Ana SayfaGÜNÜN YAZILARICem Köksal olayından dersler: Hangi sekülerlik?

Cem Köksal olayından dersler: Hangi sekülerlik?

Cem Köksal hatalı olsa bile konunun yargıya taşınmasının doğru olmadığı kanaatindeyim. Konu hukuki zeminde değil, toplumsal zeminde tartışılması gereken bir konu. Olayın işini kaybedecek boyuta tırmanması da bana göre gerekli değildi. Bu olay, kurumsal tarafsızlık ile kültürel kimlik arasındaki denge üstüne düşünmemizi gerektiriyor. Şirketler Köksal'ın savunduğu gibi katı seküler bir kurumsal duruş mu sergilemeli, yoksa dini ve kültürel uygulamaları kabul eden kapsayıcı bir duruş mu tercih etmelidir? Böylesi bir kapsayıcılık tarafsızlığa zarar vermez mi?

Geçtiğimiz hafta Zorlu Holding CEO’su Cem Köksal’ın gönderdiği bir e-posta, sosyal medyada çok sayıda tartışmalara neden oldu. Cem Köksal, Vestel CEO’su Ergün Güler’in Ramazan ayının başlaması nedeniyle çalışanlara gönderdiği kutlama mesajına itiraz eden bir e-posta gönderdi. Köksal, bu mesajında, şirketin kurumsal olarak sadece Şeker ve Kurban bayramlarını kutladığını, Ramazan ayı gibi diğer dini günlerin kurumsal kutlamalar arasında yer almadığını belirtti. Ayrıca, şirketin dini konulardan bağımsız bir duruş sergilediğini ve çok uluslu bir yapıya sahip olmayı hedeflediğini vurguladı. ​Bu e-posta, sosyal medyaya sızarak geniş bir kitleye ulaştı ve kamuoyunda tartışmalara yol açtı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Köksal hakkında “inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme” suçundan soruşturma başlattı. Zorlu Holding Yönetim Kurulu, oluşan hassasiyeti paylaşarak, Köksal’ın 1 Mart 2025 itibarıyla görevinden istifa ettiğini duyurdu. Bir grup Cem Köksal’ın tavrını din karşıtı bir tutum olarak okurken, diğer bir grup ise Köksal’ın tavrının seküler bir şirket politikası olduğunu, yazdığı e-postadan dolayı eleştirilemeyeceğini iddia etti. Olayı doğal olarak sekülerlik tartışmaları ile de ilişkilendirenler oldu. Fatih Altaylı mesela Köksal’ı şöyle savundu: “Adamların şirket içi meselesi, size ne kardeşim? Mecbur muyuz dindar olmaya?”.

Köksal olayı felsefi açıdan çok sayıda ilginç dersler ve sorular taşıyor. Bu derslerin bir kısmı, aslında felsefenin neden şirketler ve CEO’lar için de gerekli bir disiplin olduğuna da işaret ediyor. Bu yazıda olayın ana boyutuna odaklanacağım: Cem Köksal’ın mesajı hatalı mıydı? Elbette buna cevap vermek için farklı bakış açılarına bakacağız. Ancak öncesinde konu ile ilgili temel bir kanaatimi paylaşayım. Cem Köksal hatalı olsa bile konunun yargıya taşınmasının doğru olmadığı kanaatindeyim. Konu hukuki zeminde değil, toplumsal zeminde tartışılması gereken bir konu. Olayın işini kaybedecek boyuta tırmanması da bana göre gerekli değildi.

Konumuza dönersek. Bu olay, kurumsal tarafsızlık ile kültürel kimlik arasındaki denge üstüne düşünmemizi gerektiriyor. Şirketler Köksal’ın savunduğu gibi katı seküler bir kurumsal duruş mu sergilemeli, yoksa dini ve kültürel uygulamaları kabul eden kapsayıcı bir duruşu mu tercih etmelidir? Böylesi bir kapsayıcılık tarafsızlığa zarar vermez mi?

