Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAhmet Davutoğlu Serbestiyet için yazdı: Stratejik Derinlik tezinin uygulama alanı olarak Türkiye-Suriye...

Ahmet Davutoğlu Serbestiyet için yazdı: Stratejik Derinlik tezinin uygulama alanı olarak Türkiye-Suriye ilişkileri: Ne yaptık, ne yapmalıyız?

Gelecek Partisi lideri, eski Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu Serbestiyet için yazdı: “Suriye krizinin başladığı 2011 yılından bu yana Stratejik Derinlik tezini itibarsızlaştırmak için yoğun bir algı operasyonu yürütüldü. Stratejik Derinlik, bazılarının okumadan iddia ettikleri gibi “Yeni Osmanlı”cı bir hükümranlık doktrini değildi. Türkiye son yaşanan sürece asla bir siyasi zafer veya fetih psikolojisi ve söylemi ile yaklaşmamalıdır. Söylenmesi ve vurgulanması gereken ana argüman şu olmalıdır: “Yaşanan devrim bir bütün olarak Suriye halkına aittir ve Suriye Suriyelilerindir.”

Suriye krizinin başladığı 2011 yılından bu yana Esad rejiminin işlediği insanlık suçlarını örtbas etmek ve genelde Türkiye’yi, özelde beni sorumlu sandalyesine oturtmak isteyenler, Stratejik Derinlik tezini itibarsızlaştırmak için yoğun bir algı operasyonu yürüttüler. Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dünya ölçekli uluslararası konumunu ele almaya çalışan Stratejik Derinlik tezinin (2001’de yayınlanan kitabımın başlığı) Suriye krizine indirgenmesi akademik olarak tutarsızlık, siyasi olarak basit bir fırsatçılıktı. İktidar yanlılarının “başarıyı kendi hanelerine, başarısızlığı ise her tür saldırıya açık bir eski bakana/başbakana” yükleme Makyavelizm’i, muhalefet yanlılarının ise tarih bilincinden yoksun içe kapanmacı yaklaşımı bu indirgemeci tavrın zihinsel arkaplanını oluşturdu.

Suriye’deki gelişmelerin akabinde yaklaşık çeyrek asır önce yazdığım bir kitabın başlığı olan bu tezin adil ve objektif bir şekilde değerlendirilmesinin mümkün hale geldiğini düşünüyorum. Daha detaylı olarak bir kitapta ele almayı planladığım bu süreçler, aynı zamanda Türk dış politikasında yeni bir paradigma kurma çabasının tarihçesini de oluşturmaktadır.

Hiç şüphe yoktur ki bu paradigma değişiminde, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak bu dönemlerin tümünde yürütmenin başında bulunmuş Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Başbakan (2002 Kasım-2003 Mart), Dışişleri Bakanı (2003-2007) ve Cumhurbaşkanı (2007-2014) olarak görev ifa etmiş Sayın Abdullah Gül’ün siyasi iradelerinin yönlendirici ve belirleyici bir etkisi olmuştur.[1] Benim de Başdanışman (2002-2009), Dışişleri Bakanı (2009-2014) ve Başbakan (2014-2016) olarak içinde olduğum süreçlerde bu tezin öngördüğü şekilde,

-Komşu ülkelerle ve yükselen küresel güçlerle kurduğumuz Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyleri ile stratejik/diplomatik/ekonomik derinliğimizin güçlenmesini;[2]

-Çevre havzalarda oluşturulan kurucu mekanizmalarla bölgesel istikrar derinliğinin tahkim edilme çabalarını;[3]

-Üçlü mekanizmalar üzerinden çevre bölgelerde Türkiye-odaklı işbirliği alanlarının derinleştirilmesini;[4]

-Asya derinliğinde Türk Konseyi’nin (2009) kurulmasını,

-Büyük güçlerin rekabet alanına dönüşmekte olan Afrika’da stratejik/diplomatik/ekonomik derinliğimizin güçlenmesini;[5]

-Son derece sınırlı ilişkilerimizin olduğu Latin Amerika ve Karayipler bölgesindeki açılımlarla Atlantik ötesi stratejik/diplomatik/ekonomik derinliğimizin genişlemesini;[6]

-Doğu Asya ve Pasifik bölgelerindeki stratejik/diplomatik/ekonomik derinliğimizin tahkim edilmesini;[7]

-Küresel ve bölgesel ölçekli uluslararası örgütlere üye, gözlemci ya da işbirliği ortağı olarak katılmak suretiyle diplomatik derinliğimizin kurumsal nitelik kazanmasını;[8]

-BM’deki kurumsal etkinliğimizin derinlik kazanmasını;[9]

-Avrupa derinliğimizin kurumsallaşması için AB ile yaptığımız 18 Mart 2016 mutabakatı ile vize serbestliğinde, Gümrük Birliği anlaşmasının revizyonunda ve müzakerelerde sağlanan ancak bizden sonra akamete uğratılan ilerlemeyi,

-Çok sayıda ikili arabuluculuk çalışması yürüterek barış diplomasisi algımızın güçlenmesini;[10]

-Dost ve kardeş ülkelerdeki iç gerilimleri aşmak için çok sayıda ulusal uzlaşı çalışmalarına katkıda bulunulmasını;[11]

-Bölgesel istikrar için dost ülkelerde stratejik nitelikli askeri üsler kurulmasını;[12]

-Diplomaside ince güç (soft power) araçlarının etkin kullanılarak kültürel, sosyal ve ekonomik alanlardaki diplomatik derinliğimizin artırılmasını;[13]

-Türk Diplomasisine özgün kavramsal çerçeveler kazandırılmasını;[14]

yok sayanlar ya da görmek istemeyenler Esad rejiminin dış payandalarla bir müddet daha ayakta kalmış olmasını “Stratejik Derinlik” tezinin çöküşüne delil olarak ileri sürdüler.

İşin daha acısı, dış politikadaki paradigma değişimini ve hamlelerini kabullenenlerin ve bu hamlelerin meyvesini yiyenlerin de bu saldırılar karşısında ya sessiz kalmayı ya da küçük siyasi hesaplarla bu saldırıları teşviki tercih etmeleriydi. Bütün bu hamleleri sahiplenirken küçük siyasi hesaplarla bu hamlelerin zihni altyapısı olarak görülen Stratejik Derinlik tezinin “günah keçisi” olarak gösterilmesine çanak tuttular.

Bu ülkenin vicdanı ve aklı esir alınmamış aydınlarını ve siyasetçilerini bu kritik süreçte samimi bir yüzleşmeye davet ediyorum. Yanlış anlaşılmasın, niyetim eleştirenleri suçlamak değil. Eleştirilmeyen bir ilim adamı hiçbir özgün tez üretememiş, eleştirilmeyen bir siyasetçi aslında özgün bir siyaset ortaya koyamamış demektir. Ancak okumadan eleştirmek, olgularla kişiler arasındaki ilişkilerde seçici davranmak, yorumları kişilerin güç sahibi olma durumuna göre ayarlamak akademisyen olarak ahlaki tutarsızlık, siyasetçi olarak fırsatçılıktır.

