha attı, kitabının VII. bölümünde. “Kapitalizmin Özel Bir Aşaması Olarak Emperyalizm” başlığı altında, “emperyalizm kapitalizmin tekelci aşamasıdır” dedi. Tekrar edeyim: emperyalizm kapitalizmin tekelci aşamasının sonucudur demedi. Öyle deseydi, bu bir sebep-sonuç açıklamasının sınırları içinde kalırdı. Siyasî-askerî bir olguyu, ekonomiye izafe etmiş olurdu.
Ama hayır; Lenin iki ayrı kerteyi doğrudan ve kestirmeden çakıştırıp, emperyalizm kapitalizmin tekelci aşamasıdır(veya, tekelci kapitalizmdir) dedi. Bir açıklamadan, bir özdeşliğe gitti. Tam anlamıyla ekonomizm yaptı; siyaseti ekonomiye indirgedi. Bunun çok derin sonuçları oldu. Bizzat Kautsky’nin, daha 1914-1915’teki tartışmalarında farkettiği (ve farkettiğini, Lenin’in de kaydettiği) gibi, (1) bu bir totolojiydi. Lenin, kapitalizmin varolan bütün kurumlarına, süreçlerine ve pratiklerine emperyalizm diyordu. (2) Artık spesifik değil jenerik bir emperyalizm söz konusuydu. Emperyalist eylemleri tek tek teşhis etmeye gerek yoktu; zaten her şey tekelci kapitalizm, dolayısıyla emperyalizmdi. (3) Dolayısıyla tabii emperyalizmden (emperyalist pratik ve politikalardan) vazgeçilemezdi. Çünkü emperyalizm (şu veya bu eylem ya da politika değil) bizatihi kapitalizmin varlık haliydi. (4) Bu bağlamda, sömürgesiz bir kapitalizm de mümkün değildi.
(5) Her şey dönüp dolaşıp “tek yol devrim”e çıkıyordu. Spesifik emperyalist pratiklere karşı, spesifik anti-emperyalizmlerin de bir anlamı kalmamıştı. Anti-kapitalist olmayan bir anti-emperyalizm, ilkesel planda olanaksızdı. Gerçek anti-emperyalist mücadele, ancak (tekelci) kapitalizmi işçi devrimiyle yıkmak olabilirdi.
Bunların ne kadar yanlış olduğunu, bugün daha iyi görebiliyoruz. Önümüzdeki bölümlerde ayrıntılarına gireceğim. Ama öyleyse Lenin’in emperyalizm ve anti-emperyalizm teorisi neden o kadar etkili olabildi zamanında? İkinci değil üçüncü soruya verdiği cevap haklı çıktığı için. Leninizm doğru değil ama başarılı olduğu için. Devrim yaptığı için. Emperyalizm teorisi de Sovyetlerin ve uluslararası komünist hareketin resmî ideolojisinin bir parçası haline geldiği için.