Ukrayna’dan Avrupa’ya geçiş için insan kaçakçılığı yapıldığını, üstelik de Ukrayna vatandaşlarının kaçırıldığını hiç duydunuz mu? AB, Ukrayna vatandaşlarından vize istemezken, buna neden gerek oluyor peki? Askerlik yaşındaki Ukraynalı erkeklerin, Ukrayna’dan çıkışına yasak var. AB onları Avrupa’ya sokmadığı için değil, Ukrayna onları dışarı çıkartmadığı için, cepheye gitmek istemeyen Ukraynalı erkeklerin sınırı kaçak şekilde geçmeye ihtiyacı oluyor. Bu noktada da insan kaçakçıları devreye giriyor. Ancak insan kaçakçıları da her zaman “sorunu” çözemiyor. Bu yüzden de kadın kılığına girerek sınırdan kaçma girişimleri söz konusu olmaya başlamış. Bazı Ukraynalı erkekler kadın kılığına girme noktasında son derece iddialı. Yani iş cepheden kaçmak olunca gerçekten de moda sınır tanımıyor.
Son olarak, geçtiğimiz haftalarda, Moldova’ya kadın kılığında giriş yapmayı deneyen bir Ukraynalı erkek, Ukrayna haber sitelerine konu oldu. Bu tür girişimlerin sayısını kesin olarak bilmek zor ama bu tarz bir kişi daha önce de bir kez haber olmuştu. Ukrayna haber sitelerindeki bir diğer ilginç gündem de Kiev şehrinin Rus bombardımanından çok Zelensky çevresindekilerin emlak rantı uğruna kalkıştığı işlerden dolayı zarar görüyor olması.
Avrupa’nın en yoksul ülkesi Ukrayna’da bu tür olaylar yaşanırken, Avrupa’nın zengin ülkelerinde ise bambaşka bir sıkıntı var: Bu ülkelerin ürettiği lüks ürünlerin en büyük pazarlarından biri olan Çin, bu ürünlere artık eskisi kadar rağbet göstermiyor. Bunun birden fazla nedeni olduğu belirtiliyor: Çin’deki gençlerin yaşadığı ekonomik sıkıntılardan ötürü alım güçlerinin lüks ürünlere artık yetmemesi, Çin’de daha sade ve mütevazı bir yaşam anlayışının öne çıkması, Çin’in başka ülkelerin lüks markalarına para harcamak yerine kendi lüks markalarını geliştirmek istemesi gibi nedenler öne sürülüyor. Çinli gençlerin Çin’deki metropollerdeki hostellere yerleşip iş bulabilmek için aylarca mücadele verdiği ve bu hostellerde yeni bir gençlik kültürünün oluştuğu da söyleniyor, tabii bu meselenin bambaşka bir boyutu. Sonuç olarak, eskiden “lüks markalarla statü edinmenin cenneti” olan Çin’de artık “luxury-shaming” denilen yeni bir kültür var. Yani lüks ürün kullananlara, özellikle de eğer bu ürünler Avrupa markası taşıyorsa, genelde iyi gözle bakılmıyor.
Çin’in daha az lüks ürün satın almasından en çok etkilenen ülkelerse şimdilik Almanya, Fransa ve İtalya. Fransa’nın en büyük şirketi LVMH (Louis Vuitton) bu konudan doğrudan ve yoğun şekilde etkileniyor. LVMH şirketinin hissesi son 1 yılda %19.3 değer kaybetti. Üstelik bu Euro bazlı bir kayıp. Euro’nun Dolar karşısındaki zayıflamasını da hesaba katarsak, bu kayıp daha da büyüyor. Bu bağlamda belirtilmesinde yarar olan bir nokta da Çinlilerin servetlerini tıpkı Türkler gibi daha çok gayrimenkulde tutmaları ve Çin halkının hisse senedi yatırımının az olması. Çin toplumunun özellikle de Avrupa şirketlerinin hisselerine iyiden iyiye uzak olduğunu tahmin etmek mümkün. O yüzden de LVMH gibi hisselerin düşmesi veya Avrupa borsalarının genel olarak düşmesi, Çin halkı için herhangi bir önem taşımıyor.