Şimdi hem Stratejik Derinlik tezini yeniden yorumlama hem de geçmişten ders çıkararak Türkiye’nin en uzun sınıra sahip olduğu komşusu Suriye ile ilişkileri doğru bir zeminde yeniden değerlendirme vaktidir.

Soğuk Savaş Sonrası Bir Paradigma Değişimi Olarak Stratejik Derinlik

Stratejik Derinlik tezinin öngördüğü en önemli varsayım değişikliği, Türkiye’nin artık Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi bir kutbun ‘kanat ülkesi’ olarak değil, tarihin büyük bir ivmeyle aktığı bir stratejik ve jeopolitik ortamın ‘merkez ülkesi’ olarak görülmesi ve politikaların buna göre şekillenmesi gerektiğiydi.

Böylesi bir stratejik varsayım değişimi merkezden çevreye doğru yayılan bir düzen ve istikrar anlayışını beraberinde getiriyordu. Komşu ülkelerden yakın kara havzasındaki bölgelere (Balkanlar/Doğu Avrupa-Kafkaslar-Ortadoğu/Batı Asya), oradan yakın deniz havzasına (Karadeniz-Doğu Akdeniz-Körfez-Hazar) ve yakın kıta havzasına (Avrupa- Kuzey Afrika- Güney Asya, Orta ve Doğu Asya) yayılan stratejik analizler, öngörüler ve teklifler yöntem olarak benimsediğimiz tarihi ve coğrafi süreklilik unsurlarına dayalı yaklaşımın doğal sonucuydu. Dış politika uygulamalarında kullandığımız ‘kriz değil vizyon yönetimi’, ‘düzen kurucu rol’, ‘yumuşak güç’ ‘vizyoner insani diplomasi’, ‘karşılıklı jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel etkileşim’, ‘komşularla sıfır sorun’, ‘ritmik diplomasi’, ‘Afrika; Latin Amerika ve Pasifiklere yeni açılım politikaları’ gibi kavramlar, ilkeler ve politika önermeleri aslında Stratejik Derinlik yaklaşımının yansımalarıdır.

Bu bağlamda başdanışmanlık görevini üstlendikten sonra farklı konuşmalarda dile getirdiğim yeni dış politika ilkeleri Stratejik Derinliğin teorik çerçevesinden uygulama pratiğine geçişin anahtar çerçevesini oluşturdu: (i) özgürlük-güvenlik dengesi, (ii) komşularla sıfır sorun ve etkin bölge politikaları, (iii) merkez ülke anlayışıyla çok-boyutlu ve çok kulvarlı dış politika, (iv) yumuşak güç ağırlıklı yeni bir diplomatik üslup ve (v) sınır ötesi bölgelere ve uluslararası örgütlere yönelik yeni açılımlara dayalı ritmik diplomasi.

Bu bağlamda Stratejik Derinlik, bazılarının okumadan iddia ettikleri ya da Türkiye-merkezli bir yaklaşımı tehdit olarak görenlerin önyargılı yaklaşımlarında itham ettikleri gibi, “Yeni Osmanlı”cı bir hükümranlık doktrini değildi. Balkanlarda Balkan Savaşı, Kafkaslarda 93 Harbi, Ortadoğu’da ise Birinci Dünya Savaşı sonrası dağılan bölgesel etkileşim alanlarının tekrar kurulmasıyla Türkiye’nin etrafında devletler arasında eşitlik ilkesine dayalı bir bölgesel düzenler sistematiği oluşturmaktı. Nasıl Avrupa Birliği düşüncesi Kutsal Roma Germen imparatorluğunu ihya etmeye indirgenemezse, bölgesel ekonomik, sosyal ve kültürel entegrasyonlar fikrine dayanan Stratejik Derinlik tezi de maceracı bir yeni-Osmanlıcı yaklaşıma indirgenemez.

Bu tezin komşu ülkeler ve bölgelerle ilgili esasları da şu beş ana temelde özetlenebilir: (i) 1916’da İngiliz ve Fransız sömürgecilerinin gizli bir anlaşma ile çizdiği Sykes-Picot haritasıyla şekillenen güney sınırlarımız başta olmak üzere Türkiye’nin sınırları -İran sınırı hariç- tarihin sınamasından geçmiş doğal sınırlar değildir; (ii) birçok yerde şehirleri ve köyleri bölen bu sınırlar, ancak ve ancak karşılıklı iyi ilişkiler ve yoğun siyasi, ekonomik ve kültürel etkileşimlerle barışçıl niteliğini koruyabilir; (iii) istenmeyen gerilim ve savaş şartlarında komşu ülkeler kendi sınırlarını koruyamaz hale geldiğinde Türkiye’nin güvenliğini doğal olmayan sınırlar temelinde sağlamak zorlaşır ve sınır ötesindeki doğal hatları göz önünde bulundurmak gerekir; (iv) Türkiye’nin uzun dönemli stratejik algısında asli hedef komşu halkların vicdanlarında doğru bir zemin kazanmaktır; (v) bölgesel sorunlar küresel güçlerin rekabetlerine ve istismarlarına izin vermeyecek şekilde bölgesel sahiplenmeyle çözüme kavuşturulmalıdır.

Stratejik Derinlik Tezinin Sınama Alanı Olarak Suriye

Bu temel ilkelerin en önemli sınama alanı Suriye olmuştur. 2002 Kasım’ında göreve başladığımızda o zamana kadar ilişkilerimizin neredeyse donma noktasında olduğu Suriye ile yeni bir dönemin başlamasını yeni dış politika paradigmasının da en önemli ayaklarından biri olarak görüyorduk.

Neden Suriye? Çünkü Suriye,

Stratejik Derinlik’te zikrettiğim Batı Asya-Kuzey Orta Doğu- Mezopotamya- Levant- Doğu Akdeniz havzalarının etkileşim ülkesiydi;

-bölgenin en önemli sorun alanları olan Filistin, Lübnan ve Irak’a aynı anda komşu olan yegane ülkeydi;

-911 km ile en uzun sınırlara sahip olduğumuz komşumuzdu ve bu sınır boyunca şehirler ve köyler bölünüp akraba topluluklar birbirinden koparılmış, sınıra döşenen mayınlar Türkiye ile Ortadoğu arasında Berlin Duvarı benzeri bir ayrım hattı oluşturmuştu;

-lojistik açısından Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan en geniş kapısıydı;

-Kıbrıs sorunu başta olmak üzere Doğu Akdeniz dengelerinde ana aktörlerden biriydi.

