Ana SayfaVİDEO HABERYOLDAKİ İŞARETLER | Mehmet Akif Koç: “Türkiye'nin Suriye’de bir planı olması şaşırtıcı...

YOLDAKİ İŞARETLER | Mehmet Akif Koç: “Türkiye’nin Suriye’de bir planı olması şaşırtıcı değil, 950 km sınırımız var, Moğolistan’dan bahsetmiyoruz”

Yoldaki İşaretler’in bu bölümünde Orta Doğu uzmanı Mehmet Akif Koç ile İran’ı konuştuk: . Türkiye'deki karar vericiler Suriye'nin İran açısından ne kadar kıymetli olduğunu okuyamadılar. Hatta gidip İran'ı ikna edebileceklerini düşünüyorlardı. Bu romantizm Türkiye İslamcılığının büyük problemlerinden bir tanesidir. ‘Eğer diyorlar, bu rejim yıkılırsa, yerine gelenler Amerika'nın aşıkları olur.’ Retorik dışında buna dair bir delil yok. Yerlerine gelenler mesela İhvancı olacaksa otomatikman niye Amerika'nın güdümünde olsunlar?” “Türkiye ile Suriye arasında 950 km bir sınır var. Yani biz burada Moğolistan'dan bahsetmiyoruz. Dört beş asırdır zaten o yönettiği için Türkiye'nin Suriye'de bir planı olmasının veya burayla bir bağının olmasının şaşırtıcı bir tarafı yok.”

(Bu program; 11 Kasım 2024 tarihinde, Beşar Esad’ın devrilmesinden önce çekilmiştir.)

İZLEMEK İÇİN

Programdan özetler…

“1979’da kullanılan anlamıyla İrancılık ile 2024 Kasım’da kullanılan anlamıyla İrancılık birbirinden çok farklı. 1980’lerdekiyle 90’lardaki birbirinden farklı, 90’larla 2000’ler birbirinden farklı. Temsil ettiği gruplar, kitleler, kesimler açısından farklı. Başlangıçta daha Humeyni sempatizanlığıyla, daha mezhepler üstü bir şeyle ilişkilendirilerek kullanılıyordu bu terim. 79 Şubat itibariyle Humeyni Paris’ten Tahran’a indiği zaman, o dönemdeki karizmatik liderliğiyle Orta Doğu’daki kitleler üzerinde, dindar kitleler üzerinde, Şii olsun, Sünni olsun, hatta Mustazaflık üst kümesi üzerinden Hristiyanlar üzerinde de ifade ettiği anlam bambaşkaydı. Fakat her güç iktidarda oldukça imtihan oluyor. Farklı imtihanlardan geçiyor, hayatın içerisinde politikayla, askeri ilişkilerle, ekonomik ilişkilerle farklı testlere tabi tutuluyor ve günün sonunda her güç kendi rotasını çiziyor. Kendi rotasını çizdikçe de bu ideolojik anlamlar flulaşmaya başlıyor. Bu süreçte de ideolojik olarak yakınlaşanlar, zaman içerisinde aradıkları ideolojik karşılığı bulamadıklarında yavaş yavaş uzaklaşmaya başlıyorlar. Bu bütün ideolojiler için, devrimler için aşağı yukarı böyle. Sovyet Devrimi’nde de aşağı yukarı böyle olmuştur. Sovyet Devrimi’ne çekilen kitleler, entelektüeller, gruplar, 1930’lara geldiğiniz zaman çoktan geri çekilmişlerdi. İran Devriminde de benzer bir şey var. 79’da 80’lerin başında Tahran’da olanlarla 90’ların başında Tahran’da olanlar aynı değil. 2020’lerde Tahran’da olanlar 79’dakilerden çok farklı. Dolayısıyla zaman içerisinde, aradan geçen süre içerisinde, farklı testlere tabi tutuldukça İrancılık kavramı da mahiyet değiştiriyor.

79’lardaki İrancılığın biraz daha mezhepler üstü bir karakteri vardı. Çünkü mezhepler Sünnilik ve Şiilik boyutuyla henüz imtihana tabi tutulmamıştı. Bunun üç önemli testi oldu: Birincisi, İran-Irak Savaşıydı 1980-1988. İkincisi, 1982’de Suriye’deki iç savaş benzeri Hama-Humus’taki olaylardı. Üçüncüsü ve 2020’lere gelindiğinde diğerlerinden daha belirleyici olan da Suriye’deki iç savaştı. Bilhassa 2014, 15, 16’larla birlikte. Dolayısıyla bu üç teste tabi tutulduktan sonra geriye dönüp İrancılık neydi, ne değildi ve nereye doğru gidiyor ona bakmak lazım.

(İran-Irak Savaşı Sünni-Şii gerilimini nasıl etkiledi?) Belli noktalarda Şiilik, Sünnilik iç içe geçiyordu. Çünkü bir tarafta mücadele ettikleri küresel bir şebeke var onların tabiriyle. O küresel şebekeye kim taş atıyorsa, moda tabirle, alnı da secdeye değiyorsa, onu benimsiyorlar. Şii olmuş, Sünni olmuş, Şiilerin Usuli tarafındaymış, Ahbari tarafındaymış yahut Sünnilerin İhvancı tarafındaymış, daha geleneksel tarafındaymış, ona çok bakılmıyordu. 60’ların 70’lerin çatışmacı konjonktüründe politik söylem olarak kendine yakın buluyorsa destekliyordu. Fakat İran-Irak Savaşıyla birlikte Körfezden ithal edilen “2. Kadisiye Savaşı” söylemleri ilk kırılmayı tetikledi. Oysaki bundan önce şehirli olsun, taşralı olsun, Türk olsun, Kürt olsun ya da Şiiliğe sempatisi olsun, olmasın, İhvan’a sempatisi olsun, olmasın; fark etmez. 1979 Şubat’ta Humeyni’nin Paris’ten Tahran’a dönüşünü Türkiye’de alkışlamayan İslamcı kesim çok nadirdir. Açıktan ifade etmediyse de içten bir şekilde memnun olmuştur.

