Arkeolojiden okyanus bilimine ve paleontolojiye kadar birçok bilim alanındaki akademisyenlerin tartıştığı bir hipotez var; Genç (Erken) Dryas dönemi etkisi.
Günümüzden 13 bin ila 12 bin 600 yıl önce son buzul çağının ardından Yeryüzü’nün genelini etkileyen ani iklim değişiklikleri olduğu biliniyor. Bu hipotezi savunanlar, gezegenimizde küresel ölçekte etkiler yaratan bu dehşetli değişimlerin bir kuyruklu yıldızın etkisiyle oluşan bir dizi kozmik olay sonucunda yaşanmış olabileceğini savunuyor. Buzul çağının sona erdiği ve Yerküre’nin ısınmaya başladığı bir dönemde okyanus akıntılarında, deniz seviyelerinde, sıcaklıkta gözlenen ani ve sert değişiklikler insanlık tarihi açısından da ciddi sonuçlar doğurmuş olabilir. En ünlüsü Türkiye’deki Göbeklitepe-Karahantepe bölgesinde yer alan anıtların bu etkiyle ilişkisini kuran dinler tarihçileri de var.
Küresel ekolojik şokların dünyayı, insanları ve toplumsal düzenleri etkilediğini biliyoruz. 536’da İzlanda’daki ve 1815’te Endonezya’daki Tambora yanardağı patlamalarının Yeryüzü’nün birçok bölgesinde “yazı olmayan yıl” yaşanmasına, kıtlığa, göçlere ve savaşlara yol açtığı tarih kayıtlarında mevcut. Geçmişte gezegen ölçeğinde ekonomik ve toplumsal değişimleri sadece ekolojik şoklar yaratırken bugün durum farklı. Ekonomik altyapıdaki depremler küresel ekonomi politik fayları harekete geçirerek büyük değişimleri getirebiliyor.
Bugün kırk yaşın altındaki Millenial ve Zoomer kuşakları (Y ve Z kuşakları da deniyor) adı 1990’da “Yeni Dünya Düzeni” olarak koyulan küresel oyuna aşina. Şimdi ise oyun değişiyor, yeniden, yeni bir dünya düzeni oluşuyor. Geçmişin ezberleriyle anlaşılamayacak geri dönülmez değişim sürecine çoktan girdik bile. Ekonomiyi, ekonomik görünümü, finansal gelişmeleri yorumlayabilmek için tarih, siyaset bilimi, sosyoloji gibi disiplinlerden bir arada yararlanmak, çok disiplinli bir bakış açısı gerekecek. Yeni bir çağ başlıyor; İkinci Yeni Dünya Düzeni.
Soğuk Savaştan Yeni Dünya Düzenine
21’inci yüzyılın ikinci çeyreğine girmemize sayılı gün kaldı. Ama ben kendimi 20’nci yüzyılın başlarındaymış gibi hissediyorum. Tarihin hep ileri doğru aktığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Flashback, yani zamanda geri dönüş, sadece sinema ve edebiyat sanatlarında kullanılan bir terim değil. Bu teknik zaman ve mekân atlayarak geçmişi gösterme ya da anlatıyı güçlendirme gibi amaçlarla kullanılır. Filmlerin düz bir çizgide ilerlediğini düşünürsek, flashback bu çizgiden koparak akışı değiştirir. Bazen tarih de böyle yapar.
Tarih kuşkusuz kendi kendini yapmaz, tarihi yapan insanların iradesidir. Ama toplumsal gelişmeler keyfi ya da rastlantısal şekilde değil, nesnel tarihsel koşullara uygun gerçekleşir. Toplumsal değişimlerde ekonomik yapı ve ilişkiler tarafından şekillendirilen altyapı belirleyici olur. Bununla birlikte ekonomi politik altyapının toplumsal sahneye yansıması sosyopolitik dinamiklerle somutlaşır. Sonuçta karmaşık süreçlerden geçerek toplumsal/siyasal çıktıları ortaya çıkaracak dinamikleri ve bu düzeneğin işleyişindeki tercihleri anlayabilmek için modellere gerek duyarız. Her model bir indirgemedir ve gerçekliği kavrayabilmek onun bir kısmından vazgeçmeyi gerektirir. Bu yazıda başvuracağımız modelde, toplumsal/siyasal tercihleri ve bunlara yön veren kitlesel psikolojiyi belirleyen itkinin ya umut ya da korku olduğunu kabul ediyoruz.
Fransız devrimi ve ardından Napolyon savaşları ile yaklaşık yüz yıl boyunca çatışmalar yaşayan Avrupa’da, Alman İmparatorluğu’nun kurulmasıyla kırk yıllık bir barış ve refah ortamı yaşandı. La Belle Époque (Fransızca “Güzel Dönem”) adı verilen bu dönemi Birinci Dünya Savaşı, Büyük Ekonomik Buhran ve İkinci Dünya Savaşı izledi. Bu çılgınlık çağının ardından faşist saldırganlığı yenilgiye uğratan galiplerin kurduğu Birleşmiş Milletler düzeniyle yeşeren umut fazla süremedi. 1960’ların başından itibaren 30 yıl dünyaya yön veren, toplumları harekete geçiren güç korku oldu.