Bu çerçevede Stratejik Derinlik Perspektifi açısından Türkiye-Suriye ilişkilerinde üç farklı dönem yaşandı:

I. Barışçıl Düzen Kurucu Tez Olarak Stratejik Derinlik: Bölgesel Entegrasyon ve Suriye (2003-2011)

10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in son derece doğru bir kararla Hafız Esad’ın cenazesine katılımıyla yumuşamaya başlayan ilişkiler, ABD’nin Irak müdahalesi öncesi Başbakan Abdullah Gül’ün “Irak’a Komşu Ülkeler Zirvesi” hazırlıkları bağlamında 4 Ocak 2003’te yaptığı ziyaretle yeni bir denkleme oturdu. 2003-2009 yılları arasında Başbakan Başdanışmanı sıfatıyla yaptığım Şam ziyaretlerinde gerek Başbakan Erdoğan’ın gerekse Cumhurbaşkanı Gül’ün mesajlarını bizzat iletirken devlet katında Suriye konusundaki stratejimizi uygulamaya koymuştuk. Buna göre, Suriye ile ilişkilerimizi ekonomik entegrasyona gidecek şekilde derinleştirecek, bunun için de Bush yönetiminin ve o dönem Amerikan yönetimine hakim neo-conların ilan ettiği Şer Ekseni’nin bir ayağı olarak görülen Suriye’nin uluslararası izolasyondan çıkarılması için mücadele edecektik.

Bu temel çerçevede, 2003-2009 arasında Suriye ve çevresindeki krizlerin çözümüne odaklandık. Dışişleri Bakanlığı görevine geldiğim 2009 yılından sonra ise Suriye ile ilişkilerimizi karşılıklı saygı içinde ekonomik entegrasyona yönelik derinleştirme doğrultusunda kapsamlı bir strateji ortaya koyduk.

Bu bağlamda bölgesel krizler ve uluslararası ilişkiler alanında,

-Irak savaşı sonrası Suriye ile Irak konusundaki istişarelerimizi derinleştirdik;

-Lübnan’da Refik Hariri suikastı sonrası Suriye’ye uygulanan izolasyon karşısında Suriye’nin izolasyondan çıkabilmesi için net bir tavır sergiledik ve Saad Hariri ile Beşşar Esad arasında bir arabuluculuk kanalı oluşturduk;

-2006 yazında Lübnan’da Hizbullah ile İsrail arasında yaşanan savaştan sonra askeri birliklerimizin Suriye’den geçmesi başta olmak üzere askeri ve güvenlik ilişkilerimizi güçlendirdik;

-2007-2008’de Lübnan Cumhurbaşkanlığı krizinin aşılmasında birlikte çaba gösterdik ve 17 Mayıs 2008’de Mişel Süleyman’ın Cumhurbaşkanı seçilmesini sağladık;

-İsrail’in 6 Eylül 2007’de Deyrezzor’daki nükleer çalışmalar yapıldığını iddia ettiği tesise yönelik saldırısında Suriye’nin yanında yer aldık ve ABD ile Suriye, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yaptık;

-2008’de Golan Tepeleri’nin işgalden kurtarılması için İsrail ile Suriye arasında beş tur süren dolaylı barış görüşmelerine arabuluculuk ve ev sahipliği yaptık;

-2006 ve 2008-2009 Gazze savaşlarında Filistinli grupları desteklemek ve ateşkes sağlamak üzere birlikte çaba gösterdik;

-19 Ağustos 2009’da Bağdat’ta Irak Dışişleri ve Maliye bakanlıkları başta olmak üzere kamu binalarına yönelik saldırılar nedeniyle gerilen Irak-Suriye ilişkilerinde arabuluculuk yaptık ve Dışişleri Bakanları arasında Irak-Türkiye-Suriye üçlü mekanizmasını kurduk.

İkili ilişkiler ve bölgesel vizyon alanında,

-22-23 Aralık 2009’da iki ülke arasında “Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi”ni kurduk ve yapılan ortak kabine toplantısında 50 anlaşma imzaladık;

-Bu anlaşmalar çerçevesinde Suriye kurumlarının modernizasyonu için danışman heyetleri gönderdik ve ortak komiteler oluşturduk;

-2010 yılında kimliklerle seyahat edecek şekilde vizeleri kaldırdık; sınır kapılarını açtık ve mayınlı alanları temizledik;

-Ekonomik entegrasyonun bir parçası olarak Serbest Ticaret Anlaşması imzaladık;

-Gaziantep ile Halep arasında planlanan hızlı tren başta olmak üzere iki ülke arasındaki ulaştırma, lojistik ve enerji hatlarını geliştirme kararı aldık;

-Ortak Doğu Akdeniz politikasının bir sonucu olarak KKTC’ye yönelik ambargoları aşmak üzere Lazkiye-Gazi Magosa feribot seferleri başlatıldı;

-Başta Afrika olmak üzere Suriye’nin temsilinin olmadığı ülkelerde Türk diplomatik temsilciliklerinin Suriye vatandaşlarının sorunları ve temsil konularında Suriye’ye destek verilmesinde mutabık kaldık;

-Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün arasında 2010 yılında Serbest Vize-Serbest Ticaret esaslarına dayalı “Levant Bölgesel İşbirliği” projesini hayata geçirme kararı aldık; Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün arasında oluşturulan Levant İş Forumu İstanbul Deklarasyonu kapsamında, 14 ayrı başlıkta belirlenen 75 projeye imza atıldı. Bu işbirliği bölgesinin adını da sembolik olarak Şengen’e atıfla “Şamgen” koyduk;

-Türkiye, Irak ve Suriye arasında enerji-su-ticaret üçgenine dayalı “Mezopotamya İşbirliği” projesi üzerinde çalışmaya başladık.

Bu kapsamlı stratejik perspektif, Türkiye-Suriye ilişkilerini yeni dış politika paradigmamızın örnek modeli haline getirdi. 2010’un Aralık ayında Tunus’ta Arap devrimlerinin ilk işaret fişeği atıldığında Türkiye-Suriye ilişkileri zirve dönemini yaşıyor; Türkiye-Suriye eksenine bir taraftan Levant projesi ile Ürdün ve Lübnan, diğer taraftan Mezopotamya projesinde Irak’ın katılımı ile bir kriz hattı olarak görülen Doğu Akdeniz’den Körfez’e uzanan Kuzey Ortadoğu’da bir alt-bölgesel düzenin altyapısı kurulmaya başlıyordu. İran, Suudi Arabistan, Mısır ve Körfez ülkeleriyle geliştirdiğimiz dengeli ve iyi ilişkilerle de bu alt-bölgesel yapılanmaların çevre şartlarını kontrol altına almaya çalışıyorduk.

II. Önleyici Güvenlik Doktrini Olarak Stratejik Derinlik: Bölgesel Türbülans ve Suriye

Arap gençlerinin haklı talepleri ile oluşan “Arap Baharı” dalgasının her küresel gücün kendi stratejik çıkarları ve bölge ülkelerinin de kendi kaygı ve hedeflerinin oluşturduğu kaotik ortamda bir tsunamiye dönüşerek devlet yapılarını sarsmaya başlaması bu paradigmanın hayata geçirilmesinde yeni risk alanları oluşturdu. Olayların Tunus’tan Mısır, Yemen, Libya ve Bahreyn’e yayılması ve özellikle Libya’da küresel güçlerin müdahale etmesi üzerine Suriye ile ilgili stratejimizi iki ana odağa oturttuk: (i) Suriye’nin bu tsunami etkisinden mümkün olduğu kadar uzakta tutulması ve bunun için de (ii) Suriye’nin zaten kendi iradesiyle girmiş olduğu reform ve modernleşme süreçlerinin toplumsal talepleri karşılayacak şekilde takvimlendirilerek muhtemel sosyal patlamaların önüne geçilmesi.