Bu tartışma siyaset felsefesindeki sekülerlik tartışmaları ile yakından ilişkili. Sosyal yapılar olmaları nedeniyle şirketler çeşitli açılardan devletlere benzerler (epey bir açıdan da benzemezler tabii).  Dolayısı ile devletlerin doğası ile ilgili yapılan tartışmalar kolaylıkla şirketlerin politikalarına da uygulanabilir. Mesela şirketlerle demokratik hükümetler varlıklarını kısmen kitlelere borçludur. Hükümet halkın çoğunluğunun desteğini kaybederse meşruiyetini kaybeder. Benzer şekilde şirketler müşterilerinin desteğini kaybederlerse ciddi maddi zarara uğrayabilirler. Dolayısı ile nasıl ki hükümetler demokrasilerde halkın taleplerini görmezden gelemezse, serbest piyasada şirketler de müşterilerinin taleplerini ya da hassasiyetlerini görmezden gelemezler. Dolayısı ile Altaylı’nın dediği gibi “size ne kardeşim” söylemi her zaman geçerli değil. Şirketin bir politikası çalışanlarını ya da müşterileri/potansiyel müşterileri rahatsız ediyorsa, şirket bu politikasını gözden geçirmelidir. Devletler değişen topluma ayak uydurmak, yeni yasa ve stratejiler çıkarmak zorunda olduğu gibi, şirketler de bu konuda mesai harcamalıdır.

Sekülerlik konusuna dönersek, sekülerlik ya da laiklik kavramı Türkiye’de çokça tartışılan bir kavram. Genelde herkes kavramı çok iyi anlıyormuş gibi konuşuyor, ama bir felsefeci için tek başına bu kelime bir şey ifade etmiyor. “Din ve devlet işlerinin” ayrılması mı dediniz? Peki “devlet işleri” neyi kapsar? Devletin sınırı nerede biter? Ya da din işlerinin sınırı nerededir? Bu soruların tek bir kabul edilmiş cevabı yok. Dolayısı ile sekülerlik de çok anlamlı bir kavramdır. Konu hakkında düşünmüş herkesin soracağı soru şudur: Hangi sekülerlik? Şimdi bunu şirket bağlamında açalım. (Ama benzer tartışmalar siyaset bağlamında da yapılabilir elbette.)

Çağdaş şirket felsefelerini kabaca ikiye ayırmak mümkün. Esasında ikisi de seküler felsefeler. Birincisi, Köksal’ın pozisyonu ile eşleştirilebilecek katı seküler model. Buna göre bir şirket, profesyonel tarafsızlığını korumak için dini kabullerden kaçınmalıdır. Çalışanlar kendi özel hayatlarında dinlerini yaşayabilirler, ama iş yeri dini değerlerin gösterileceği yer değildir. İkinci model kültürel-çoğulcu model olarak isimlendirilebilir. Buna göre bir şirket, dini ibadetler/kutlamalar da dahil olmak üzere çalışanlarının ve müşterilerinin değerlerini ve geleneklerini yansıtmalıdır. Bu elbette tek bir dinin esas alınması demek değildir; ondan çoğulcu diyoruz. Çalışanlar içinde Hristiyanlar varsa onların da bayramları kutlanmalı, ibadet ihtiyaçları varsa makul ölçüde sağlanmalıdır. Müşterilerin ülke ve kültürüne göre imaj çalışması yapılmalıdır.