Bu dönemde iki ABD başkanı suikasta uğradı, dünya ekonomik krizlerden, bölgesel çatışmalardan yakasını kurtaramadı. Ama kuşkusuz 1960-1990 dönemine damgasını vuran, termonükleer kıyamet tehdidinin gölgesi ve soğuk savaş cepheleşmesi oldu. İki kutuplu dünya düzeninin bir korku düzeni olduğunu simgeleyen en çarpıcı husus, ABD’nin ve SSCB’nin elinde gezegeni tamamen hem de yüzlerce kez yok etmeye yetecek nükleer silah bulunmasına dayalı bıçak sırtı dengenin “istikrarı sağlayan unsur” olarak tanımlanmasıydı. Bu dengenin adı ise “balance of terror” (korku dengesi) idi. Unutmayın; bu dönemde Türkiye’de de korku egemendi ve bu korkuların sonucu üç askeri darbe yaşandı.
1980’lerin başında Soğuk Savaş’ın Doğu cephesinde işler pek yolunda gitmiyordu. ABD ile girilen askeri rekabet ekonomiyi yormuştu. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) askeri gücü Kızıl Ordu Afganistan’ı işgal etmiş ama orada bir batağa saplanmıştı. SSCB’yi 1964-1982 yılları arasında yöneten Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Brejnev’in ölümünün ardından arka arkaya göreve gelen iki Genel Sekreter iki buçuk yıl içinde ölünce “Sovyet geritokrasisi” için sona gelinmiş oldu, genç ve reform yanlısı Gorbaçov başa geçti. Gorbaçov çökmekte olan Sovyet ekonomisini diriltmek için Komünist Parti içerisinde köklü reformlara ihtiyaç duyulduğunu düşünüyordu. Gorbaçov döneminde dünya iki Rusça kelimeyi öğrendi: Perestroyka (yeniden yapılanma) ve glasnost (açıklık). Gorbaçov’a göre SSCB’nin “perestroyka”ya ihtiyacı vardı ve bunu yapmaya yarayacak aracın adı ise “glasnost”tu.
Gorbaçov’un iyimserliği sahada karşılık bulmadı. Sistem içi değişim için artık çok geçti. Baskıcı rejimin ve boyunlarındaki otoriter Sovyet demir pençesinin gevşemesi Sovyetler Birliği bünyesinde ve Doğu Bloku’nda gönülsüz olarak yer alan ülkelerde ayrılma ve bağımsızlık taleplerini alevlendirdi. Önce kırk yıllık Doğu Bloku, ardından seksen yıllık SSCB yıkıldı. Kasım 1989’da Demir Perde’nin[*] simgesi Berlin’i ikiye ayıran duvar yıkıldı; Soğuk Savaş bitmiş, Kapitalist, özgürlükçü Batı İttifakı zafer kazanmıştı.
Soğuk Savaş’ın son on yılı boyunca Ortadoğu’da Batı’nın çıkarları için İran’la savaşan Irak’ın, ihanete uğradığını düşünerek ve artık bölgede Batı’nın vekili değil asil olarak kendi adına hareket edebileceği yanılgısına düşerek 1990 Ağustos’unda Kuveyt’i işgali ile Birinci Körfez Savaşı başladı. İşte 2020’deki Küresel Salgın’a kadar dünyaya şekil veren düzenin adı da ABD Kongre’sinin 11 Eylül 1990’daki ortak oturumunda bu savaş ile ilgili bir konuşma sırasında konuldu. Başkan George Bush (baba) ilk kez “yeni dünya düzeni” kavramını kullandı. Soğuk Savaş sonrası dönemin adı önce Yeni Dünya Düzeni, daha sonra ise Küreselleşme oldu.
Birincisine Ne Oldu ki?
Soğuk Savaş’ın galipler cephesinin komuta karargâhı ABD idi. ABD Küresel Dünya Düzeni’nin rakipsiz lideriydi. Küresel üretimin üçte biri ABD’de gerçekleşiyor, küresel özel tüketimin yüzde 28’i Amerikan tüketicisi tarafından yapılıyordu. Amerikan hegemonyası öylesine ihtişamlıydı ki –Francis Fukuyama’nın ifadesiyle– “Tarihin Sonu” gelmişti. İnsanlık, ideal yönetim şekli olarak liberal demokrasiye ve Kapitalist ekonomiye ulaşmıştı. Hem insanların dünya görüşünü hem devletlerin yönetim biçimini bu çerçeve belirleyecekti ve bunun karşısında herhangi bir alternatif kalmadığı için artık bir değişim olmayacaktı. Küresel entegrasyon ekonomik yapıda ve ekonomik ilişkilerde köklü bir değişimi getirdi. Özgürlük, hukuk, demokrasi, barış temel değerler oldu. Piyasalaşma yaygınlık kazandı. Uluslararası Adalet Divanı, Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası, Uluslararası Ödemeler ve Mutabakat Bankası (BIS), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) gibi kuruluşlar tarafından uluslararası bağlayıcı normlar oluşturuldu. Bölgesel birlikler derinleşti. Küresel koalisyonlar kendilerinde, demokrasi ve özgürlük adına başka egemen ulus devletlere müdahale hakkı görmeye başladı. Soğuk Savaş dönemini anlamaya yardımcı olan Çevreleme politikası (containment), Domino kuramı (Domino theory), Korku Dengesi (balance of terror) gibi strateji kavramları, yerlerini Küreselleşme, Washington Uzlaşısı, Tarihin Sonu terminolojisinin kavram dizinine bırakmıştı.