Bu bağlamda Mısır’da 11 Şubat 2011’de Mübarek rejiminin devrilmesinden dört gün önce Asi Nehri üzerinde 7 Şubat’ta Dostluk Barajı’nın temellerini attığımız gün Halep’te yaptığımız görüşmede Sayın Erdoğan ile birlikte Beşşar Esad’a ilk samimi kaygılarımızı ve kanaatlerimizi aktardık. 19 Mart 2011’de Fransa’nın öncülüğünde Libya’ya müdahale edilmesi üzerine gerçekleştirilen NATO toplantılarında ve ikili görüşmelerde benzer bir müdahalenin Suriye’ye yapılmasına izin vermeyeceğimizi ilgili bütün taraflara bildirdik.

Suriye’deki ilk gösterilerde -Mısır, Libya ve Yemen’deki gösterilerin aksine- lider ve rejim değişikliğinden ziyade reform taleplerine odaklanılmış olması da barışçıl bir reform sürecini mümkün kılıyordu. Ancak Beşşar Esad ve Baas rejiminin güç odakları, küçük küçük adımlarla işleyen bir reform sürecindense -içeriden ve dışarıdan gelen telkinlerle- Hafız Esad’ın 1982 Hama katliamındaki demir yumruk yöntemini benimsedi.

Olayların yaygınlaşma emaresi gösterdiği 6 Nisan 2011’de Suriye’ye gittiğimde bu kasvetli havanın sokaklara ve çarşılara egemen olmaya başladığını gözlemledim. Bu ziyarette Beşşar Esad’a durumun ciddiyetini anlatarak üç temel konuda adım atılmasının Suriye’nin bu tsunami etkisinin dışında kalması açısından önemli olduğunu dostça vurguladım: (i) Gösterilere ordu gücüyle değil, can kaybına yol açmayacak şekilde polis gücüyle müdahale edilmesi; (ii) dış müdahalelerle doğabilecek kışkırtmalara karşı iç ulusal uzlaşı çalışmalarına başlanması ve öncelikle Kürtlere vatandaşlık kimliği verilmesi; (iii) zaten 2005 Şam Deklarasyonu ile başlamış olan reform çalışmalarının zamana yayılarak bir takvimle ilan edilmesi suretiyle bu dalganın yumuşatılması.

Ancak rejimin bu adımları atmak yerine daha da sert ordu müdahalelerine yönelmesi sonrasında 29 Nisan 2011’de ilk mülteci gruplarının Türkiye’ye girişlerinin başlaması üzerine entegrasyona kadar giden pozitif gündemli Stratejik Derinlik paradigması sınır boylarında güvenlik derinliği ihtiyacına dönüşmeye başladı. Bütün uyarılarımıza ve ortak istihbarat-güvenlik mekanizmalarına rağmen 2011 Ramazan’ında Hama, Humus ve Deyrezzor’a ordunun sert müdahalelerle girmesi ve Lazkiye’nin denizden topa tutulması üzerine 9 Ağustos 2011’de Beşşar Esad ile yaptığımız altı saatlik görüşmede Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’dan ilettiğim mesajlarda Suriye’deki gelişmelerin Türkiye için de bir güvenlik sorunu oluşturmaya başladığını, bu meseleyi bir iç savaşa dönüşmeden çözebilmek için desteğe hazır olduğumuzu, ancak Suriye’nin bu tsunami ortamından çıkabilmesi için öncelikli sorumluluğun kendilerine düştüğünü ifade ettikten sonra ordunun şehirlerden çekilmesi, ulusal uzlaşı çalışmalarına yoğunluk verilmesi, siyasi ve toplumsal talepleri içeren bir reform takviminin ilan edilerek tansiyonun düşürülmesi tavsiyelerinde bulundum.

Dışişleri Bakanlığı arşivinde bütün detayları olan bu görüşmenin hiçbir aşamasında, – daha sonra rejim tarafından yapılan propagandalarda zikredildiği şekilde- başka ülkelerden mesaj iletilmesi, Müslüman Kardeşler odaklı taleplerde bulunulması ve tahakküm edici bir dil kullanılması söz konusu değildir. Dönemin Suriye Başbakanı Riyad Hicab da gerek televizyon mülakatlarında gerekse kaleme aldığı hatıratında bu konularda takındığım tutumun ve tavsiyelerimin sadece Suriye’nin menfaatlerine yönelik olduğunu teyit etmiştir.

Suriye rejiminin bu samimi tavsiyeleri dinlemek yerine gittikçe artan bir şiddet sarmalı ile şehirlere varil bombaları, tanklar ve kimyasal silahlarla saldırması üzerine muhalefetin direnişi dalga dalga yayılmaya başlayınca Türkiye olarak bütün kurumlarımızla Suriye içindeki toplum kesimleriyle yakın temasa geçtik. Suriye muhalefetinin sivil kanadının küresel güçlerin başkentlerinde değil de başta Gaziantep ve İstanbul olmak üzere Türkiye’de yapılanmasında temsil gücüne çok önem verdik. Suriye Ulusal Koalisyonu (SUK) başkanlarının ve önemli liderlerinin kimlikleri bu hassasiyeti yansıtmaktadır: Burhan Galyun /SUK Başkanı, Sünni Arap, Ekim 2011-Haziran 2012; Abdülbasit Seyda/SUK Başkanı, Kürt, Haziran 2012-Kasım 2012; George Sabra/SUK Başkanı, Hristiyan, Kasım 2012-Temmuz 2013; Muaz Hatip/SMDK Başkanı, Arap-Emevi Camii İmamı, Kasım 2012-Nisan 2013; Gassan Hito/Geçici Hükümetin Başbakanı, Kürt, 2013; Halid Hoca/SUK Başkanı, Türkmen, Ocak 2015-Mart 2016; Riyad Hicab, Sünni Arap, rejimin 2012 yılına kadarki Başbakanı ve muhalefetin başmüzakerecisi; Munzir Mahos/ SUK Paris temsilcisi, Alevi Arap.

Suriye muhalefetinin Türkiye’deki mevcudiyeti yüzünden ağır eleştirilere de maruz kaldık. Halbuki sivil muhalefetin Türkiye’de yapılanmasındaki temel amacımız, rejimin reform ve ulusal uzlaşı çalışmalarını kabul etmesi halinde muhtemel bir geçiş sürecinde rejim ile masaya oturabilecek bir alternatif oluşmasıydı. Nitekim Cenevre ve Astana süreçlerinde Türkiye’nin aktif ve başat bir aktör olarak devrede olması bu yolla sağlanabildi.

