Hemen her yazıda bıkmadan usanmadan işaret ediliyor. Batı’yı bilmeden ve onun tarihi süreci içinde yapıp ettiklerini merak etmeden ve bunu da insaf çerçevesinde yapmadan yeni bir şey söylemek pek muhtemeldir ki mümkün olamayacak. Çünkü geçmişteki tüm tecrübeler buna işaret etmekte. Önceki deneyim tevarüs edilerek öğrenilmeden yeni bir şey söylemek ihtimal dahiline sokulamıyor ne yazık ki. Tarih eğer yanlış söylemiyorsa bugüne değin bunun haricinde bir süreç hiç yaşanmamış. Son tahlilde neresinden bakılırsa bakılsın ister kültür denilsin isterse millet, toplumların eğitimi de böyle oluyor işte. Tefekkürde daha iyi durumda olanı tanımaya, öğrenmeye, onun nasıl yaptığına dikkat kesilmeye ve bunun üzerine yeni yöntemler ekleyerek varlığı anlamada bir öncekine göre daha bir kolaylaştırmaya ya da anlamlandırmaya fikri mücadele, yani tefekkür deniliyor. Tek tek insanlarda da böyle değil mi? Meseleyi daha da kolaylaştırmak, gerektiğinde usta çırak ilişkisinde olduğu gibi yapmak, diğer bir deyişle bilgiyi alarak yorumlama becerisini göstermek de buna benziyor. Toplumlar da aynen böyle böyle öğrenerek tefekkür ediyorlar. Elbette öğrenmek isteyenler öğreniyor.
Batı’ya ilişkin bilgilerin genel anlamda sınırlı ve eksik, dahası bilgi olmaktan çok tahayyüllerle sarmaş dolaş bir görüntü çizdiği görülüyor. Yüzyıllar boyunca birkaç örnek dışında ve merak duygusundan uzakta, duygusallıkla harmanlanmış parlak geçmiş ve gelecek anlayışının şekillendirdiği Batı hakkındaki bilginin tahkikli bir bilgi olmaktan ziyade basit bir algıdan ileriye gidemediği söylenebilir. Öyle olunca Batı’yı anlamak konusunda da bir düşünce okulu oluşturulamamıştır. Dolayısıyla kıyas yapılmaya başlandığında da yanlış unsurlar karşılaştırıldığından faydalı neticeler elde edilememiştir. Hemen hemen Batı söz konusu olduğunda ilk akla gelen, zenginlik, refah ve umran olduğundan kıyas yapma ameliyesi de ilk defa burada kendisini açık etmiştir. Bakılması gereken yerler ile bakılan yerler farklı olunca kıyas yapılamadığı gibi tefekküre mahreç olacak merak duygusu da geliştirilemiştir. Kuşkusuz bu durumda psikolojik ve tarihî arka planların belirleyiciliği göz ardı edilemez.
Bugün Batı söz konusu olduğunda ilk akla gelenin umran ve zenginlik olması makuliyetin bir sonucu. Somutun soyutu geride bırakması artık alışılan bir yaklaşım nihayetinde. Zenginlik, savaş sahasındaki üstünlük, paranın değeri, kaliteli mamulat, nitelikli bilgi üretimi ve akla gelmeyen her şey bir şekilde perdenin önünde, bakana ayan olan zevahirden. Arkada olan bitene dikkat kesilmek her zaman zor ve zahmet gerektiren bir çaba çünkü. O yüzden görünenle yetinmek ya da perdenin arkasındakileri gördüğünü söyleyene itibar etmek daha kolay ve de daha konforlu. Aslında asıl mühim olanın perdenin ardında olan bitenin ne olduğunu keşfetmekte yattığını görmek gerekiyor. Karineler bunun keşfedilemediği yolunda.