Değişen sadece uluslararası ilişkiler dili değildi. 1980 öncesinde ekonomi alanındaki sınıflandırma “sanayileşmiş ülkeler”, “kalkınmakta olan ülkeler” ve “az gelişmiş ülkeler” şeklindeydi. Küresel entegrasyon ile sanayi üretimi merkez ülkelerden çevreye doğru kaydı ve birinci gruptaki ülkelerin adı artık “gelişmiş ekonomiler” (advanced economies) oldu. Kalkınma paradigmasının belirlediği geçmişin kalkınmakta olan ülkeleri “yükselen/gelişen piyasa ekonomileri” (emerging market economies) statüsü kazandı. Az gelişmiş kavramı yeni düzenin “politik doğruculuk” diline uymadığı için olsa gerek onlar da “(yükselen piyasa ekonomisi olmak için) sınırda piyasalar” (frontier markets) oldular.
Ekonomide sınır ötesi sermaye akımları, küresel üretim ağları ve değer zincirleri belirleyici hale geldi. Böylece 1990’ların başından itibaren ise toplumlara egemen olan, dünyayı şekillendiren dinamik ‘umut’ oldu. Korkunun egemenliği zayıfladı, umuda dayalı bir düzen kuruldu.
Yeni ya da Küresel Dünya Düzeni tıpkı kendinden önceki Büyük İdeolojiler gibi bir yeryüzü cenneti kurmayı vadediyordu. Küresel bütünleşme ilerleyecek, ekonomik yapı ve ilişkiler (altyapı) küresel olduğuna göre kaçınılmaz olarak üstyapı da küresel olacaktı. Ulus devletler zayıflıyor, ulus üstü yapılar güçleniyordu. Küresel düzenin köşe taşı olan kuruluşlar tarafından belirlenen kurallar ulus devletlerin iç hukuklar hiyerarşisinde üst norm olarak benimseniyordu. Sonunda Aydınlanmanın sözcüsü Kant’ın iki yüzyıl öncesinde “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme” eserinde müjdelediği bütün insanlığın tek bir aile haline geleceği, özgür devletlerden oluşan küresel federasyonun dünya vatandaşları olarak yaşayacağı nihai hedefine ulaşılacaktı. Fransız Devrimi sloganları, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” aslında bu analiz için son derece elverişli bir zemin sağlıyor. Liberalizm “özgürlük” sloganını, Sosyalizm “eşitlik” sloganını bayraklaştırmıştı. Küreselleşme, bu ilk iki ilkeyi içerdiği gibi “kardeşlik” ülküsünü de gerçekleştirecek ve Tarihin Sonu’na varılacaktı.
Küreselleşme ilk zorlu sınavını 1997 Asya Krizi sırasında verdi. Asya Krizi bu yeni küresel düzenin ilk kriziydi. Ortodoks kriz modellerinden farklı olarak Asya Kaplanları olarak adlandırılan yükselen piyasa ekonomileri, dış açık ya da kamu borcu gibi bir sebeple değil küresel sermaye hareketlerinin yol açtığı finansal dengesizlik yüzünden krize girdi. İlk kez dünya ekonomik sisteminin merkezinden kaynaklanmayan bir kriz sistemin tamamını tehdit etmeye başladı. Kısa sürede Rusya, Brezilya, Türkiye ve Arjantin’in de eklenmesiyle kriz derinleşti. O döneme kadar dünyanın yedi gelişmiş ekonomisi (ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Kanada) G-7 adı verilen bir kulüpte bir araya geliyor ve dünya meselelerini karara bağlıyordu. Burada alınan kararlar daha sonra Birleşmiş Milletler’den (BM) IMF’ye, NATO’dan BIS’e, OECD’den WTO’ya kadar tüm uluslararası kurum ve kuruluşlara yayılıyordu. Bu kriz, küresel düzenin eski dar merkezden yönetilemeyeceğini gösterdi. Post-marksist Dünya Sistemi kuramı çerçevesinde yarı-çevre olarak adlandırılabilecek ülkelerin de katıldığı daha geniş bir düzeneğe gereksinim vardı. Böylece merkez ile çevre, yarı-çevre aracılığıyla bütünleşecek ve sistemin istikrarı korunabilecekti. 1999 sonunda Berlin’de G-7’yi genişleten bir adım atıldı ve G-20 kuruldu. G-20’de G-7 ülkelerine ilave olarak Çin, Hindistan, Avustralya, Güney Kore, Endonezya, Rusya, Türkiye, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Brezilya, Meksika ve Arjantin yer alıyordu. Ayrıca Avrupa Birliği’ne (AB) tüzel kişilik olarak yer veriliyordu. G-20 toplantılarında ülkeleri maliye bakanları ve merkez bankası başkanları temsil ediyor, IMF-Dünya Bankası, OECD ve BIS bünyesinde kurulan Finansal İstikrar Kurulu (FSB) da izleyici olarak katılıyordu.