(Suriye İç Savaşı esnasında İran’ın Suriye’ye bakışı hakkında) “Suriye sadece Suriye değil. Suriye üzerinden Hizbullah’a da erişebiliyorsunuz. Suriye üzerinden Hamas’a da erişebiliyorsunuz. Hamas kadar birinci derecede önemli olmayan İslami Cihat’a da erişebiliyorsunuz. Artı İsrail’i tehdit edebiliyorsunuz. Demokles’in kılıcı gibi İsrail’in üzerinde Suriye gibi güçlü bir kara ülkesinin kılıcını sallayabiliyorsunuz. Dolayısıyla bu imkanlardan vazgeçmek istemedi İran. Bu güçlü bir politik manevra alanı sağlıyordu ona. Türkiye’deki karar vericiler Suriye’nin İran açısından ne kadar kıymetli olduğunu okuyamadılar. Hatta gidip İran’ı ikna edebileceklerini düşünüyorlardı. Yani düşünüyorlardı ki ‘82’de Hama’da, Humus’ta böyle bir şey oldu ve Ağa Hümeyni o dönem hiç karşı çıkmadı buna. Bu Türkiye İslamcıları üzerine kırılma yarattı. Şimdi aynı şey tekrar oluyor. Aynı adamlar tekrar isyan ediyor. Aynı hatayı tekrar yapmayın. Türkiye’deki İslamcıları kaybetmeyin.’ gibi argümanlarla İran’ı ikna edebileceklerini düşündüler. Fakat işte bu romantizm Türkiye İslamcılığının büyük problemlerinden bir tanesidir. Devletler arası ilişkilerde romantizm bir alan bulamaz. Burası Orta Doğu, elinden silahı bırakanın yaşama şansı yoktur. Dolayısıyla burada şartlar çok çabuk değişir, çok çabuk dönüşür.”

“Mutlak olarak bu Direniş Cephesi denilen yapının söylediği doğrudur veya onların karşılarındaki muhaliflerin söylediği doğrudur diye bir şey yok. İki tarafın da doğru olan tarafları var. Evet, Suriye’deki yönetimin yıkılması, Baas rejiminin, Esad rejiminin yıkılması İsrail’in lehine gelir. Bu bir vakadır. Amerika’nın da tercih edeceği bir şeydir bu. Fakat, otomatikman söylenen şey şu: ‘Eğer diyorlar, bu rejim yıkılırsa, yerine gelenler Amerika’nın aşıkları olur.’ Buna dair deliliniz nedir? Diskur dışında, retorik dışında buna dair bir delil yok. Yerlerine gelenler mesela İhvancı olacaksa otomatikman niye Amerika’nın güdümünde olsunlar? Bu gruplar, 2013 Temmuz’da senin onu Sisi eliyle Kahire’de devirdiğini görüyorlar. Aynı gruplar niye gelip tekrar güdümüne girsin?”

(Suriye İç Savaşı’nda Türkiye’nin müdahalesinin Amerikancılıkla itham edilmesi hakkında) “Bölge haritasına baktığımız zaman Türkiye ile Suriye arasında 950 km bir sınır var. Yani biz burada Moğolistan’dan bahsetmiyoruz. Başka bir gezegenden bir ülke gelip de Suriye’de bir şey yapıyor konumunda değil. Burası jeopolitik olarak Türkiye’nin kendi arka bahçesi gibi gördüğü yerler. Irak da böyledir, Suriye de böyledir. Suriye ve Irak onun doğal jeopolitik yönelim alanlarıydı. Bunda şaşıracak bir şey yok. Bu normal coğrafyanın dikte ettiği bir şeydir. Dolayısıyla dört beş asırdır zaten o yönettiği için Türkiye’nin Suriye’de bir planı olmasının veya burayla bir bağının olmasının şaşırtıcı bir tarafı yok. Bunlar zaten vakıa, zaten olan şeylerdir. Burada olayı ajite etmek için olaya bir Amerikancı ithamı kattığınız zaman siz kendi söyleminizi güya daha inanılır kılmış oluyorsunuz ama karikatürize ediyorsunuz bir yandan da. Türkiye ile Suriye ayrı gezegenlerde olup aralarında hiçbir ilişki olmasa da sonra Amerika diye bir yapı ortaya çıkıp ikisini birbiriyle savaştırırsa gerçekten tamam denilen şeyin bir mantığı olur. Ancak zaten bu yapılar birbirleriyle mücadele halinde. PKK’nın başındaki adam yıllarca Şam’da, Bekaa’da yaşadı Suriye rejiminin kontrolünde. Zaten arada 950 kilometre var. Zaten arada bir dünya sınırı ihtilafı var. Zaten orası dört beş asır yukarıdan yönetilmiş. Dolayısıyla bu söylem olayı ajite etmek için kullanılan bir argüman, bir diskur sadece. Ama bu söylem tamamen yanlış da değil. İşin bir tarafı da o. Amerika ile Türkiye’nin ajandaları Suriye gündeminde uyuşuyordu.”

- Advertisment -