Liberal seküler model

İki pozisyon nasıl savunulabilir? Önce katı seküler modele bakalım. Esasında katı seküler model siyaset felsefesinde son asırda çok destek gören bir model değil. O yüzden daha liberal bir modeli tercih edeceğim. Böylesi liberal bir versiyonun güçlü bir savunmasını, 20. yüzyılın en etkili siyaset felsefecilerinden biri olan John Rawls’ta bulmak mümkün. Rawls kamusal akıl kavramına dayanan liberal bir sekülerlik modeli önermiştir. Rawls’a göre modern toplumlar çoğulcudur, yani farklı dini ve felsefi inançlara sahip insanları içerirler. Bu çeşitlilik nedeniyle, hükümet yasaları ve politikaları gerekçelendirmek için dini doktrinlere atıf yapmamalıdır. Bunun yerine, politikaları kamusal akla dayandırmalıdırlar. Bu da dini inançları ne olursa olsun herkesin kabul edebileceği argümanlar kullanmak anlamına gelir. Rawls’ın modeli elbette şirketlere de uyarlanabilir. Rawls savunduğu sekülerliğin dini bastırmayı hedeflemediğini özellikle vurgular. Amaç hükümet ve kurumların inançları ne olursa olsun tüm vatandaşlar için adil bir şekilde faaliyet göstermesini sağlamaktır. Rawls’a göre, eğer bir kurum politikalarını gerekçelendirmek için sırf Hristiyan ya da sırf İslami ilkeler kullanırsa, bu inançları paylaşmayanları yabancılaştıracaktır. Bu nedenle Rawls’un bakışında seküler yaklaşım, farklı dünya görüşlerine sahip insanların, biri diğerine hükmetmeden bir arada yaşamasına olanak tanıyan tarafsız bir çerçeve anlamına gelmektedir.

Rawls’ın modeli şirketlere de uyarlanabilir. Köksal’ın katı seküler tavrı da bu çerçeveye yerleştirilmeye çalışılabilir. Nitekim Köksal’ın argümanı, kurumsal iletişimin tarafsız kalması ve kapsayıcı bir ortam yaratmak için dini mesajlardan kaçınması gerektiği yönündeydi. Bu da dinin ilke ve pratiklerin kurumsal politikaları çoğulcu bir ortamda belirlememesi gerektiği tezi ile uyumlu gözükebilir. Buna ek olarak, seküler duruş sayesinde hiç kimsenin belirli bir dini kimliğe uyma konusunda kendini baskı altında hissetmeyeceği de söylenebilir.

Tabii Rawlsçu biri şirketin tavrını tutarlı da bulmayabilir. Unutmayalım; Rawls’un teorisi sekülerliğin dini perspektifleri dışlayan bir ideoloji haline gelmemesi gerektiğini de öne sürer. Eğer bir şirket seküler tatilleri (mesela Noel) kutluyor ancak dini günleri dışlıyorsa, o zaman gerçekten tarafsız mıdır? Ancak daha büyük bir soru var; gerçekten bu tarz bir sekülerlik tarafsız mıdır? Buna hayır cevabı veren felsefeciler var. Onlar ikinci modele daha yakın bakacaklardır.

Kapsayıcı sekülerlik

Sekülerlik üstüne yazılan bir baş yapıt olan Seküler Çağ (bu yazımızın kitap okuma önerisi de bu eser olsun!) kitabının yazarı, Kanadalı felsefeci Charles Taylor, sekülerliğin her zaman tarafsız olduğu fikrine karşı çıkmaktadır. Ona göre birçok modern toplumda sekülerlik sadece dini devletten ayırmakla kalmaz, dini ifadeyi aktif olarak marjinalleştirir. Bunu yaparken sekülerlik, din dışı dünya görüşlerini üstün gören ideolojik bir sistem haline gelebilir. Bundan kaçınmak için Taylor iki farklı sekülerlik arasında ayrım yapar. Birincisi dışlayıcı sekülerliktir. Dışlayıcı sekülerlik dini ifadenin tarafsızlık adına bastırıldığı ve dini seslerin dışlanmasına yol açan sekülerliktir. İkinci tür ise kapsayıcı sekülerliktir. Bu, dinin devletten ayrıldığı, ancak dini ifadenin kamusal yaşamda hâlâ saygı gördüğü sekülerliktir.