Mayıs 2004’te Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) ev sahipliğinde ve gelişen piyasa ekonomilerinde kamu borcu sorunu konusunda bir uluslararası konferans gerçekleştirilmişti. Konferansa IMF İkinci Başkanı Anne Krueger ve o dönemde Beyaz Saray’ın Ekonomi Danışmanları Konseyi üyesi iktisatçı Kristin Forbes başta olmak üzere önemli uluslararası kuruluşların yöneticilerinden, iktisatçılardan ve konferansa katılan ülkelerin üst düzey bürokratlarından oluşan seçkin bir katılım vardı. Akşam yemeğinde JP Morgan’ın Orta ve Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Afrika (EMEA) Bölgesi Gelişen Piyasa Ekonomileri Grubunun ve Araştırma Bölümünün Başkanı Michael Maresse, benim de TCMB yöneticisi olarak ev sahibi sıfatıyla oturduğum masadakilere şu soruyu yöneltmişti; “sizce Çin ne zaman ABD’ye yetişecek ve dünyanın en büyük ekonomisi olacak?”. Konu masada enine boyuna tartışılmış ve Çin’in ABD’yi ekonomi alanında yakalayacağı tarih olarak 2030 yılı üzerinde uzlaşı sağlanmıştı. Oysa Çin ve artık Çin’e bağlı olan Hong Kong, satın alma gücü paritesine göre düzeltilmiş gayrisafi yurt içi hasıla (GSYH) ölçüsüne göre 2013’te ABD’yi yakalamıştı bile. Zenginler, yoksulların servete bu kadar çabuk ortak olmasından mutsuzdu. Yeni Dünya Düzeni kurulduğunda küresel ekonominin yüzde 77’sini temsil eden gelişmiş ekonomilerin payı, Covid-19 küresel salgınının ardından yüzde 50’ye gerilemişti. (Grafik 1).
Gelişmiş ekonomiler, yükselen piyasa ekonomileri aleyhine alan kaybettikçe küresel düzenin beyni işlevi gören “piyasa” da “yükseliş” ivmesini kaybetti. Piyasa ekonomisine ve liberalizme ikinci darbe gelişmiş ekonomilerin orta sınıflarından geldi. Dünya Bankası iktisatçısı Branko Milanovic’in, 2012’de yayımlanan “Global Income Inequality by the Numbers: In History and Now” (Rakamlarla Küresel Gelir Eşitsizliği: Tarihte ve Bugün) çalışması çarpıcı bulgular sunuyordu. Milanovic, dünya nüfusunu yüzdelik dilimlere ayırarak her grubun gelirinde 1988-2008 arasında satın alma gücünü de dikkate alan uluslararası sabit fiyatlarla yaşanan değişimi hesaplamıştı. Buna göre küresel sisteme entegre olacak donanımdan ve olanaktan yoksun olan en yoksul yüzde 5 küreselleşmeden hiç yarar sağlayamamıştı. Küresel gelir dağılımının en alttaki üçte birinde yer alanların önemli kazanımlar elde etmiş, gerçek gelirleri yüzde 40 ile yüzde 70 arasında oranda artmıştı. Ancak en büyük artışlar medyan civarında kaydedildi: Küresel gelir dağılımının 50’nci ve 60’ıncı yüzdelik dilimi arasında yaklaşık 200 milyon Çinli, 90 milyon Hintli, Türkiye, Endonezya ve Brezilya’nın her birinden yaklaşık 30’ar milyon insan gelirlerini reel olarak yüzde 80 artırdı. Küresel değer zincirinin (yoksa besin zinciri mi demeliyiz) en üstündeki yüzde 5’lik kaymak tabaka ve gelişen piyasa ekonomilerinin orta sınıfları gerçekten de küreselleşmenin ana kazananlarıdır. Sistemi tehdit eden, gelişmiş ekonomilerdeki orta sınıfların gelirlerinin bu yirmi yılda neredeyse aynı kalmış olmasıydı.
2008 Küresel Krizi bu durumu daha da kötüleştirdi. Zengin dünyanın ortalama bireyleri görece yoksullaştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilk kez gelişmiş ekonomilerdeki bugünkü kuşak anne-babalarından daha yoksul. Toplumlar endişeli ve öfkeli. Bir orta sınıf rejimi olan demokrasiyle yönetilen bu ülkeler orta sınıflarının tepkilerine kayıtsız kalamıyor. Siyasetin ağırlık merkezi hızla popülizme ve yabancı düşmanlığına kaymış durumda. Aşırı sağcı söylemleri ve korumacı vaatleri kullanarak güçlenen dışlayıcı siyasal akımlar yükselişlerini sürdürüyor.
Zenginler mutsuz olduğu gibi yoksullar da eşitsizlikten ve küresel düzende yeteri kadar temsil hakkına sahip olamamaktan mutsuzdu. Ekim 2010’da Güney Kore’nin Gyeongju kentinde gerçekleştirilen G-20 Bakanlar ve Merkez Bankası Başkanları toplantısının çıkmaza girmesine yol açan tartışma gelişen piyasa ekonomilerinin küresel mimaride ve uluslararası finansal kuruluşlarda daha fazla söz hakkı talep etmesinden kaynaklandı. TCMB’yi temsilen katıldığım toplantı sabah 7:30’a kadar sürdü ama anlaşma sağlanamadı. Zenginler kulübü barbarların(!) kapıya dayandığının farkındaydı ama geçişi sorunsuz yapabilmek ve kendi pozisyonlarını sağlama almak için süre istiyordu. Değişimin hızı merkez için kabul edilemez ölçüdeydi. Buna karşın gelişen piyasa temsilcileri olarak biz ise “dünya yediden büyüktür” demesek de onu kastediyorduk. Ekonomik gerçekliğin masadaki ağırlığa daha fazla gecikmeden yansımasını talep diyorduk. G-20 üyesi gelişmiş ülkelerin dünya ekonomisindeki payları yüzde 70’ten yüzde 46’ya gerilerken gelişen piyasaların payı yüzde 13’ten yüzde 33’e çıkmıştı.
