İnsan kendini nasıl görür? Ruhsal olarak demiyorum, fiziksel olarak nasıl görür? “Ben” deyince aklınıza gelen fiziki varlık nasıl bir varlıktır? “Ben” nedir? Neye benzemektedir? Bedenimizin hangi parçası “ben”dir?
Bilişsel olarak en çok bilgi taşıyan parçamız yüzümüz. Cinsiyet, etnik köken, mizaç, ruh hali, çekicilik ve yaş… Hepsi yüzümüzde maharetle kodlanıyor. Kimi matematik keskinliğinde tam olarak, kimi dar bir alanda küçük oynamalarla.
Bu bilgileri değiştirmek mümkün mü? Örneğin estetik müdahalelerle…
Bir kadının yüzü erkek yüzüne dönüşebilir mi? Ya da tersi.
Bir çekik gözlü badem gözlü olabilir mi?
Mahalledeki kara kuru esmer genç geçirdiği bir dizi operasyondan sonra Brad Pitt’e benzeyebilir mi?
Ne kadar azimle uğraşırsanız uğraşın, ne kadar para dökerseniz dökün, çok küçük bir ölçekteki değişiklerle yetinmek zorundasınız. Dolayısıyla sorunun cevabı, bir bilgi haricinde, hayır.
Yüzün taşıdığı bilgiler içinde en istisnai olanı, yaş bilgisi.
Yaş bilgisini değiştirmek estetik müdahalelerin çoğu zaman esas amacı. Diğerlerine göre çok daha kolay ulaşılıyor bu amaca ama çoğu zaman gençleşmek değil de “yaşsızlaşmak” ve “estetik sever” ailesinin “tıpkısının aynısı” bireyi olmak gibi bir etkisi oluyor. Yaşsızlaşıyorsunuz, artık kimse size 65 diyemez belki ama “Bülent Ersoy’a benzedi”, “Seda Sayan gibi oldu” yorumlarıyla sık sık karşılaşabilirsiniz. Yaşsızlar ailesinin tek yumurtadan değilse de tek bıçaktan/tek enjektörden çıkma estetik müdahale ikizleri… Binlerce ikizinize bu denli benzemek demek, eski hâlinize artık pek benzememek anlamına geliyor pek tabii ki. Bazı hayatî şeyler de çekip gidiyor o biricik “ben”den.
Kimi zaman kırışıklıklarınızla birlikte yüz ifadeniz de değişiyor, pek renk vermemeye başlıyorsunuz. “Olsa da olur, olmasa da” gibi bir karakter… Şöyle bir ağız dolusu gülemiyor, kaşlarınızı kaldırarak sert bir tepki gösteremiyorsunuz. Dudaklarınız insani ölçülerini yitirmiş, ördek ölçülerine yaklaşıyor bazen, dolgularınız bir aslan yüzü oranlarını yüzünüze yerleştiriyor. Üstelik zamanla tekrarlanması gerekiyor bu işlemlerin. İpin ucu yavaş yavaş böyle kaçıyor galiba. Çünkü neden durulamadığı belli bir aşamada, tam olarak anlaşılamıyor. Çoğu kimse neden sürekli müdahale ettiriyor kendine? Sonsuza kadar bir sarmalda takılıp kalmak zorunda mıyız?
İşin bir moda kısmı var besbelli. Marka bir çanta taşımak gibi taşınıyor o enteresan dudaklar, inişli çıkışlı yanaklar. “Bu yıl elmacık kemiklerimizden dışarıya doğru büyüyeceğiz” diyor birileri belki, “Bu yıl kırmızı uzun paltolar moda” der gibi. İkisinin de size yakışıp yakışmadığını sorgulamıyorsunuz, tamam, moda böyle bir şey. Ama ilkinin dönüşü yok. Burası biraz “sıkıntılı”.
Peki o zaman, gençlik vs diye başlayıp moda vs diye devam edilen sarpa sarmış bu müdahalelerden sonra, kendimize “ben” olduğumuzu nasıl anlatacağız? Artık yabancı bir bedende yaşamak kendilik algımızı bozmayacak mı? Eski “ben” yeni “ben”e sinir olmaz mı bazen? Yeni “ben” gittikçe dizginleri ele alıp eskiyi tamamen ortadan kaldırmaya çalışmaz mı? Eski “ben” pişmanlık duymaz mı? Yeni “ben” sahte özgüveninin yıkıcılığını yaşamaz mı?
Belki en önemlisi: Gerçek “ben” hangisiyim artık? İkisinin aynı insan olmadığı çok açık. O zaman “ben” diye düşündüğümde gözümün önüne hangisi gelecek? Yakınlarımız bizi özlediğinde akıllarına hangi yüzümüz gelecek?
İşte bunlar gibi “seksî” soruların orta yerinden konuya giriyor The Substance. Her türlü metaforik okumaya açık çok çok bereketli bir konu. 20. yüzyılda başlayıp yüzyılımızda hız kazanan bir çılgınlık. Farklı ölçülerle de olsa, dünyanın doğusunda batısında, esas konunun açlık olmadığı neredeyse her yerde gideri var.
