“Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson /Kartal kanatlı kanaryam
Türkülerimizi söyletmiyorlar bize /Korkuyorlar Robson şafaktan korkuyorlar
Görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar
(…) Akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar
Ümitten korkuyorlar Robson, ümitten
Korkuyorlar kartal kanatlı kanaryam /Türkülerimizden korkuyorlar…”
Nazım Hikmet’in bu dizeleriyle destek verdiği sporcu, oyuncu, müzisyen, yazar, insan hakları eylemcisi Paul Robeson 23 Ocak 1976’da veda etti hayata.
Kölelik döneminin kağıt üzerinde kalktığı ama hayatın her alanında tüm acımasızlığıyla boy gösterdiği yıllarda doğdu. Babası 15 yaşında köle olarak çalıştırıldığı tarladan kaçmıştı.
Annesini altı yaşındayken çıkan bir yangında yitirdi.
İlkokuldayken yüz yüze geldi ırkçılıkla…
Okuldaki iki siyah çocuktan biriydi Robeson.
Baro’ya kabul edilen ilk siyah avukat da o oldu.
Ardından tiyatroya yöneldi… Irkçı Ku Klux Klan nefretinin daimi hedeflerinden biriyken, Shakespeare’in Othello’sunu oynayan ilk siyah oyuncu da oydu.
Örgütlü bir linç girişiminden kılpayı kurtuldu.
ABD’de komünist, “öteki” olanlara karşı “cadı avı” başlatılan McCarthy döneminde yine baskılara göğüs gerdi.
Hem komünistti, hem siyah, hem de uzun herkesten…
Bir dönem pasaport alamadı.
Yurtdışında kanser tedavisi olması 12 Eylül döneminde pasaport verilmeyerek engellenen Ruhi Su da, Robeson gibi “bas-bariton”du.
Bir dönem ikisine de türkülerini söyletmediler ama…
Türkülere yasak koyanlar, tarihin “geri dönüşüm kutusu”nda kendilerine hak ettikleri farklı sıfatları beklerken, onların sesi hep gür kaldı.
Türküler dersen… Elden ele, dilden dile…
Serbest bırakılması için uluslararası bir kampanya düzenlediği Nazım’ın şiirlerini besteleyip, seslendirdi kendi ülkesinde:
“Balık tuttum yiyen ölür /elimize değen ölür
Bu gemi bir kara tabut / lumbarından giren ölür”…
Yıllar sonra Nazım Hikmet’le birlikte Dünya Barış Konseyi’nin “Uluslararası Barış Ödülü”nü paylaştı.
Robeson “Ol’ Man River” şarkısında, “Koca nehir akıyor durmadan, yalnız akıyor” dedi ve ekledi:
“Bezdim yaşayıp debelenmekten /Ama korkuyorum ölmekten…”
0n üç yıl önce 19 Ocak’ta öldürülen Hrant Dink, Robeson’un o itirafından 70 yıl sonra belki benzer duygular içinde kendi “güvercin tedirginliğini” anlatıyordu yazısında.
“Kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.”
Ürkmemesi imkânsızdı; hem Türkiyeli Ermeni, hem solcu, hem de yetim herkesten.
Hapse atılırsın, öldürülürsün, olmadı kendi evinde, sokağında sürgün olursun bu ülkede.
Varsa hatası umudundaydı belki.
Bu ülkede değil güvercine, Kızılay’daki güvercinli barış heykeline bile dokunurlar, kolunu kırarlar, İnsan Hakları Anıtı’nı talimatla barikata alırlar.
“Güvercinin ölümü” hâlâ anı olamayacak kadar tazeyken, yarası hala kanarken, Nazım’ın hayatı mücadeleyle geçen o koca siyah adamı “kanarya”ya benzetmesi…
İşte bunu, tam buradaki şiiri, hüznü, o naif ve diğerkâm hâli yeterince hissedemedik, hissedemiyoruz belki.
Neden sonra şiirler, birlikte söylenen türküler hissettiriyor bunu.
Hayatı, ölümü, mutu/umudu, acıyı bağrından anlatan, “acı soğandaki ince zar benim” diyen başına buyruk türküler.
Nâzım’ın deyişiyle; “İnsanların türküleri kendilerinden güzel. /kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli, /daha uzun ömürlü kendilerinden.”
İktidar o yüzden türkü sevmez.
Yine ocak ayında giden bir şaire, Özdemir Asaf’a bırakmalı finali:
“Gözlerini kaçıramazsın, geçmiş ola
Artık derebeyindir senin o görmüşlüğün
Köleliğin sana işitir yaşlandıkça o ve sen
Onun yaşamışlığındadır senin ölmüşlüğün
Artık o sende hep yaşayan bir ölüm
Başka görüntülerle gelir öbür açılarıyla
Seni yerinden eder, gider,
Gelir yerinden eder…
Pasını siler, kimse anlamaz sen anlarsın
Sen anladıkça o sende hep yaşayan bir ölüm.”
BİR FİLM/BİR REPLİK
“Yanlarına Meksikalıların Ölüler Günü ve cenazeler için aldığı çiçeklerden satan Meksikalı kör bir satıcı kadın gelir:
‘Flores, flores para los muertos… (Çiçekler, ölüler için çiçekler…)’
Blanche: Bu ne? Ah, dışarıda biri var, vaktiyle oturduğum evde ölmek üzere olan yaşlı kadınlar, ölmüş erkeklerini hatırlarlardı. (…) Ölümün tersi arzudur, biliyor muydun? Nereden bileceksin ki?
‘Flores, flores para los muertos…”
İhtiras Tramvayı – Tennessee Williams