Buna karşın uluslararası forumların karar mekanizmalarındaki ağırlıkları hiç değişmemişti. Türkiye, küresel ekonominin yüzde 1,25’ini, küresel ticaretin yüzde 1,5’ini, küresel nüfusun yüzde 1’ini temsil ettiği halde IMF’de ekonomik olarak yarısı, nüfus olarak yedide biri olan Belçika’nın temsil ettiği grupta yer alıyordu. 2010 Gyeongju toplantısındaki isyan sonuç verdi ve Türkiye’nin IMF kotası yüzde 0,96’ya çıkarıldıysa da sağlanan iyileşme çok sınırlıydı. Küresel düzenin yükünü çekenlere baldırı çıplak muamelesi yapılmaya devam ediyordu.
Mutsuzlar, gelişmiş ve gelişen ekonomilerden ibaret değildi. Çok daha kritik bir başka mutsuz vardı. Yeryüzü gezegeni, kalkınma ve büyüme adına doğal çevresinin bu kadar yıkıma uğramasından mutsuzdu. Gelişen piyasa ekonomilerini -Çin başta olmak üzere- dünyanın sanayi üretim merkezi haline getirip muazzam miktarda üretimi ucuza sağlarken doğal çevre hızla yıkıma uğramıştı. Dünyanın düşük enflasyonla yüksek büyüme yaşadığı yıllar aslında gezegenin varlığının nakde çevrilmesiyle mümkün oluyordu.
Fransız Devriminin üçüncü sloganının gerçekleşmesi yönetişim ilkelerine uygun adil, hakkaniyetli, katılımcı ve kapsayıcı, çevreye duyarlı bir küresel düzen ile mümkündü. Küresel Yeni Dünya Düzeni bunu başaramadı. Küresel entegrasyon bir varlık değil yükümlülük haline geldi. 1990’dan 2020’ye kadar süren umut dönemi kapandı, korku çağının gölgesi yeniden dünyanın üzerine düştü. Dünya zor bir döneme doğru savruluyor. Bilincimizi ve algımızı belirleyen kavramlar önem kaybediyor. Aşina olduğumuz nedensellikler ve ilişkiler açıklayıcı güçlerini yitiriyor. Korku öfkeyi, öfke akıl dışılığı ve nefreti getiriyor. 21’inci yüzyılın ikinci çeyreği yerine Milenyum dönümünde gömdüğümüzü düşündüğümüz geçmişin hortlaklarının cirit attığı bir karanlığına giriyoruz.
Quo Vadis: Parçalanmış Dünya Düzeni
Eylül 1990’da isim merasimi bir ABD başkanı tarafından Kongrede yapılan Yeni Dünya Düzeninin –buna Birinci Yeni Dünya Düzeni 1.YDD diyelim de karışmasın– ölümünü 28 yıl sonra yine bir ABD başkanı, Dünya Düzeninin simge kuruluşlarından biri olan BM’in genel kurul toplantısında ilan etmişti. 2018 Eylül’ünde ABD Başkanı Donald Trump, BM Genel Kurul’nda konuşma yapacağı saatte salonda olamadı ve konuşma sırasını kaçırdı. Gecikmeli konuşmasında verdiği şu mesaj ise 1. YDD’nin tabutuna çakılan çivi gibiydi; “ABD, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne desteğini çekmektedir. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin meşruiyeti artık kaybolmuştur. ABD, Amerikalılar tarafından yönetilir. Biz küreselleşme doktrinini reddediyoruz. Tüm dünyadaki ülkeler kendi ülkelerini korumalıdır.”
Özellikle Kasım’da yapılan başkanlık seçimlerini Donald Trump’ın kazanması, yeni bir döneme girileceği konusunda yaygın bir kanı oluşmasını sağladı. Trump seçildiğine göre korumacı politikalar uygulanacak, ülkeler kendi içlerine kapanacak, küresel normlar ve liberal değerler hiçe sayılacak, çevre bilinci ve yeşil dönüşüm rafa kaldırılacak, kısacası ayrışmanın, düşmanlığın ve tutuculuğun egemen olacağı bir düzen kurulacaktı. Trump bu değişimin sadece mümessili (simgeleşmiş temsilcisi) değil aynı zamanda müsebbibi (oluşmasına neden olan etken) olarak görüldü. Liderler ve kararları gelişmelerin seyrinde bir rol oynar, değişimin hızını etkileyebilir ama toplumsal ve siyasal çıktıyı belirleyemez. Büyük değişimleri daha önce de belirttiğimiz gibi nesnel tarihsel koşullar belirler. İçinde bulunduğunuz durumu kişilere gerektiğinden fazla ağırlık atfederek açıklamaya çalıştıkça altyapının etkisini gözden kaçırma riski artar. II. Dünya Savaşı, liderlerin barış söylevleriyle çıkmıştı. Savaştan önce Hitler bile; “Tamamen başarıya ulaşsa bile Avrupa’da bir askeri harekatın yol açacağı kayıplar sağlayacağı kazanımlarla orantısız olacaktır” dediği bir konuşma yapmıştı. İşte tam da bu yüzden dünya düzenindeki değişimi aşırı sağcı ve popülist liderlerin iş başına gelmesiyle açıklamak yanıltıcı olacaktır. Bir başka deyişle, Trump seçildiği için dünya düzeninde köklü bir değişim olmayacak. Derinde bir değişim olmakta olduğu için Trump’ın temsil ettiği siyaset yönetime geliyor.