Taylor’a göre pek çok Batı ülkesi dışlayıcı sekülerliği tercih etmiştir. Kamu kurumları dini ifadeyi uygunsuz olarak değerlendirirken, dini olmayan ideolojiler tarafsız olarak görülmektedir. Seküler değerler kamusal söyleme hâkim olurken, dini kimliğin tamamen özel kalması beklenmektedir. Ancak bu yaklaşım dini ve dindarları marjinalleştirir.

Taylor, dışlayıcı sekülerizmin yanlış bir şekilde dinin özel/şahsi bir mesele olduğunu ve kamusal alanın dışında tutulması gerektiğini varsaydığını savunmaktadır. Ancak bu, çoğu toplum için, Türk toplumu da dahil, tamamen doğru değildir. Dini kimlik ahlaki değerleri, sosyal uyumu ve toplum hayatını şekillendirir. Ramazan mesela böyledir, sosyal uyumda ve toplum hayatında önemli rol oynar. Dini tamamen özel alana itmeye çalışmak, tarafsızlığı güçlendirmek yerine toplumsal bağları zayıflatır.

Taylor’a göre sekülerliğin daha kapsayıcı biçimleri, dini perspektifleri bastırmak yerine kamusal söylemde yer almasını sağlayacaktır. Bu sekülerlik dini kamusal hayattan silmek yerine dini ve dini olmayan görüşlerin bir arada var olabileceği bir çerçeve yaratmaya çalışacaktır.

Taylor’ın argümanı Köksal’ın tutumunun tarafsız olmadığını, dini kimliği bastıran ideolojik bir eylem olduğunu ima eder. Köksal, Ramazan tebriklerini reddederek, dindar çalışanları dışlayan bir dışlayıcı sekülerlik versiyonu uyguluyordu. Köksal’ın politikası tarafsızlık yaratmayı amaçlamış olabilir; ancak uygulamada, dini tanınmayı kimliklerinin önemli bir parçası olarak görenleri yabancılaştırıyordu.

Bu da, Köksal’a gelen tepkilerin psikolojik kökenine de işaret ediyor. Köksal’ın pozisyonu, kurumsal mesajlarda Ramazan kutlamanın bir tarafgirlik eylemi olduğunu, buna karşın Ramazan mesajından kaçınmanın tarafsızlığı koruduğunu ima ediyor. Ancak pek çok kişi bu tutumu gerçekten tarafsız bir duruştan ziyade sekülarist bir ideolojinin örtülü olarak çalışanlara empoze edilmesi olarak okudu. Bu paradoks gibi görünen şey, eylemleri toplumsal koşullardan ve bağlamdan bağımsız okumaktan kaynaklanıyor. “Tarafsızlık” bazen dışlayıcı hale gelebilir. Dindar çalışanları ve müşterileri yabancılaştırmamak, yani dışlıyor imajı vermemek önemlidir. Bu yüzden kapsayıcı bir sekülerlik modeli aramak önemlidir. Taylor’a göre bunu başarmak için, birini diğerinin lehine bastırmak yerine, dini ve seküler mesajların bir arada var olmasına izin vermeliyiz. Bu da gerçek tarafsızlığın dinin kamusal hayattan çıkarılması anlamına gelmediğini, hem dini hem de dini olmayan görüşler için alan yaratmak anlamına geldiğini kabul etmek anlamına geliyor.

Taylor böyle düşünen tek felsefeci değil. Çağımızın önemli siyaset felsefecilerinden biri Jürgen Habermas da benzer kanaattedir.

Post-seküler model

Jürgen Habermas modern toplumların katı sekülerizmin ötesine geçerek “post-seküler” bir model geliştirmeleri gerektiğini savunmaktadır. Post-seküler bir toplumda din, modası geçmiş bir kalıntı olarak değil, kamusal söylemin önemli bir parçası olarak görülür. Bu modelde dini kamusal hayattan çıkarmaya çalışmak yerine, toplumlar dini ve seküler bakış açılarını bütünleştirmenin yollarını bulmalıdır. Diğer bir deyişle, dini ve seküler perspektifler hakimiyet için rekabet etmek yerine diyalog içinde olmalıdır. Bu çağrıyı ben özellikle Türkiye’deki muhafazakâr-laik tartışması bağlamında çok kıymetli buluyorum. Ancak bu tabii başka bir yazının konusu.