Öte yandan Suriye rejim güçlerinin sınır kapılarımızda kontrolü kaybetmesi doğal olarak Özgür Suriye Ordusu yapılanmasını beraberinde getirdi. Sivil muhalefetin ve askeri yapılanmanın oluşumu, Türkiye’nin başlattığı ya da tahrik ettiği süreçlerle değil, aksine rejimin baskılarının doğal sonucu olarak şekillendi.

2012 yazında rejim Humus, Hama, Halep, Münbiç, Rakka, Deyrezzor ve Dera başta olmak üzere Şam Kırsalı’nın önemli bir kısmında kontrolü kaybetmişti. Ancak 2012 güzünden sonra özellikle de 2013 yazında ülke içindeki ve dışındaki birçok gelişme Suriye muhalefetinin gücünü zayıflatmış ve devrimin yaklaşık on yıl gecikmesine yol açmıştır.

-Suriye devriminin başlıca gecikme nedenleri ana başlıklarla şu şekilde özetlenebilir: Başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin 2012 Mısır seçimlerinde ortaya çıkan sonuçtan hareketle İsrail’in güvenliği açısından halkıyla barışık demokratik bir Suriye’yi değil zayıf bir diktatörün yönettiği kırılgan bir Suriye’yi tercih etmeleri,

-Bu hedef doğrultusunda 2013 Ağustos’unda halkına karşı kimyasal silah kullandığı BM Kimyasal Silahları Önleme Örgütü tarafından tespit edilen Esad rejimini cezalandırmak yerine Rusya ile hareket ederek kimyasal silahların transferi yönünde uzlaşıya gitmesi,

-Rejimin bu gelişmeyle birlikte “hangi yöntemi uygularsa uygulasın” müeyyide görmeyeceği inancıyla şiddet dozunu her geçen gün artırması,

-ABD politikasındaki bu değişimi gözlemleyen Rusya’nın Ukrayna stratejisinin bir karşı destek unsuru olarak Suriye’yi kullanmaya karar vermesi,

-2013 Mayıs’ından itibaren Irak’taki Amerikan hapishanelerinin boşaltılması sonrasında oluşan ve Suriye’ye giren IŞİD unsurlarının Suriye halkının direnişini organize eden barışçıl ve yerli muhalefeti zayıflatması,

-Bu gelişmeyle birlikte Arap halklarının acımasız diktatörlük düzeni ile kaotik terör düzensizliği arasında kıskaca alınması,

-Bahreyn ve Yemen’de Arap Baharı yönünde tavır alan İran’ın söz konusu Suriye olunca Esad rejimini kayıtsız şartsız desteklemesi ve alana yoğun milis sevk ederek statükoyu koruma çabası içine girmesi,

-Mısır, Libya ve Yemen’den sonra Suriye halkının da demokrasi yönünde taleplerde bulunmasının geleneksel Arap yönetimlerinde yol açtığı tedirginlik.

Bütün bu faktörler ahlaki meşruiyetini ve halk nezdindeki desteğini kaybetmiş olan rejimin suni teneffüs ile koruma altına alınmasını sağladı.

Bu süreçten sonra Türkiye, bir taraftan “Suriye Halkının Dostları Grubu” oluşumu ve Cenevre ve Astana süreçleri ile krizin zararlarını minimize edecek bir diplomasi yürütürken, diğer taraftan sınır güvenliğine dayalı bir stratejik derinlik doktrini ile IŞİD ve PKK gibi terör örgütlerinin sınırlarımızı kontrol etmesini engellemek amacıyla sınır ötesi etki alanları kurmaya çalıştı.

Bu bağlamda krizin ilk anından itibaren yaptığımız güvenlik değerlendirmelerinde aşamalı olarak sınır ötesi iki ana unsur belirledik. Birincisi, mülteci akınları başladığında sınır ötesinde coğrafi duruma göre 20 km derinliğe kadar bir güvenli bölge oluşturmak. Böylece hem mültecilerin Suriye içinde kalmasını temin ederek rejimin demografik değişim baskısını kırmak hem de sınır hattımıza yönelik sızmaları engellemek mümkün olacaktı. İkincisi, bu yakın ölçekli derinlik yanında özellikle IŞİD’in ortaya çıkması sonrasında Türkiye’nin hassas güvenlik hattını Süleymaniye-Kerkük-Erbil-Musul-Rakka-Halep-İdlip-Lazkiye çizgisinin güneyine çekmek ve bu hat üzerinde Suriye’de Türkiye’ye müzahir unsurlar, Irak’ta da Irak merkezi hükümeti ve IKBY ile yakın temas halinde bir güvenlik kuşağı oluşturmak.

Bu yönde geliştirdiğimiz bütün tedbirler, TSK bünyesine sızmış FETÖ unsurları tarafından ya yavaşlatıldı ya da MİT tırları operasyonunda ve dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Güler Paşa ile yaptığımız toplantının Yaşar Güler Paşa’nın yaverinin odamıza getirdiği çantadaki dinleme cihazı ile dışarıya sızdırılması gibi örneklerde olduğu gibi sabote edildi. Öte yandan ABD ve Rusya’nın önce kimyasal silah kullanımına sessiz kalarak Esad rejiminin ömrünü uzatma kararı, ardından IŞİD gerekçesiyle Suriye’nin kuzeyini hava sahası itibarıyla Fırat’ın batısında Rusya, doğusunda ABD etki alanlarına ayırması, Türkiye’nin doğal güvenlik hattını hem ikiye böldü hem de manevra alanını daralttı.

Bu çerçevede gelişmeleri Türkiye açısından en olumsuz şekilde etkileyen faktör ise 2016 Kasım-Aralık aylarında Türkiye’ye müzahir unsurların Halep’ten çekilmesi ve şehrin Rus ve İran milislerinin hakimiyetine girmesidir. Bu şartlar altında Türkiye’nin dikkati, Suriye’nin bir bütün olarak geleceğinden ziyade sınır hatlarını terör örgütlerine karşı korumaya ve muhtemel göç hareketlerini engellenmeye odaklandı. Fırat Kalkanı Harekâtı (24 Ağustos 2016 – 29 Mart 2017) ile Cerablus ve el-Bab ilçeleri kontrol altına alınarak YPG’nin Afrin ile Münbiç’i birleştirerek bir koridor oluşturması engellenmiş,  Zeytin Dalı Harekâtı (20 Ocak – 24 Mart 2018) ile Afrin tamamıyla kontrol altına alınmış, Barış Pınarı Harekâtı (9-18 Ekim 2019) ile Rasulayn ve Tel Abyad şehirleri kontrol altına alınarak YPG güçleri sınırdan uzaklaştırılmış, Bahar Kalkanı Harekâtı (27 Şubat – 5 Mart 2020) ile de rejim güçlerinin saldırılarına karşı İdlib’in mülteciler için güvenli bölge özelliği korunmuştur.