Bununla birlikte dünya düzeninin değişiminde ABD’nin önemli bir etki yapacağı açık. Önümüzdeki dönemde küresel jeopolitiği de ekonomi politiği de belirleyecek ana eksen ABD ile Çin arasındaki düşmanca rekabet ve bunun kaçınılmaz sonucu da hesaplaşma yaşanması olacak. Seçimi kim kazanırsa kazansın önümüzdeki dönemde ABD ile Çin arasında hesaplaşma kaçınılmaz olacaktı. Trump yönetiminde bu hesaplaşmanın daha dolaysız, daha geniş cephede ve daha sert olacağı anlaşılıyor. Kötü olan şu ki tıpkı bir sürüde huzursuzluğun bulaşıcı olması gibi korumacılık, içe kapanma ve akıl dışılık da bulaşıcıdır. Dünyanın en büyük iki ekonomisi ve aynı zamanda en dehşetli iki askeri gücü arasındaki gerilimin küresel sisteme yükleyeceği enerji fay hatları boyunca yayılıp bütün dünyayı sarsacak depremleri tetikleyecektir.
İkinci Yeni Dünya Düzeninin işleyişini anlamak, 1994 yılında Nobel Anısına İsveç Merkez Bankası Ekonomi Bilimleri Ödülü’nü kazanan John Nash’in oyun teorisi modelini anlamaktan geçiyor. Kendi adıyla anılan ve aslında bütün taraflar için kötü bir sonuç olmasına karşın yine de kaçınılmaz olarak gerçekleşen Nash dengesi en iyi “Tutuklu İkilemi” modeliyle açıklanır. Model, birlikte suç işleyen ve yakalanan iki tutuklunun davranışlarının analizi üzerine kurulur. Suç ortakları yakalanmış ve ayrı odalarda sorguya alınmıştır. Birbirleriyle iletişim kurmaları imkansızdır. Polisin elindeki deliller, itiraf olamadan asıl suçtan hüküm giymelerine yetmemektedir ve her ikisi de bunun farkındadır. Savcılık, itiraf almak için bastırırken tutuklular da şunları bilmektedir:
- Her ikisi de itirafa yanaşmazsa birer yıl hapisle kurtulacak (-1; -1)
- İçlerinden biri itiraf eder, diğeri ise inkar ederse suç kanıtlanacak, itirafçı serbest kalırken diğer suç ortağı adaleti yanıltma cezası da eklenerek on yıl hüküm giyecektir. (0; -10) ya da (-10; 0)
- Her ikisi de itiraf ederse suç sabit olacak ama itirafçılık işe yaramayacak, suç ortakları 6’şar yıl hapis cezasına çarptırılacaklardır. (-6; -6)
Aslında bu durumda en iyi çözüm her ikisinin de sessiz kalması durumu (-1; -1) olduğu halde, sadece bir suçlunun itiraf etmesi durumunda serbest kalma olasılığı bulunması (0, -10) dikkate alındığında sessiz kalmak her iki suçlu için de itiraftan daha kötü bir seçenek olacağından (0 > -1), ikisi için de rasyonel görünen seçenek itirafçı olarak suç ortaklarını satmaktır. Bu durumda baskın strateji, toplamda iki oyuncu için de en iyi olan durum (-1; -1) yerine, ikisi için de kötü olan bir durum (-6; -6) olarak hesaplanır. Bu sonuç, oyundaki en kötü toplam sonuç olmasına karşın bundan kaçabilmek imkansızdır. Benzer şekilde, ülkelerin birbiriyle eşgüdüm içinde serbest ticaret yapması aslında en olumlu sonucu sağlayacakken bir ülkenin diğerleri aleyhine korumacılığa yönelmesi bütün sistemin çöküşünü getirecektir.
İkinci Yeni Dünya Düzeni’nin kurulacağı önümüzdeki en az 10 yıllık dönemi belirleyecek olan dinamikler; küreselleşmeyle oluşan entegrasyonların gevşemesi, küresel değer zincirlerinin dağılması, içe kapanma, “yerlilik ve millilik” adına her ülkenin ticarette korumacılığa yönelmesi ve yatırımların/üretimin kendi topraklarında gerçekleşmesi için zorlayıcı önlemlere başvurması, düşmanca rekabet olacak. Bunun sonucunda da tutukluların ikilemi modelindeki Nash dengesi daha kötü ekonomik koşulların hüküm süreceği daha düşmanca bir dünya ortaya çıkaracak. Küresel entegrasyon zayıflayacak, yerini daha yerel, daha bölgesel ekonomik ilişki ağları alacak. Dünyada son otuz yılda sağlanan ekonomik mucizeye (düşen enflasyonla birlikte yüksek büyüme) imkân tanıyan model; malların parça parça en ucuza üretildiği yerlerde üretilip birleştirilmesi, küresel tedarik ağlarında malların ve üretim faktörlerinin serbestçe dolaşması, katma değerin küresel değer zincirlerinde paylaşılmasıydı. Bundan sonraki dönemde bunların yerini çok daha sınırlı ve geçici iş birliklerine bırakması beklenmeli. Ama tabii filozof Heraklitos’un dediği gibi; aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız. Dolayısıyla küreselleşmenin tamamen ortadan kalkacağı Mad Max filmi gibi distopik bir dünyaya zıplamayacağız. Daha çok küreselleşmenin parçalı bir sürümünü deneyimleyeceğiz.