Habermas’a göre katı laiklik, iki ana hedefi itibari ile toplumda gereksiz çatışmaya yol açar. Birincisi dini tamamen özel alana itmeye çalışmak. Bunun bir uzantısı olarak da dini kimlikleri profesyonel ve kamusal alanların dışında, kıymetsiz hatta zararlı şeyler olarak görmek. Habermas başlangıçta bu tarz bir sekülerliğin güçlü bir savunucusuydu, ancak daha sonra bu konudaki bakış açısı değişti.

Habermas’a göre din, demokratik tartışmalara katkıda bulunan bir etik muhakeme kaynağıdır. Dolayısı ile liberal demokrasiler dini sesleri marjinalleştirmemeli, onlarla rasyonel bir kamu diyaloğuna girmelidir. Bu da ona göre “post seküler toplum”da mümkündür. Bu toplumda dinin kaybolduğu ya da kaybolacağı varsayımı yapılmaz; kamusal yaşama şekil veren güçlerden biri olarak görülür. En önemlisi, seküler ve dindar vatandaşlar birbirlerini tehdit olarak görmek yerine karşılıklı öğrenme sürecine girerler. Devlet iki tarafa da tarafsız kalmalı, kamusal alanda ortak bir dile dökülebilmesi şartı ile dini argümanlara izin vermelidir. Bir Müslüman felsefeci olarak görüşlerimi savunmada benim tercih ettiğim ve bir dine mensup olmayanlarla diyalog kurmadaki yöntemim budur. Ve elbette Müslüman olmayan uzmanlardan çok şey öğreniyorum. Rasyonel hiçbir insan benim düşmanım değil.

Konumuza dönersek, Habermasçı bir bakış açısıyla Köksal’ın hatası, dini kurumsal iletişimden çıkarılması gereken bir şey olarak ele almasıydı. Şirket dini tebriği yasaklamamalıydı. Bunun yerine Ramazan tebriklerine izin verilirken hiçbir çalışanın oruç tutma ya da dindar gözükme konusunda baskı hissetmemesi sağlanmalıydı. Bunu sağlamak adına zaten şirketler genel olarak dindar ve dindar olmayan çalışanlar arasında kurum kültürü hakkında açık diyaloğa girmeye teşvik edilmelidir. Ve olabildiğince dışlayıcılık yerine olaylar kapsayıcılık perspektifinden okunmalıdır. Ramazan’ı tebrik etmek Müslümanlara bir saygı göstergesi olarak yorumlanmalı ve bu şekilde anlatılmalıdır mesela.

Hem Habermas, hem Taylor başarılı bir Kültürel-Çoğulcu Şirket Modeli kurmak için önemli araçlar sunuyor. Fatih Altaylı’nın alıntısına dönersek, “Mecbur muyuz dindar olmaya?” Hem Habermas, hem Taylor kimsenin dindar olmaya ya da dindar görünmeye çalışmaması gerektiğini söyleyecektir. Zaten istenen de Köksal’ın oruç tutması ya da Müslüman olması değil. Ancak başkası da şunu sorar: “Mecbur muyuz dinsiz olmaya ya da dinsiz görünmeye?” Asıl maharet iki perspektife de insanları zorlamadan, iki perspektife de alan açmak. İki perspektife de saygılı olmak. Çok kültürlü, uluslararası bir şirket olmak çok sayıda kültürü yaşatabilmekle mümkündür. Hem çalışanların hem müşterilerin yabancılaşmadan şirketle bağ kurabilmesi ile mümkündür. Bu noktada felsefeden öğrenilecek çok şey var.

- Advertisment -