Ahmet Özer meselesiyle her şeyin bittiğini söylemek doğru olmaz. Ancak bu durum, kayyım ataması, zamanlaması ve içeriği, siyasi iktidarın bilgisi dahilinde gerçekleşmiş olduğunu gösteriyor.
Önce Türkiye’de oluşan “çözüm süreci” algısından başlayabiliriz. Bu algı, farklı kesimlerde farklı anlamlar üretiyor. İktidarın bu süreçten anladığı şey ile Kürt hareketinin ya da muhalefetin beklentileri aynı değil. Ben bu sohbetlerde birkaç kez belirttim: İktidarın önerdiği süreç, daha çok devlet merkezli, güvenlik ihtiyaçlarını ön planda tutan tek taraflı bir hamle niteliğinde. Kürt sorununun kapsamlı bir şekilde tartışılmasına dayalı bir çözüm süreci söz konusu değil. Öcalan’a verilecek bazı imtiyazlar aracılığıyla örgütün silah bırakmaya ikna edilmesi hedefleniyor. Bu, karşılıklı bir anlaşma süreci değil; daha çok, devletin asayiş politikalarını koruyarak güvenlik odaklı bir adım atılması olarak özetlenebilir.
İktidar kanadı, özellikle ittifak ortaklarıyla birlikte, bu konuda kararlı olduklarını sürekli vurguluyor. Mehmet Uçum da güvenlik politikalarından taviz verilmeyeceğini tehditkar bir defalarca açıkladı. Buna rağmen yapılan hamle, bir çatışma çözümü mekanizmasını tamamen ortadan kaldırmıyor; ancak, sınırlarını ve kısıtlarını çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Dolayısıyla, devletin güvenlik önceliklerini önde tuttuğu ve bu çerçevede bir çözüm aradığı bir durum söz konusu.
Özer’in yerine kayyım bununla çelişki oluşturmaz. Bu atamayla örgüte değen ya da örgütle bağlantısı olduğu varsayılan dokuya karşı iktidarın tavizsiz olacağı ve mevcut asayiş politikalarını yürüteceği ifade ediliyor. Buna karşın toplumdaki beklentileri dikkate aldığımızda, çünkü çatışma çözümü aynı zamanda bir beklenti mekanizması üzerinden yürür, açıklanan ve umut edilen çözüm süreciyle bu hamle arasında bir uyumsuzluk olduğu açık.
Türkiye’deki gözlemcilerin ya da insanların şuna hazırlıklı olması lazım: Kürt meselesinde ne olursa olsun, silah bırakma, çeşitli biçimlerde yeni aşamalara geçme, Türkiye’nin ve iktidarın izlediği asayişçi ve örgütü imha etmeye, alanını daraltmaya yönelik politikası esas olarak değişmeyecek.
Burada esas olarak bir gevşeme olmayacak. Eğer bir çatışma çözümü sürecekse, bu, mevcut durumla çelişmeyen bir biçimde devam edecek.
Bence esas mesaj budur. İkinci boyut ise olayın çözüm süreciyle değil, Ahmet Özer olayının kendisiyle ilgili. İstanbul’un büyük ilçelerinden birinde, 31 Mart tarihinde yapılan seçimlerde, üstelik DEM ve CHP’nin yan yana gelmesiyle kazanılan bu seçimleri kazanan kişiye yönelik iddialar ve tutuklanma şekli çok ciddi sorular sorduruyor, tekrar tekrar.
Burada iki, hatta üç noktanın altını çizelim. Bir, Ahmet Özer, bir profesör ve seçilmiş bir belediye başkanı. Evine girilme şekli, adeta silahlı bir bombacı ya da intihar saldırganının evine girilir gibi. Oysa herhangi bir risk veya tehdit olmamasına rağmen sabahın beşinde uyandırılarak evinden çıkarılması ve evinin aranması, her şeyden önce iddialar ne olursa olsun, siyasete ve demokratik siyasete yönelik büyük bir saygısızlık ve ihlaldir. Bu durumu birçok kişi dile getirdi, bir kez de ben dile getirmiş olayım.