Sonuç olarak daha riskli finansal sistem, daha yüksek enflasyon, daha yüksek sermaye maliyeti, daha düşük ticaret hacmi gibi olumsuzluklar kaçınılmaz. Ama her şey bu kadar karanlık değil tabii. Teknolojik gelişme önümüzde çığırlar açmak için sabırsızlanıyor. Yapay zeka, malzeme bilimi, moleküler biyoloji ve genetik, enerji alanlarında yaşanabilecek devrimci sıçramalar –Kuhn’un terminolojisine referans verirsek– bizi “olağan ekonominin boyunduruğundan kurtarıp özgürleştirebilir. Charles Dickens, “İki Şehrin Hikayesi” romanına şöyle epik bir başlangıcı uygun görmüştü; “Zamanların en iyisiydi zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu, … sözün kısası, şimdikine alabildiğince benzer bir dönemdi.”
Yeni Düzenin Dünyada ve Türkiye’de Ekonomik Yansımaları
İkinci Yeni Dünya Düzeni nasıl olsa bir süre daha bizimle olduğuna göre kendisini tanımaya fırsatımız olacak. Dolayısıyla teorik analizi burada bırakıp daha somut bir değerlendirmeyle, bu değişimin doludizgin yaşanacağı 2025 yılında dünya ekonomisi ve Türkiye ekonomisi üzerinde yaratacağı etkilere odaklanabiliriz. Çin ekonomisi üzerinde baskıların artacağını biliyoruz. Hatta Çinli yatırımcıların ortak olduğu ya da Çinli tedarikçiler ile yoğun ilişki içinde olan firmaların üzerine de baskı yapılması şaşırtıcı olmayacak. ABD’nin Çin’e yönelik kuşatma ve engelleme politikasının doğal sonucu olarak dünya ekonomisi de etkilenecek. Oysa Çin’in ekonomik başarı hikayesini yaratan model şöyle işlemekteydi; muazzam miktarlarda kitlesel üretim ve hem bu ölçek ekonomisinin hem negatif dışsallıkların sayesinde düşük maliyet, yurt içi çıktı fazlasının dışarıya satılması, iç tüketimin baskılanmasıyla sağlanan tasarruf fazlasının Çin mallarını almak isteyenlere finansman olanağı olarak sunulması. Başarı hikayesini mucizeye dönüştüren ise Kapitalist ekonomik modelin devletin sahipliğinde işletilmesi ve böylece bu döngünün sürgit devam etmesiydi. 2019’dan beri döngüye sokulan her çomak büyük kırılmalara yol açtı. 1.YDD döneminde çeyrek yüzyıl boyunca ortalama yüzde 9’a yakın yıllık büyüme sağlamış Çin ekonomik düzeneği, 2019 sonunda ilk kez yüzde 5’in altında büyüme ile tanıştı. Bugün artık o bile ulaşılmaz bir hayal.
Bu tabloyu daha da vahimleştiren enflasyon verisi Çin’in adım adım “Japonyalaşma” (Japanification) çıkmazına sürüklenebileceğinin işaretlerini barındırıyor.
Çin’de yaşanması muhtemel üretim kaybı yüzünden Çin sanayisi geçmişteki gibi yüksek miktarda emtia talebi yaratmayacağından, emtia fiyatları için zayıf bir görünüm söz konusu olacak. Buna ilave olarak ABD tüketicisinin, ithalat vergileri yüzünden oluşacak maliyet artışından duyacağı rahatsızlığı dengelemek amacıyla Trump yönetiminin enerji maliyetini düşürme politikası izleyeceği anlaşılıyor. Düşük petrol fiyatı başta Rusya ve Venezuela gibi üreticileri kontrol altında tutmaya da hizmet edecek. Bu bakımdan petrol fiyatına ilişkin riskler aşağı yönlü olacak. Trump yönetiminin Nijerya ve Libya gibi yedekte bekleyen üreticileri desteklemek, Suudi Arabistan’ın üretim kısıtlamalarını gevşetmesi yönünde baskı yapmak ve Alaska petrolü de dâhil çevre sorunu endişesiyle kullanılmayan ABD kaynaklarını devreye almak, son olarak kömür üzerindeki kısıtlamaları gevşetmek gibi adımlar atması bekleniyor ki bu da daha zayıf bir görünüme işaret ediyor.
ABD’nin Avrupa meselelerine olan ilgisinde ve daha önemlisi desteğinde azalma olması kaçınılmaz. Cumhuriyetçi Parti’nin Roosevelt’e kadar dış politika tercihinin temelini oluşturan izolasyonizme geri dönüş çağrışımları yapan “ABD’yi dünyanın dertlerie bulaştırmama” söylemi seçim kampanyasında seçmenden destek gördü. Ayrıca Trump, içerde vergileri azaltabilmek için kısabileceği bütün maliyetleri kısmaya çalışıyor. Avrupa güvenliği için para harcamak ise isteyeceği en son şey. Bu da AB’nin Rusya ile baş başa kalması anlamına geliyor. Öte yandan izolasyonizm ABD’nin, AB üzerinde Çin ile ekonomik ilişkilerin azaltılması yönünde baskı uygulamasına engel teşkil etmiyor. ABD son bir yılda AB’den 780 milyar dolara yakın mal ve hizmet ithalatı yaptı. AB’ye ihracatı ise 650 milyar doların altında. Trump yönetiminin AB’ye yönelik daha yüksek gümrük tarifeleri uygulaması ve hatta tarife dışı engeller getirmesi olasılığı hiç de az değil. Çin ile hesaplaşmasında cephe daraltmak isteyen ABD’nin Rusya-Çin eksenini zayıflatmak istediği biliniyor. Rusya’nın Çin ile iş birliğinden geri adım atması halinde Putin’e bazı ödünler verilmesi sürpriz olmayacaktır. Bu ise AB’nin hoşuna gitmeyecek başka bir adım olur.