Batı denildiğinde onun güç, kuvvet ve kudretini anlamak için bilimsel devrim ya da bunun yanında Reform ve Rönesans ile birlikte Aydınlanma meselelerine eğilmenin perdenin önündekilere dikkat kesilmek demek olduğu meydanda. Çünkü bunlar ne sebep ne de ilk fiil; olsa olsa sonuç ve görüntü. Dolayısıyla öncelikle apaçık hakikatleri kabul etmekle işe başlamak belki de yolun yarısı olacak. O yüzden perdenin önünde olandan yola çıkılarak arkadaki asıl muharrik güce işaretle dikkat etmek için, yazının başlığına, “Batı Nasıl Zenginleşti?” sorusu da yerleştirilebilirdi. Ama bu da künhü ifşa etmede yetersiz kalacaktı. O yüzden önemli değil. Oldukça kaba bir biçimde yapılması gereken şeyse, için için göz kamaştıran bu türlü muvaffakiyetlerin nasıl başarıldığının zahir edilmesidir. Yoksa bir ayan-ı sabite gibi olan biteni sadece ilmin tevarüsüyle açıklamak ve kaynağı yalın bir şekilde bir önceki devre bağlamak konuyu ne denli görünür kılabilir ki? Belki sadece muğlak kılar; o kadar. Eğer böyle olacaksa da evvelin de bir evveli olduğu gerçeği hatırdan çıkarılmamalıdır. Öyle ki zaten beklenilen şey de yenilenmek ve yeni bir şeyler söylemek olmalıdır. Esatiri hatırlamak bir sonuç veriri mi kuşkusuz en iyisini konunun uzmanları bilecektir.
Batı’nın yeni bir şeyler söyleyip söylemediği Batı’nın harici tarafından henüz keşfedilebilmiş değildir. Çünkü keşfedilebilmiş olsaydı eğer mukallitliğin sürdürülmesinden bahsedilemezdi. Keşfedilebilmiş değildir; çünkü Batı’nın ne söylediğinin tasnif edilebildiğine dair bir şeyler de söylenemez. Tasnif hiç kuşkusuz bilmekle olabileceğinden bunların birbiriyle alakalı şeyler olduğundan da bahsetmek gerekiyor. Bilmek en önemli iş aslında. Okumak, okuyabilmek, sonra okuduğunu anlamak, daha sonra da anladıklarından öğrenmek mühim. Batı’nın Sicilya, Endülüs, Akdeniz ticareti ve savaşlarıyla öğrenmeye başladığı ilk şey galiba farklı okuma yollarının mümkün bulunduğunu keşfetmek oldu. Bu keşif Batı dimağını, kelime yerindeyse, yerle bir etti. Uzun uzun anlatılmalı ancak şimdilik bu okumanın metodolojiyi nasıl dönüştürdüğünün imlenmesi kafi olacak görünüyor. Zira okuma ve okuyup anlama işi felsefe değilse nedir?
Batı aklı, kendilerine atfedilen karanlık çağlarda yaşadıkları iddialarını muhtemelen hak etmiyor. Yukarıda birkaç sebebi gösterilen yollarla farklı okuma biçimlerini keşfetmiş olmaları sırasında karanlık çağda oldukları iddialarını tevsik etmek de zor görünüyor. Zira karanlığın aydınlıkla anlaşılması mümkün olduğundan bunun ne demek olduğu az çok tahmin edilebilir. Tarihin dönemlendirilmesi bile başlı başına bir dertken karanlık çağ isimlendirmeleri mevzuyu anlamaya engel olmaktan başka bir işlevi olmayacaktır. Çünkü meselenin karanlık aydınlık meselesine indirgenmesi durumunda bir sonuç alınamayacağı açıktır. Oysa dikkatli bir bakışla ilk tohumların karanlık denilen dönemlerde atılmaya başlandığına şahitlik edilebilecektir. Aksi halde çok daha geriye gitmeden yakın bir döneme karşılık gelecek şekilde Philo’yu veya Clement’i ya da Origen’i nasıl anlamak ya da hangi kefede tartmak mümkün olabilir ki? Zira bu kimseler din adamıydılar. Din adamı olmalarına karşın bambaşka bir şey yaptıkları anlaşılıyor. Öyle ki metne nasıl nüfuz edileceğini göstermekte, yeni metotların akli ve dini çerçevelerini inşa etmekteydiler. Sonraki dönemlerde Hippolu Aziz Augustine Batı aklının gelişimine kaynaklık edecek ve yaptığı yorumlarla ileride yeşerecek tohumları düşünce zeminine atacaktır. Mesele metne nasıl nüfuz edileceği ile ilgilidir ve bu aslında bugün yorum bilimi olarak anlaşılan ilmin kurulmasına karşılık gelmektedir.