Bu dengeler son yıllarda güç etki alanlarında önemli bir değişimin gözlenmediği tipik bir “krizin dondurulması” sonucunu doğurdu. Çatışmaların göreceli olarak durmuş olması Esad rejiminin kendisini koruduğu yanılsamasına yol açtı. Esad’ın 19 Mayıs 2023’te Arap Ligi zirvesine katılması, bazı bölge ülkelerinin rejim ile ilişkilerini normalleştirmeye başlaması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisinden Putin arabuluculuğuyla kamuoyu önünde görüşme talebinde bulunması bu yanılsamayı pekiştirdi. Halbuki uzun süreli kriz rejim ordusunu ve alandaki rejim yanlısı yabancı milisleri psikolojik olarak yıpratmış, rejimi destekleyen etnik-mezhebi toplulukların ve sosyal sınıfların ekonomik durumları her geçen gün kötüleşmişti.

III. Stratejik Derinlik Doktrininin Yeniden Yorumlanması: Karşılıklı Egemenliğe Saygı Temelinde Dayanışma ve Bölgesel Düzene Örnek Komşuluk Modeli

Bugün Suriye’de ve bölgede yeni bir stratejik ve jeopolitik durum söz konusudur. Bu kritik süreçte şu ana kadar doğru bir yöntemle hassas bir politika izleyerek bölgesel sahiplenmeyi önceleyen Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ve ilgili bütün diplomasi, güvenlik ve istihbarat birimlerimizin başarısı Türkiye’nin başarısı olacaktır. Bütün bu süreçleri içeriden yaşamış bir devlet adamı olarak şu ana kadar sürdürülen çabalara yapıcı katkıda bulunmayı hem bir görev hem de tarihe şahitlik etmenin getirdiği bir sorumluluk olarak görüyorum. Ülkemizin ve bölgemizin geleceği ile ilgili tarihi kırılma süreçleri yaşanırken siyasi görüş ayrılıkları yüzünden sessiz bir gözlemci olmayı da, müzmin bir muhalif olmayı da hayatım boyunca sürdürdüğüm siyasi ahlak ilkelerine aykırı bulurum.

Bugün acilen atılması gereken adım, Suriye’deki geçiş süreciyle ilgili detaylandırılmış ve takvimlendirilmiş bir “Stratejik Eylem Planı” geliştirilmesidir. Bu eylem planının başarısının en öncelikli şartı yeni Suriye yönetimi ile kurulacak ilişkinin psikolojik boyutudur. Türkiye-Suriye ilişkileri karşılıklı saygıya ve eşitliğe dayalı iyi komşuluk ilişkisi temelinde kurumalıdır. Bu iyi komşuluk ilişkisi, sosyal olarak ortak kültür ve tarihe, ekonomik olarak ortak çıkar temelli -Almanya ve Fransa’nın AB’ye giden süreçte kurduğu tarzda- kapsamlı bir işbirliğine ve sektörel bazlı entegrasyon mantığına dayanmalıdır.

Türkiye son yaşanan sürece asla bir siyasi zafer veya fetih psikolojisi ve söylemi ile yaklaşmamalıdır. Suriye’deki gelişmelerin iç siyaset malzemesi olarak kullanılması hem Türkiye-Suriye ilişkilerinin geleceğine zarar verir hem de çevre bölgelerimizde yanlış bir Türkiye algısının oluşmasına yol açar.

Söylenmesi ve vurgulanması gereken ana argüman şu olmalıdır: “Yaşanan devrim bir bütün olarak Suriye halkına aittir ve Suriye Suriyelilerindir. Biz Türkiye olarak tarihin ve mekânın bize kardeş kıldığı Suriye halkının acılarını paylaştık, bir insanlık borcu olarak kucağımızı ve hanelerimizi açtık. Suriye’nin geleceği ile ilgili tek hedefimiz bu dost ve kardeş ülkenin barış, huzur ve refah içinde yaşamasıdır. Suriye’nin geleceği ile ilgili asla ne ekonomik rant ne de siyasi hükümranlık iddiamız olmadı ve olmayacak. Başta İsrail olmak üzere hiçbir dış gücün de Suriye halkının yaşadığı acılar üzerinden kendi stratejik hesaplarını hayata geçirme çabasına asla geçit vermeyeceğiz. Türkiye-Suriye ilişkisi bir bütün olarak bölgemizin barış ve refah bölgesi olmasının örnek ilişki modeli ve omurgası olacaktır. Bölgedeki bütün dost ve kardeş ülkeleri Suriye’nin istikrarı ve yeniden inşası konusunda destek vermeye çağırıyoruz.”

Bu genel psikolojik zemin üzerinde Suriye’de her birinde Türkiye’nin de çok önemli katkılar sunabileceği dokuz ayaklı bir yeniden yapılandırma ve restorasyon sürecine ihtiyaç bulunmaktadır:

1. Kamu düzeni ve güvenlik: Farklı şehirlerden gelen vatanperver direnişçi grupların suça bulaşmamış eski ordu mensuplarıyla birlikte önce bir koordinasyona, sonra düzenli bir ordu hiyerarşisine sokulması halkta güven duygusu uyandırmak ve Suriye’nin birliğini ve sınır bütünlüğünü korumak açısından en önemli önceliktir. Deyrezzor’daki direnişçilerin Suriye Milli Ordusu’na katılma kararları bu açıdan son derece olumlu olmuştur. Türkiye bu bağlamda başta ordu ve polis olmak üzere güvenlik birimlerinin hiyerarşik düzende yeniden tanzim edilebilmesi için eğitim, danışmanlık ve teknik teçhizat desteği verebilir.

2. Kapsamlı bir ulusal uzlaşı süreci: Suriye’deki bütün etnik, mezhebi ve dini toplulukları bir araya getiren temsil kabiliyeti yüksek, geniş kapsamlı ve katılımcı bir ulusal uzlaşı meclisinin oluşması, çıkabilecek toplumsal huzursuzlukları azaltacak ve toplumsal barışı sağlayacaktır.

Toplulukları bir arada tutan ve ülkeleri kuran ana faktör, ortak aidiyet bilincidir. Bu süreçte özellikle rejimin işlediği suçlar dolayısıyla Arap Alevisi Suriyelilerin rövanşizme yol açacak şekilde dışlanmaması ve Lazkiye’de olduğu gibi farklı dini grup liderlerinin bir araya gelerek yerel uzlaşı çabalarında bulunması bu kritik sürecin aşılması açısından büyük önem taşımaktadır. Devrime destek veren Suveyda’daki Dürzi topluluğun ve bütün Suriye’deki Hristiyan temsilcilerin de ulusal uzlaşı çalışmalarında yer alması toplumsal güveni artıracaktır. Kürtlerin merkezi hükümet içinde temsili ve SDG kontrolündeki bölgenin yeni yönetime tam entegrasyonu da Suriye’yi bölme çabalarına engel olacaktır.

Türkiye bu konuda bütün taraflar nezdindeki itibarını korumalı ve hiçbir şekilde bir unsuru diğerine karşı destekler bir görüntü ve davranış sergilememelidir. Türkiye’de son dönemde Kürt meselesi bağlamında yaşanmakta olan gelişmeler Suriye Kürtlerini de kapsayacak şekilde geliştirilmeli ve Türkiye Suriye Kürtleri ile yeni Suriye yönetimi arasındaki köprülerin kurulmasında öncülük üstlenmelidir.