Korumacı politikaların ve popülizmin yayılması küresel ekonomiyi, uluslararası ticareti, ve gelişen piyasa ekonomilerini olumsuz etkileyecek. Ayrıca, küresel piyasalarda ABD dolarının hem ekonomik hem jeopolitik etkenler nedeniyle görece güçleneceği bir görünüm söz konusu. Bu gelişmeler, gelişen piyasa ekonomilerine yönelik sermaye akımlarını da olumsuz etkileyecektir.
Yerkabuğunda biriken tektonik enerji, kabuğu en zayıf yerlerinden kırarak fay hatlarını oluşturur. Benzer biçimde jeopolitik gerilim de sistemi en zayıf yerlerinden kırar. Türkiye içinde bulunduğu bölge itibarıyla jeolojik olduğu kadar jeopolitik fay hatlarının da yoğun olduğu bir konumda. Bu yüzden Türkiye’de olan hiçbir şey sadece Türkiye ile ilgili değildir, burada olup bitmez.
Türkiye dünya sistemindeki gelişmeleri yakından izleyen ve bunlara uygun tepki vermeye çalışan bir ülke olagelmiştir. Dolayısıyla son dönemdeki değişiklikleri de bu bakış açısıyla kavramakta yarar var. İktisat politikaları 1920’lerde dünya ile uyum içinde liberaldi, 1930’larda dünya ile birlikte Türkiye de otoriterleşti. 1950’lerde Atlantik İttifakı yanlısı, 1970’lerde kalkınmacı, 1980’lerde piyasalaşma-serbesti yanlısı olduk.
Vestfalya dönemi ile Köprülü reformları, Viyana Kongresi ile Tanzimat, Paris Anlaşması ile Islahat, BM’in kurulması ile çok partili sistem hemen hemen aynı zamanda oldu.
Şimdi neden farklı olsun?..
Karadeniz’in kuzeyinde ve Avrupa’daki gelişmeler, Türkiye’nin güneyindeki çatışma ortamı, ABD-Çin geriliminin yaratacağı artçı şoklar ve yeni düzenin küresel ekonomideki yansımaları Türkiye açısından büyük önem taşıyor. İyi haber şu; Türkiye bu zorluklarla mücadele etme konusunda bir hayli deneyim sahibi. Emtia fiyatlarının zayıf seyretmesi, Çin’in ekonomik zorluklar yaşaması, büyük ve dinamik bir pazarının olması Türkiye’ye fırsatlar sunuyor. Çin’e alternatif tedarik kaynağı arayan müşteriler için 300 milyar ABD dolarının üzerindeki nitelikli sanayi üretimi ile Türkiye neredeyse bölgedeki tek seçenek. Ortadoğu’daki jeopolitik gelişmeler de Türkiye’nin hareket alanının ve etkisinin artacağına işaret ediyor. ABD ve Avrupa arasında ittifakın zayıflaması her iki aktör açısından da Türkiye’nin görece dış politika ağırlığını artırır. Rusya üzerindeki ablukanın gevşetilmesi de Türkiye’ye esneklik kazandırır. Ama fırsatları potansiyelden kinetiğe, kuvveden fiile geçirmek için kapasite, yetkinlik ve beceri gerekiyor. Türkiye’nin karşı karşıya olacağı risklerin 2025 yılında doğacak fırsatları değerlendirmesine ne ölçüde izin vereceği önemli bir soru. Küresel talebin zayıf seyretmesi, küresel risk iştahının azalması, finansman maliyetlerinin artması ve finansmana erişimde yaşanacak zorluklar Türkiye’nin aşması gereken engeller. Ayrıca bölgede askeri gerilimlerin yükselmesi ise bir diğer tehdit unsuru.
İkinci Yeni Dünya Düzeni Adlandırması Üzerine
Türk şiirinde 1950’li yıllarda ortaya çıkan İkinci Yeni akımının benimsediği genel ilkeler; “…gelenekten kopukluk, biçimcilik (formalizm), duyuları ve algıları karıştırma, anlamsızlık, akıl dışılık ve kapalılık” olarak sıralanmış. İzlenen politikaların sonuçları itibarıyla akıl dışılık bu yeni döneme damgasını vuracak. Yükselen siyasal akımların ülkelerinde içinden çıktıkları siyaset geleneğinden kopuklukları da çok çarpıcı. Yeni dönem, biçimin çoğu kez içeriğin önüne geçtiği, duyuların ve algıların karıştırıldığı (post-truth) bir dönem olacak. Gördüğünüz gibi dünya düzenimizle karşılaştırma yaparken İkinci Yeni’nin özellikler listesindeki hemen her başlığa artı atabiliyoruz. Öyleyse İkinci Yeni Dünya Düzenine hoş geldiniz.
[*] İngiltere Başbakanı Churchill, 1946’da yaptığı bir konuşmada “Avrupa kıtasının üzerine, Baltık’taki Stettin’den Adriyatik’teki Trieste’ye kadar bir demir perde indi” demiş ve bu ifade Doğu Bloku’nu ifade etmek için kullanılmıştı.