“Eğitimin amacı ne? Eğitim bilgi değil arkadaşlar. Bilgi üniversitede oluyor. Bilgi meslekte oluyor. Eğitimin amacı, bir Allah korkusu, iki kuldan utanma…”
İşte her türlü eleştiri girişimini saçma kılacak muhteşem bir ‘tez…’ Ben şahsen kendimi böyle bir saçmalığa maruz bırakmam ve bilginin eğitimin mütemmim cüzü olduğunu ‘ispatlama’ çabası içine girmem! Meğerki Hulusi bey mesela sağlık sisteminin insanların hastalıklarıyla hiçbir ilgisinin bulunmadığı ‘tez’ini savunulabilir bulsun ve savunsun.
Birbiriyle çelişen, hatta bazen birbirinin tamamen zıddı iki kavramın bir arada kullanılmasıyla oluşturulmuş ifadelere oksimoron deniyor. İnternette bol bol oksimoron örnekleri bulabilirsiniz. Benim karşılaştıklarım arasında en ilginci, şimdi hâlâ öyle mi bilmiyorum, ehliyet için müracaat ettiğinizde elinize tutuşturulan “yapılacaklar” listesindeki şu ibare oldu: ”Ehliyet işlemleriniz için Türk Polis Teşkilatı Güçlendirme Vakfı’na bağış yapılması zorunludur…”
İzaha gerek yok herhalde: ‘Bağış’ ancak gönüllülük temelinde yapılınca ona atfedilen anlamı taşıyabilir, fakat bir bağışın aynı zamanda ‘zorunlu’ olması tam bir oksimorondur.
Peki, oksimoronun tersine, birbirinden ayrılması imkânsız iki kavramın birbiriyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını öne süren ifadeleri hangi kavramla karşılayacağız? “Bilgisiz eğitim” tezinin sahibinin adından istifadeyle naçizane ‘hakar’ kavramını öneriyor, anlaşılsın diye de cümle içinde kullanıyorum:
“’Zorunlu bağış’ bir oksimoron, ‘bilgisiz eğitim’ bir hakardır…”
İşin şakası bir yana, durum ciddi. Çünkü ‘tez’in sahibi Türkiye’de genelkurmay başkanlığı ve milli savunma bakanlığı yapmış biri ve yarın karşımıza pekâlâ milli eğitim bakanı olarak da çıkabilir.
Bu noktada şöyle bir itiraz öne sürülebilir: “E, zaten Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin eğitime bakışı Hulusi Akar Eğitim Sistemi’nin önerdiğinden çok mu farklı?” Bu itiraz sahiplerinin ancak kısmen haklı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Hulusi Akar Eğitim Sistemi, öneri sahibinin koyduğu ölçüyle söylüyorum, “4-12 yaş arasındaki sekiz yıl” için ‘bilgi’yi tümden sistemden dışlıyor. Oysa mevcut sistem ‘bilgi’yi tümden dışlamıyor, sadece ‘Allah korkusu’nu öğretmeyi ‘bilgi’den daha önemli sayan bir bakışa sahip ve 20 yıl boyunca da bu amacını kuvveden fiile çıkartabilmek için bitmek tükenmek bilmeyen atılımlarda bulundu.
Peki bu atılımlar nasıl bir sonuç doğurdu?
Bu sorunun cevabına geleceğiz. Fakat ondan önce, nasıl bir sonuç doğuracağını görmemize yardımcı olacak iki hayat-ı hakikiye sahnesini hatırlatmak istiyorum; biri 30 yıl öbürü 10 yıl öncesinden…
12 Eylül’cülerin günde 5 vakit Atatürk propagandası Atatürk imajına ne yapmıştı?
12 Eylül 1980 darbesinin ardından darbe rejimi kendisini Atatürk üzerinden meşrulaştırabilmek için öyle yoğun bir Atatürkçülük propagandasına girişti ki, şimdi inanmak size zor gelebilir, rejim gevşemeye başladıktan sonra anlaşıldı ki bu abartı herkesi Atatürk’ten de Atatürkçülükten de soğutmuştu.
1990’lar boyunca ortalık bu açıdan sütlimandı. Merkez medya bile 10 Kasım’ları tek sütunluk haberlerle geçiyordu…
Atatürk’ü kurtaran, 1990’lardan sonra “laiklik hassasiyeti” üzerinden iktidar kotarmaca stratejisi oldu. Böylece Atatürk ve Atatürkçülük yeniden bir ‘litemotif’ haline gelmeye başladı. O kadar ki, 1990’ların başında üniversitelerde yeniden Atatürk ve Atatürkçülük panelleri düzenlenmeye başlayınca, biz Aktüel‘de (o zamanlar Aktüel‘in yazı işleri müdürüydüm) bu yeni gelişmeye göndermede bulunan bir haber bile yayımladık: “Atam, inanmayacaksın ama…”
Halk neden kırmızı-beyazı değil de turkuazı seçmişti?
Abartılı tekrarların insan ve insan psikolojisi üzerindeki etkilerini mükemmel bir biçimde gösteren bir başka örneği 2013’te yaşadık… 2013 Ekim’inde gazetelerde yer alan bir habere göre, hızlı tren rengi için yapılan halk anketinde beklendiği gibi kırmızı-beyaz değil, turkuaz seçilmişti. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım sonucu açıklarken, topluma sunulan seçenekler arasında yer alan kırmızı-beyazın birinci geleceğini düşündüklerini fakat halkın büyük bir yüzdeyle trenin renginin turkuaz olmasını istediğini duyurmuştu.
Etyen Mahçupyan o günlerde bu konuyu ele aldığı bir yazısında sonucu şöyle yorumlamıştı:
“Nedeni epeyce açık olmalı: Kırmızı-beyaz renk bileşiminden sıkıldık. Çünkü bayrağın renklerinin her fırsatta önümüze sürülmesi bu imgeyi yıprattı, neredeyse bir ‘görgüsüzlüğün’ göstergesi olarak algılanmasına meydan verdi. İnsanlar artık başka renkleri istiyorlar, çünkü bir trenin daha kırmızı-beyaz olmasını, ya da bir binanın daha Atatürk adını almasını iç dünyalarında ‘sıkıcı’ buluyorlar. Bu tercih yeknesaklığını kişiliklerine saygısızlık olarak algılıyorlar…”
Bu örnekleri abartılı tekrarların insan ve insan psikolojisi üzerindeki etkilerini hatırlatmak için aktardım.
Kendi çocuklarına değer aktarmak isteyenler, ister seküler olsun ister dindar, bitmez tükenmez tekrarların, yoğun ‘yükleme’ seanslarının çocuklar üzerinde amaçlananın tam tersi sonuçlar üreteceğini bilmeliler. Türkiye’nin muhafazakâr iktidar tecrübesi bu açıdan ders niteliğinde sonuçlar üretti ama bir patikada fazlaca yol alıp da geri dönüş imkânı tükenince o patikanın doğru patika olduğunu savunmaktan başka çare kalmayabiliyor. Hulusi Akar Eğitim Sistemi, böyle bir çaresizliğin önerisi olarak duruyor karşımızda.
Sonraki yazıda: Muhafazakâr iktidar ve dindarların çocukları.