İkincisi, iddiaların kendisiyle ilgili. İddialara baktığımızda, soruşturma kapsamında dışarıya yansıyan kimi telefon görüşmeleri dışında, Ahmet Özer’in PKK ile ilişkili olabileceğine dair herhangi bir somut veri bulunmamaktadır. Ahmet Özer’in, KJK yöneticilerinden Brüksel’de yaşayan Remzi Kartal ile görüştüğü söyleniyor. Pek çok gazeteci de Remzi Kartal ve Zübeyir Haydar ile görüşmüştür. Kaldı ki, Ahmet Özer bu görüşmelerin aynı aşiretten olma, düğün gibi sebeplerle gerçekleştiğini belirtiyor. Ahmet Özer, temelsiz, sözlü iddialarla karşı karşıya. Ayrıca, banka hesaplarıyla ilgili iddiaları da reddediyor. Tüm bu durumlar, PKK veya KCK’da ismi geçen herhangi biriyle karşılaşıp merhabalaşmanın bile suç olarak telakki edildiğini gösteriyor. Bu, kabul edilebilir bir durum değil. O kişiyle ailevi veya geleneksel nedenlerle görüşmüş olabilirsiniz. Bu gibi durumların kriminalize edilmesi, Ahmet Özer’in durumu dışında, Türkiye’de özgürlük alanının ne kadar daraldığını ve devletin bu alanı ne kadar sınırladığını gösteriyor.
Üçüncü boyuta gelince, bu boyut da kayyum atanmasıyla ilgili.
Kayyum ne demektir? Seçilmiş bir belediye başkanının yerine bir devlet memurunun atanması demektir. Yani seçilmiş bir alanın devletleştirilmesi anlamına gelir. Bu, halkın iradesine yönelik bir saygısızlık ve halkın iradesinin imha edilmesidir. Dolayısıyla, demokratik mekanizmaya verilebilecek en büyük zararlardan biridir. Kayyum atanmasının daha o gece yapılması, hükümetin demokrasi algısının ne kadar bozuk olduğunu gösteriyor. Başka biri atanamaz mıydı? Madem bir iddia ile gözaltına alındı, Başkan Yardımcısı ya da Belediye Meclisi’nden bir kişi bu görevi sürdürebilir miydi? Elbette. Buraya bir vali yardımcısının atanması için bir neden yoktu. Dolayısıyla, hâlâ bugün, bundan beş yıl önce başlamış olan “istenmeyene yönelik devletleştirme”, “devlet alanı oluşturma” veya “devlet kontrolü kurma”, üstelik halk iradesine bunu dayatma şeklinde bir mekanizma gelişiyor. Bu da Türkiye’deki siyasi rejimin ne kadar otoriter olduğunu bize bir kez daha gösteriyor.
Yani burada bir hak ihlali, bir demokratik ihlal ve bir siyasi irade ihlali var. Ahmet Özer meselesinin asıl önemli tarafı burası. Yok efendim, Ahmet Özer’e vurarak oradan İmamoğlu’na vurmak gibi niyetler… Bunlar bana çok gerçekçi gelmiyor. Bunlar, muhalefeti olsa olsa kızdıracak, tersine çalışacak şeylerdir; haksızlıklar ve adaletsizliklerdir.
(Çekimden bir gün sonraki Batman, Mardin ve Hâlveti Belediyelerine yapılan kayyum atamaları hakkında…)
Evet, dün yaptığımız ve bugün yayınlanacak söyleşiye, bu sabah öğrendiğimiz bir gelişme üzerine küçük bir ek yapmayı düşündük. Malum, Batman, Mardin ve Hâlveti belediye başkanlarının yerine kayyum atandı. Yani bundan beş, altı yıl önce başlatılan kayyum atama uygulamaları Ahmet Özer ile bir başlangıç yapmıştı. Bugün Ahmet Özer’in de ötesine geçerek daha ciddi bir boyuta ulaştı.
Özer’in yerine kayyım yanına üç belediye başkanı daha eklenince durum genel bir politika görüntüsünü kazanıyor. Mehmet Uçum’un bir dönem dile getirdiği tehditler karşılık buluyor. Bu gelişme Kürtler bakımından çözüm süreci tartışmalarını sakatlamıştır. Önemli ölçüde bitirmiştir. Atamalar Türk demokrasisi için son derece vahim bir gelişme. Örneğin Ahmet Türk, 10 yıl önceki KCK davasındaki mahkûmiyeti dolayısıyla görevden alınmış bulunuyor. Ahmet Türk, Türkiye’nin tanıdığı bir isim. Mardin gibi çok önemli bir ilde, önemli bir oy çoğunluğuyla seçilmiş bir kişinin aldığı oyların böyle keyfi bir şekilde yok sayılması, Türkiye’de eksik demokrasinin iyiden iyiye eksildiğini gösteriyor.