Televizyonda fitness programları yapan Elizabeth Sparkle (Demi Moore, 62), son 20-30 yıldır soyadı gibi parlamaktadır. 50’li yaşlarını karşılarken, artık genç olmadığını fark eder, zaten programın yapımcısı Harry de (Dennis Quaid, 70) ona bunu net bir şekilde fark ettirir ve işten atar. Filmin belki de en eleştirel kısmı burası: Yaşını başını almış arsız ve gözü doymayan erkekler, kadının gençliği oyununun kurallarını belirlerken nasıl da rahatlar.
Elizabeth artık yaşlı sayıldığını ve yerine 18-30 yaş arasında kusursuz bir kadının konacağını düşünerek eve dönerken kaza yapar, yaralanır. Hastanede kontrolleri yapılır. Hayatî bir sorun bulunmamaktadır ama gelecek günlerde nasıl yaşayacağını da bilmemektedir. 50 yaşla birlikte “parlama” ihtimallerini de geride bırakmıştır. Bir hasta bakıcı ona “the substance” (“öz” ya da “madde”) diye bir çareden bahseder. Farklı çağrışımlarıyla akıl karıştırıcı bir şekilde “Cevher” diye çevrilmiş “The Substance”, biz de onu da kullanacağız mecburen.
“Cevher” ile Elizabeth’in içinden yeni, genç ve mükemmel bir kadın çıkacaktır. Artık iki Elizabeth olacaktır karşımızda. Yenisinin adı Sue. İkisi aynı insandır, dolayısıyla birbirlerini hoş tutmaları, bütünlüklerini korumaları, bu yeni özün kurallarına uymaları gerekmektedir. Artık bir hafta Elizabeth alçakgönüllü bir “yaşlı” gibi yaşayacak, diğer hafta da Sue “mükemmel, genç, pırıl pırıl” ortalığın tozunu attıracaktır.
Sue, Elizabeth’den boşalan fitness gösterisinin yeni yıldızı olur. Her şey yolunda gibidir ama ikili hayat, üstelik, bunca zorlu arka plandan sonra fazla rekabetçidir. Aynı insan olmalarına rağmen Elizabeth ve Sue bu işi beceremeyecektir, tahmin edilebileceği gibi. Kurallar ihlâl edildikçe geri dönüşü mümkün olmayan bir yokoluş serüveni başlayacaktır. Evlerden ırak…
Bundan sonrası vahşet, dehşet, kan. Grotesklik iyi satıyor, tıpkı filmde bahsedildiği haliyle, gençliğin iyi satması gibi. O zaman iç organların ortalığa saçılması, hırs ve kıskançlık içgüdüleri için uygun metafor hâline geliyor, rahatlıkla. Toplam 140 dakika, dile kolay. İzleyebilene aşk olsun. Artık gelsin dehşet, gitsin vahşet… Ben diyeyim Cronenberg’in “body horror” sahneleri, siz deyin Kubrick’in mükemmel simetrideki rahatsız edici “The Shining” sahneleri.
Peki, tüm bunlar dehşet ve vahşet dışında bir yere bağlanıyor mu? Ben kuramadım böyle bir bağlantı.
Cannes’da En İyi Senaryo Ödülünü almış film. İlk kısımları dışında anlamak çok mümkün değil.
Demi Moore ve Margaret Qualley’nin oyunculuklarını beğenmeyen yok. Bence de haklı bir beğeni bu. Bu iki oyuncu dışında ise çok fazla övülecek bir şey bulamıyoruz filmde. Belki makyaj ve sinematografi ilginç bulunabilir. “Abartı” sanatının icrasında elini korkak alıştırmıyor yönetmenimiz Coralie Fargeat. Meraklısına…
Film hakkında sinema çevrelerinde bir kafa karışıklığı olduğu açık. Feminist okumalar için fazlaca derinliksiz karakterler var bence. Filmin gösterdiği dünya erkek gözüyle bakınca görünenlerden ibaret. Elizabeth ve Sue’nun birbirlerini yok etmelerinden nasıl bir feminist anlatı çıkaracağımızı ben bilemedim. O “kendinin en iyi versiyonunu bulmak” vs de, eleştiri için bile olsa, fazlaca kof bir başlangıç noktası.
“Cevher”in, Altın Küre Ödüllerinde komedi/müzikal dalında yarışması bekleniyor. Belki yapımcıların rekabet gücü açısından yaptığı bir hamledir bu. Belki de yönetmen kendi kendisiyle dalga geçiyor. Her halükârda kafa karışıklığı devam ediyor burada da.
Bu karmaşayı artık sonlandırmak için yeniden filmin konusuna dönmemiz gerekiyor belki de. Bu konuyu iyi ya da kötü ama yüksek bir tonda anlatmaya çalışmak sinema dünyası açısından bir katkıdır şüphesiz. Hızla yaşlanan bir dünyada, insanın yeniden genç olabilme ihtimaline bu denli takılıp kalması hayra alamet değil. Yaş mevzuunu unutup/unutturup yaşamaya bakamaz mıyız biraz?