3. Sivil siyasal geçiş süreci: Şam merkezi hükümeti başta olmak üzere bütün şehirlerde direnişçiler düzenli polis ve ordu yapısına dönüşürken kamu idaresi sivil nitelikle yeniden harekete geçirilmelidir ve direniş sürecinde önemli bir misyon üstlenmiş olan yerel komitelerin öncülüğünde suça bulaşmamış yerleşik bürokrasinin de katkıda bulunacağı sivil bir kamu düzeni kurulması geçiş döneminin en büyük başarısı olacaktır. Kurtarılan bölgelerde farklı toplum ve inanç kesimlerine dönük hayat ve kıyafet tarzlarına müdahale edilmeyeceği yönündeki açıklamalar son derece olumlu olmuştur. Şu anda en önemli misyon ortak kader bilincine sahip yeni bir ulus ve devlet inşasıdır.

4. Adaletin tesisi: Geçiş sürecinde rövanşizme ve kolektif cezalandırmaya yol açmayacak ancak bireysel insanlık suçlarını da adaletle cezalandıracak bir yargı işleyişinin kurulması aciliyet kesp etmektedir. Suriye halkına zulmedenlerin cezasız kalması halkın vicdanını rahatsız ederken, kolektif cezalandırma ve yargısız infaz şeklindeki uygulamalar Suriye halkını böler ve devrimin başarısına engel olur.

5. Devlet kurumlarının etkin bir şekilde işletilmesi ve yeniden yapılandırılması: Başta bakanlıklar, yargı organları ve Merkez Bankası gibi ekonomik kurumlar olmak üzere devlet kurumlarının önce boşluk oluşmaksızın düzenli bir işleyişe, sonra da kapsamlı bir reforma tabi tutulması bir zorunluluktur. Türkiye bu konuda Suriye ile ilişkilerimizin iyi olduğu günlerde ortak kabine toplantılarında kurmuş olduğumuz Suriye kurumlarının modernizasyonuyla ilgili destek birimlerinin tekrar devreye sokulması ve Bakanlıklara, Merkez Bankası başta olmak üzere devlet kurumlarına, valiliklere ve yerel yönetimlere danışman heyetler atanması başta olmak üzere her tür yardımı sağlamalıdır.

6. Yeni anayasa yazım süreci: Geçiş süreci içinde anayasa hukukçusu uzmanlardan ve toplumsal kesim temsilcilerinden oluşan bir heyetin “Suriye’nin toprak bütünlüğü”, “temel insan hak ve hürriyetleri” ve “adil temsil” ilkelerine dayalı katılımcı bir anayasa yazım sürecinin başlatılması kalıcı düzen kurmanın en önemli aşamasıdır. Suriye’nin uzun dönemli istikrarı için bu aşamanın kapsamlı ve katılımcı istişareye dayalı şekilde sabırla yürütülmesi zaruridir.

7. Ekonomik rehabilitasyon süreci:

-Baas döneminde yaşanan ekonomik çöküş ve yaygın yoksulluğa karşı ekonomik bir seferberlik başlatılması,

-Esad ve Mahluf ailelerinin yurtdışına kaçırdığı Suriye halkına ait servetin iadesi,

-Yurtdışındaki yatırımcı Suriye vatandaşlarının ülkeye geri dönerek yatırım yapmalarının sağlanması,

-Şehirlerde tamamıyla çökmüş altyapının yeniden inşası için başta İslam Kalkınma Bankası olmak üzere uluslararası finansal kurumların katkıda bulunacağı bir fon oluşturulması,

-Tarım, sanayi ve enerji üretiminin yeniden harekete geçirilmesi

hedeflerine odaklanan kapsamlı bir ekonomik reform sürecinin başlatılması devrimin halk tarafından benimsenmesine ve toplumsal barışın sağlanmasına zemin hazırlayacaktır.

Türkiye bütün bu ekonomik konularda, özellikle de şehirlerin neredeyse tümüyle tahrip olmuş altyapılarının yeniden tesisi için teknik destek vermelidir. Türkiye ve Türk şirketleri bu konuda dünya standartlarında rekabet üstünlüğüne sahiptir. Ancak hiçbir şekilde Suriye’nin bir rant alanı olarak görülmesine izin verilmemeli ve Türkiye’nin Suriye halkı nezdindeki olumlu algısına zarar verecek her türlü girişimden kaçınılmalıdır.

8. Yerinden ve yurdundan edilen mazlum Suriyelerin evlerine dönüşleri: Suriye dışına göç etmek zorunda kalan ya da Suriye içinde yerinden edilen milyonlarca mültecinin geri dönüşleri ve yeni bir hayat kurmaları için ulusal ve uluslararası kapsamlı bir programın hayata geçirilmesi en öncelikli hedeflerden birisi olmalıdır. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR ) ile koordineli bir şekilde Suriyeli mülteci barındıran ülkelerle diyalog içinde açıklanacak bir “Eve Dönüş Planı” yeni yönetime güveni artıracaktır. En yüksek sayıda Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye, mültecilerin düzenli ve gönüllü dönüşlerinin ve yeniden yerleşmelerinin sağlanması için uygulanacak eylem planının hazırlanması ve hayata geçirilmesi konusunda öncülük yapmalıdır. Yeni Suriye yönetimi ile yapılacak bir çifte vatandaşlık anlaşması Türkiye ile Suriye arasında kitlesel dostluk köprüsü olacak bir insan unsuru oluşmasını sağlayacaktır.

9. Bölgeye ve dünyaya açık yeni bir dış politika:

-Yeni yönetime sadık diplomatlar üzerinden temsil sürekliliğinin sağlanması;

-Bu dış temsilcilikler üzerinden yeni yönetimin kendi içinde, bölgede ve dünyada barış ve istikrara katkıda bulunacağı mesajının tüm ülkelere iletilmesi;

-Yeni yönetimin tanınması için bölge ülkeleri, BM, Arap Ligi ve İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ile acil temaslar kurulması ve temsilciler atanması;

-Şam büyükelçilikleri kapalı olan bütün ülkelere güvenlik teminatı vererek büyükelçiliklerin yeniden açılması çağrısında bulunulması;

-İsrail’in Suriye’de oluşacak bir boşluğu istismar etmesine izin vermemek için Gazze soykırımına karşı net bir tavır sergilenmesi;

-İsrail’in bu süreçte Kuneytra bölgesinde işgal ettiği toprakları acilen terk ederek 1973 savaşı sonrasındaki müzakereler çerçevesinde mutabık kalınan 31 Mayıs 1974 ateşkes sınırlarına çekilmesi ve Suriye’ye dönük operasyonlara son vermesi için BM Güvenlik Konseyi’ne, BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyelerine ve BM Genel Sekreterine resmi nota gönderilmesi ve Arap Ligi ve İİT’den bu konuda destek talebinde bulunulması

yeni yönetimin uluslararası tanınırlığı açısından atılacak ilk adımlardır.