Avrupa’nın en yüksek nüfuslu ülkesi ve en büyük ekonomisi olan Almanya’ya geçecek olursak… Şubat Ayı’nda erken seçime gidecek olan Almanya’da, şu anki iktidar partisi olan sosyal demokrat SPD biraz cadı kazanına dönüşmüş gibi bir halde. Önce, seçimden üçüncü parti olarak çıkması beklenen SPD’nin başbakan adayının kim olacağı, tartışma konusu haline geldi. Scholz ve Pistorius isimleri arasında bir ayrışma yaşandı. Bu da CHP içindeki tartışmaları andıran bir boyut kazandı. Savunma bakanı Pistorius, SPD’nin sağ kanadı olarak görülebilir. Yani bir nevi “solun içindeki sağ” olarak… Pistorius, Mansur Yavaş’ın SPD’deki karşılığı gibi de düşünülebilir… Pistorius’un halktaki desteği araştırmalara göre Scholz’tan daha yüksekti. Ancak onun gördüğü destek de SPD’nin iktidarda kalmasını sağlayabilecek boyuta ulaşmadı. Bu yüzden de Pistorius siyasette ağırlığı olan çevrelerin ısrarlarına rağmen aday olmayacağını açıkladı ve meydan gene Scholz’a kaldı. Şu noktada, Friedrich Merz liderliğindeki CDU’nun seçimden açık farkla birinci olarak çıkması kesin gibi duruyor. Yani Merz ana muhalefet liderliğinden başbakanlığa geçmeye hazır. CDU’nun oyu %30’un üstünde. Ancak Scholz ve Pistorius arasındaki fark da her şeye rağmen bir anlam ifade ediyordu çünkü SDP’nin seçimden sonra kurulacağı tahmin edilen CDU liderliğindeki koalisyondan küçük ortak olarak da olsa pay alma ihtimali var. Merz ise Scholz’la birlikte çalışmaya hevesli görünmüyor. Yeşil kulvardan atak yapan Robert Habeck ise bambaşka bir fenomen ve o da epey hırslı. Merz, Scholz yerine Habeck’i tercih edebilir. Rusya’ya yakın isimlerden İran kökenli Sarah Wagenknecht’in oylarında ise düşüş var.
Aslında Scholz da Alman kamuoyunda, Rusya ve Çin’e karşı fazla ılımlı olmakla eleştirilen bir isim. Örneğin Rusya ile Avrupa arasında tırmanan en son gerilimde, Scholz’un fazla pasif kaldığına dair eleştiriler artıyor. Putin’in tehditkar üslubu karşısında Scholz soft bir çizgide. Dış politika alanında tam bir fiyasko olarak tanımlanan ve Rus Medyası’nda da dalga konusu olan Scholz yaklaşık 1 yıl önce de “İsrail’in kusursuz demokrasisini” öven konuşmalarıyla bir şaşkınlık yaratmıştı. Scholz’un Rusya konusunda Alman siyasetinin geri kalanından daha ılımlı tavrının barışa ciddi bir katkı sağlamasının zor bir ihtimal olduğunu da belirtmek gerek. Çünkü Scholz’un Trump gibi bir ağırlığı yok. Putin’i masaya oturtup barış pazarlığı yapabilecek gücü yok. Veya belki aşırı geç kalmış da olabilir.
Biraz da Belçika’ya, AB’nin merkezi Brüksel’e uzanalım… Brüksel’de taksiciler geçen hafta gene eylem yaptı. Brükselli taksiciler, Uber’in aldığı aşırı yüksek komisyondan ve “TripRadar” adı verilen dijital sistemin taksiciler arasındaki rekabeti artırıp kazançları düşürmesinden şikayetçi. Nasıl bizde taksilerin hasılatlarının aşırı yüksek bir dilimi plaka sahiplerine gidiyorsa, Brüksel’de de hasılatların büyük bir yüzdesi Uber’e gidiyor. Yani taksici, müşterinin yaptığı ödemeden sadece küçük bir payı kendine alabiliyor. Brükselli taksiciler, 1 Ocak 2025’ten itibaren yeni taksi ruhsatlarının sadece elektrikli otomobillere verilmesine dair düzenlemeyi de doğru bulmuyor. Zaten büyük sıkıntılar yaşadıklarını, bu düzenlemenin sıkıntılarını artıracağını düşünüyorlar. Ancak taksicilerin bir kısmı da prensip olarak elektrikli otomobil zorunluluğuna karşı olmadıklarını, sadece biraz daha zaman gerektiğini belirtiyor. Brüksel’in ilginç bir tarafı da Türkiye’de eskiden geçerli olan “gece tarifesi-gündüz tarifesi” sisteminin orada hala geçerli olması. Brüksel’de gece yapacağınız görece kısa mesafe bir taksi yolculuğu, 16.60 Euro tutabiliyor. İstanbul’da ise benzer bir yolculuk ortalama 130 TL’ye mal oluyor. Yani İstanbul’a oranla Brüksel’de taksi (özellikle gece) çok pahalı. Bununla orantılı olarak Brüksel’deki taksicilerin geliri de (Über’in bundan sonra %35’e kadar çıkacağı öne sürülen komisyon payına rağmen) doğal olarak İstanbul’daki taksicilerden daha yüksek. Ancak belli ki Brüksel’deki hayat pahalılığı nedeniyle İstanbul’daki ortalama taksicinin çok üstünde seyrediyor olması muhtemel olan kazançlar da Brüksel’de yeterli olmuyor. Brüksel taksicileri güvenlik konusunda da endişeliler. Özellikle de 16 Ekim 2023’teki islamcı terör saldırısı, taksicilerin psikolojisini olumsuz etkilemiş. Brüksel taksicilerine güvenli, aydınlık geceler ve az komisyonlu kazançlar diliyoruz.