Tüm etmenler zamanla birleşerek metne, yani ilahi hitaba muhataplık meselesinde Batı’ya iki noktada büyük değişim geçirtmiştir. Zaten her iki dönemde de kutsal metinlerin başka başka şekilde okunup anlaşılabileceği bazen keşfedilmiş bazen de bilinen araçlarla tekrardan hatırlanmıştır. Bu nokta muğlak olduğundan her iki açıklama da mümkün görünüyor. Bu husustaki ilk döneme damgalarını vuran kimseler olan Gratian, Albertus Magnus, Peter Lombard, Duns Scotus, Ockhamlı William, Bonaventura ve adları burada anılamayan daha pek çok Kilise Babası kutsal metinleri anlama konusunda büyük çaba harcadılar. Belki de sadece emek sarf etmekle de kalmayıp daha çoğunu yaptılar ve ampirizm, pozitivizm gibi metotları yani felsefeyi inşa ettiler. Bu çabaları en üst seviyeye çıkaran ve ilk dönemi parlak bir şekle dönüştüren kişi ise Aziz Thomas’tır. Thomas bir felsefe olarak skolastisizmi de kuvvetlendirmiş ve modern üniversitenin yolunu kurmuştur. Adları burada anılan ve anılmayan din adamları kutsal metinlere nüfuz konusunda farklı farklı yöntemler geliştirmişlerdir. Ne var ki bu yöntemler dini ve içtihadi araç olmaktan çok düşünme metodolojisi ile ilgili olduklarından böylece Batı’daki dönüşümün kendisini de inşa etmişlerdir. Bilhassa Batı ve Kilise söz konusu olduğunda kutsal kitap çalışmalarının düşünce tarihinden uzakta tutulması meselenin anlaşılmasını imkansız kılacaktır. Tarihin her döneminde ve coğrafyanın her köşesinde olduğu üzere metin yorumunu felsefeden uzak tutmak mümkün değildir. Oysa Batı’daki zenginlik kaynağı söz konusu olduğunda en evvel kaale alınmak ve üzerinde dikkat kesilmek gereken yer tam da burasıdır.
Batı aklının ikinci büyük dönüşümünü yaşadığı dönem ise Kutsal Kitaplar’ın Vatikan’ın tüm engellemelerine karşın yerel dillere çevrilmesi ve okunmasına karşılık gelen zaman dilimidir. Britanya adasında 8. Henry, Orta Avrupa’da da Martin Luther ile zirveye ulaşan bu işler daha önceden başlamıştır ve bu zamanlarda da görünür olmuştur. Kilise uzun bir müddet buna karşı çıksa da mani olamamış ve neticede Avrupa’nın dört bir yanında yerel dillerde Kutsal Kitaplar’ın tercümeleri yapılmaya başlanmıştır. Hiç kuşkusuz çevirilerin ortaya çıkmasını salt ve sıradan bir tercüme faaliyeti olarak anlamak haksızlık olacaktır. Doğru metnin tespiti, yayınların neşri, çeviride doğru kelimelerin seçilmesi ya da üretilmesini kapsayan faaliyetler topluca ve ciddi anlamda yeni tefekkür dalgasını başlatmıştır. Kilise, Trent Konsili ile bunun önünü almaya çalışmışsa da elbette mani olamamış, bir süre sonra kendisini de bu akışta bulmuştur.
Yukarıda anlatılanların genel fikri aslında kutsal metinlere erişim, onların tespiti ve metin neşrinin metni anlamakla yakından alakası olduğuna bir vurgu yapmaktır. Bu faaliyetin bizatihi kendisine de felsefe denilir zaten. Aksi halde Tevrat ve İncil’in yorumlanması meselesinin sadece dini bir faaliyet olarak anlaşılması mevzuya yaklaşılması açısından yetersiz kalacaktır. Batı’da Tevrat ve İncil’in yeninden okunması ve anlaşılması çabasının yeni bir felsefe inşası olduğunun kabulü hakikatin de kabulü gibi olur mu? Tartışmak icap eder. İlginç bir şekilde dini metinlerin din ile sınırlandırılması bu bakımdan kimi eksikleri beraberinde getireceğinden bu alanda dikkatli olmak gerekir. Hemen hemen tüm din ve kültürlerde yapılacak çapraz okumalarda dini metinlere yaklaşım biçimlerinin keşfi ve inşasının aslında birer felsefe oluşturmak olduğu açıkça görülecektir. Son tahlilde din ise zaten görünen ve görünmeyen varlıkların alakalandırılması ve anlaşılması olduğundan felsefe ile irtibatlandırılması kolay olmayacaktır.