Türkiye bütün bu konularda yeni yönetime destek olmalıdır. Bu bağlamda yeni yönetimin uluslararası alanda tanınması için diplomatik destek verilmeli, Suriye’nin dış temsilciliklerinin yeniden devreye girmesine kadar ve Suriye temsilciliğinin olmadığı yerlerde Suriye vatandaşlarına yardımcı olunmalıdır. Şam Büyükelçiliği ve Halep Başkonsolosluğundan sonra Lazkiye, Deyrezzor ve Dera’da başkonsolosluklar ya da konsolosluklar açılması Suriye’deki yerel kesimlerle ilişkilerimizin güçlendirilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Ayrıca geçiş sürecindeki insani yardımların koordinasyonu ve ekonomik yeniden yapılanma konularında Suriye yönetimine diplomatik destek sağlamak üzere “Uluslararası Suriye Dostları Grubu”nun, finansal destek sağlamak üzere “Suriye Destek Fonu”nun oluşumuna öncülük edilmelidir.

Özetle, bugün Türkiye-Suriye ilişkileri herhangi iki komşu ilişkisinin çok ötesinde bir öneme sahiptir. Bu ilişkinin sağlam bir zeminde karşılıklı güven ve saygıyla inşa edilmesi hem Türkiye’nin hem de Suriye’deki yeni yönetimin önünü açacaktır. Bu sağlam zeminde en büyük destek unsuru geçen 13 yıllık acılı dönemde Türkiye’de misafir olarak ağırladığımız kardeşlerimiz olacaktır. Yüreklerinde Türkiye’ye dostluk, dillerinde Türkçe ile Suriye’ye dönecek olan bu demografik unsur belki de yakın dönem Ortadoğu tarihinin en çarpıcı etkileşim topluluklarından birini teşkil edecektir. Birçoğu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı da kazanmış olan yetkin şahsiyetlerin yeni yönetimde etkin konumlarda yer alması iki ülke arasında en sağlam köprü oluşturacaktır.

Şimdi hamasetle değil akılla, geçici duygularla değil stratejik bir bakışla, kişisel değil kurumsal bir çerçeve ile yepyeni bir komşuluk modeli geliştirme vaktidir. Karşılıklı saygıya dayalı böylesi bir komşuluk modeli sömürgecilerin yapay Sykes-Picot haritasının yol açtığı kanlı, savaşlı ve gerilimli bir yüzyıldan sonra Ortadoğu’nun makus talihini değiştirme potansiyeli taşımaktadır. Türkiye bu konuda sorumluluğunun bilincinde olarak sağduyu ile hareket etmeli ve kapsayıcı bir stratejik eylem planı ile dost ve kardeş Suriye’nin yanında yer almalıdır.


[1] Ayrıca Sayın Ahmet Necdet Sezer Cumhurbaşkanı (2000-2007), Sayın Ali Babacan da Dışişleri Bakanı (2007-2009) olarak kritik süreçlerde önemli katkılar yapmışlardır.

[2] Irak/2008, Suriye/2009, Yunanistan/2010, Rusya/2010, Çin/2010, Brezilya/2010, İran/2011, Ürdün/2009, Azerbaycan/2010, Bosna Hersek/2016, Ukrayna/2011, Gürcistan/2008, Bulgaristan/2009, Romanya/2011, Mısır/2013, Pakistan/2003, Arnavutluk/2013, Katar/2014, Brezilya/2010, Hindistan/2012, Meksika/2013, Güney Kore/2013, Fas/2014 vs.

[3] Ortadoğu’da “Irak’a Komşu Ülkeler Platformu”/2003, “Levant Ekonomik İşbirliği”/2010; “Balkanlar’da Türkiye-Bosna Hersek-Sırbistan” üçlüsü/2009, Kafkaslarda “Kafkas Barış Platformu”/2008 vb.

[4] Türkiye-Pakistan-Afganistan/2007; Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan/2012, Türkiye-İran-Azerbaycan/2007, Türkiye-Suriye-Irak/2009, Türkiye-Bosna Hersek-Sırbistan/2009, Türkiye-Bosna Hersek-Hırvatistan/2010, Türkiye-Azerbaycan-Türkmenistan/2012 vb.

[5] 1926’da Etiyopya Büyükelçiliğinin açılmasından 2009’a kadar geçen 83 yılda sadece 12 büyükelçiliğimizin bulunduğu Afrika’da Dışişleri Bakanlığını üstlendiğim 2009’dan 2014’e kadar geçen beş yılda 25 yeni büyükelçilik açılarak 37’ye, bugün itibarıyla da 44’e yükselmiştir. 2008 yılında sadece 10 olan Türkiye’deki Afrika büyükelçiliklerinin sayısı da 38’e çıkmıştır.

[6]  2010 yılına kadar sadece 5 olan bölgedeki büyükelçiliklerimizin sayısı 19’a yükselmiştir.

[7] 2009’da 10 olan Doğu Asya’daki büyükelçiliğimizin 14’e çıkması ve ASEAN gözlemci üyeliği vb. çabalar.

[8] Afrika Birliği Örgütü/2005-gözlemci üye, Şanghay İşbirliği Örgütü/2012-Diyalog Ortağı, ASEAN/2017-sektörel diyalogu, Asya Parlamenterler Meclisi/2006-üye; Pasifik Adaları Forumu/2005-gözlemci üye, Arktik Konseyi/2015-gözlemci üye, Karayipler Topluluğu ve Ortak Pazarı/CARICOM-2011, Uluslararası Frankofoni Örgütü/2008- gözlemci üye vb.

[9] İspanya ile eş-başkan olarak Medeniyetler İttifakı’nın kurulması/2005; Güvenlik Konseyi üyeliğinin kazanılması/2009-2010; Finlandiya ile birlikte Arabulucular Girişimi’ne öncülük edilmesi/2010, En Az Gelişmiş Ülkeler Zirvelerine koordinatörlük ve ev sahipliği yapılması/2011 vb.

[10] Suriye-İsrail/2007-2008, Somali-Somaliland/2013, Pakistan-Afganistan/2007, Bosna Hersek-Sırbistan/2009, Sudan-Güney Sudan/2013, Etiyopya-Eritre/2012, Suriye-Irak/2009 vb.

[11] Irak/2005-2006, Lübnan 2006-2008, Filistin/2006-2014, Kırgızistan/2010, Somali/2011 vb.

[12] Mogadişu/2016-2017, Musul/2015 ve Katar/2016i

[13] TİKA, Kızılay, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlarımızın diplomasi alanında daha aktif hale getirilmesi yanında Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı/2010, Yunus Emre Vakfı ve Merkezleri/2007, Maarif Vakfı/2016, AFAD/2009 gibi yeni kurumların kurulması.

[14] “İnsani Diplomasi”, “Proaktif Diplomasi”, “Ritmik Diplomasi”, “Akil Ülke Diplomasisi”, “Vizyoner Diplomasi”, “Komşularla Sıfır Sorun” vb.


- Advertisment -