Modern Batı düşüncesinin de yeni okuma biçimleri üzerinde emek sarf ettiği bilinçli bir şekilde gözden kaçırılmamalıdır. Sanki çok alakalı değilmiş gibi görünse de Kutsal Kitaplar üzerinde yoğunlaştırılmaksızın yapılan yorum ve anlam araştırmaları bir üst evreye delalet eder. Farklı düşünce biçimlerinde görünür olsalar da Husserl, Arendt, Russel, Ricoeur, Lacan, Gadamer, Derrida, Deleuze, Adorno, Agamben ve diğerlerinin yaptıkları kutsal metinleri anlama üzerinden felsefeyi ikmale uğraşmaktır. Yoksa başka ne olabilir ki? Çok soyut ve kullanışsız görünse de metni anlama üzerinden çıkılan yolda gayretler Smith ile diplomaside, Dworkin ile kodifikasyonda, Vesely ile mimaride, Focault’nun The Archeology of Knowledge’ıyla da metodolojide görünür hale gelmektedir. İlim bu şekilde tekniğe dönüşmekte, teknik ise maddi manevi nitelikteki ürünlerle ete kemiğe bürünmektedir. Gerisini ise az çok tahmin etmek mümkündür.
Bilgi edinmek bir yöntem ve anlama biçimidir. Din ise bilginin bizatihi kendisidir. Bu bilginin niteliğinin fizik yahut metafizik olmasına bakılmaksızın anlaşılması yolu ise bir şekilde felsefedir. Maddi olanlarda önce gözler sonrasındaysa akıllar parlak olana meylediyor. Manevi olanlardaysa önce akıllar sonrasındaysa fikirler cazibeye müteveccih bir konum belirliyor. Sonuçta tefekkür etme biçimi bir kaide gibi dünyada olan biteni iyice sarıyor ve anlamayı kolaylaştırıyor. İlmin ise son tahlilde kutsal olanı anlamayla yakın ilişkisi mevcut. Her ne şekilde anlaşılırsa anlaşılsın maddi olanların da, manevi olanla ikmal edilenlerin de anlaşılması böyledir. Nedensellik bir şekilde ve yoğunlukta ilk fiilin anlaşılmasına ilişkin bir cehdi tanzim eder.
Son tahlilde felsefe en açık anlamıyla hakikat denilen ne varsa ve hakikatten ne anlaşılıyorsa onun okunması yahut okunan gerçeğin de, eğer hakkıyla okunmuşsa, yazılmasıdır. Elbette hem okumak hem de yazmak sıradan, alelade ve kuru bir okumak yahut yazmak eylemi de değildir. Öyle anlaşıldığı takdirde, baştan, meselenin anlaşılması mümkün olamaz zaten. Sırf okumak ve okuduğunu anlamak anlamında yazmak bir problem halini almıştır artık. Okumaktan kasıt Hz. Musa’ya Sina Dağı’nda verilen ilahi emirlerin hem yazılı hem de sözlü olmasıyla anlaşılabilir.
Zenginlik maddi olandan neşet etmemiştir; etmeyecektir de. Zenginlik denilen ne varsa fikri tecessüsle alakalıdır. Batı bunu kutsal metinleri farklı farklı okuyup yine farklı farklı anlayarak gerçekleştirmiş ve bugün olumlu ya da olumsuz anlamda kullanımına bakılmaksızın Aydınlanma ve Rönesans ile Reform denen dönüşümleri geçirerek yapmıştır. Bilgi son tahlilde bir şekilde sırdır. Esrarın içinde yitik olan bilgiye erişmek için aramak icap eder. Aramak belki nispeten kolaydır. Ancak arayıp bulmak, elle temas etmek anlamında değildir. Merak da önemli bir merhaleye karşılık gelir. Ne var ki anahtar, okumakta ve anlamakta gizlidir. Okumasını bilene mana ayan olur. Ayan olan bilgi ise tefekküre yol açar. Tefekkürse efal ile zahire dönüşür. Zahir de, madde olur, fiil olur, umran olur, bolluk olur, bereket olur; maddi ve manevi zenginlik olur.