Ermua, Bask Ülkesi’nin Vizcaya bölgesinde Bilbao’ya 47 kilometre mesafede 15 bin nüfuslu küçük bir kasaba. Ama bu küçük beldenin İspanya’nın terörle mücadele tarihinde büyük bir yeri var. Nedeni, beldenin Belediye Meclisi’nin bugün olduğu gibi o zaman da iktidar partisi olan PP (Partido Popular) mensubu üyelerinden 29 yaşındaki Miguel Ángel Blanco’nun 10 Temmuz 1997 günü Bask terör örgütü ETA tarafından kaçırılması ve hükümetin taleplerini yerine getirmediği gerekçesiyle 48 saat içinde katledilmesi üzerine İspanya çapında başlayan demokratik kitlesel tepki.
Madrid’de görevli bulunduğum dönemde meydana gelen bu kitlesel tepkiyi bizzat yaşadım. Madrid’den Bilbao’ya, Barselona’dan Malaga’ya kadar milyonların “beyaz el” şeklindeki pankartlar ve “Basklara evet, ETA’ya hayır” dövizlerini taşıyarak, “Basta ya” (yeter artık) sloganları atarak izleyen günler, haftalar, aylar, yıllar boyu sokaklara dökülmesi bir halkın tüm farklılıklarıyla barış içinde yaşama arzusunu anlamlı şekilde ortaya koyuyordu. Toplumu teröre karşı birdenbire harekete geçiren bu psikososyolojik faktör “Ermua ruhu” (Espíritu de Ermua) olarak adlandırılmıştı.
Ermua ruhu Bask sorununu ve İspanya’nın terörle mücadelesini konu alan iki kitabımda da vurguladığım gibi, sadece Miguel Ángel Blanco’nun katledilmesine tepkiyle sınırlı kalmış bir tepkiyi değil, teröre karşı ulusal dayanışmayı da simgeliyor. Bu dayanışma öylesine güçlü ki ilk planda ETA’nın ateşkes ilan etmediği halde uzun bir süre eylem yapmasını engellediği gibi Mondragon beldesinde bir araya gelemeyen siyasi partilerin terör örgütünün siyasi kolu Herri Batasuna’lı Belediye Başkanı’nın koltuğundan indirilmesinde uzlaşmasını da sağlıyor. Daha sonra meydana gelen her ETA eyleminin ertesinde milyonları sokağa döken de bu ruh hali işte.
Ben Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın teröre karşı “milli seferberlik” ilan etmesini böyle bir ulusal dayanışmaya çağrı olarak görüyorum. Türkiye’nin 90’lardaki terörle mücadele politikasını İspanya üzerinden eleştirmeyi göze almış, bedelini de ödemiş eski bir bürokrat olarak o tarihten bu yana Kürtlerin farklılıklarından kaynaklanan haklarına ilişkin demokratik reformlar yapılmamış, terörle mücadele politikasında hiç olumlu değişiklikler olmamış, teröre Kürtler destek veriyormuş gibi barış dersi verenlere de karşı çıkmak durumundayım. Örneğin bugün, Dolmabahçe katliamının ardından, “toplumu Türk ve Kürt ekseninde düşmanlaştırmak bu ülkenin insanlarının hoşgörü kültürüne, affedici merhametine, sevgiye, ahlâka verdiği değere hiç mi hiç yakışmıyor” diye yazabiliyorsanız, bir sorununuz var demektir. Bu düşünce yanlış olduğundan değil, tabii ki doğru ama ortada artık böyle bir sorun kalmadığı, Çözüm Süreci ile büyük ölçüde aşıldığı için elbette.
“Çoğul İspanya: anayasal sistemi ve ayrılıkçı terörle mücadele modeli” başlıklı kitabım yayımlandığında, 2007 başında, dolaylı yoldan, İspanya üzerinden de olsa Kürtlerin ana dilde eğitime kadar tüm haklarını ve temel hak ve özgürlüklerle terörle mücadele arasında ters bağ kurulmaması gerektiğini savunmuştum. Türkiye’nin yapageldiğinin tam aksine Wilkinson’un terörün yaslandığı bölgede özellikle insan hak ve özgürlüklerinin geliştirilerek, halkla terörist arasında ayırım yapılmasını öngören modern politikasına geçilmesinin daha uygun olduğunu ortaya koymuştum. O zaman beni eleştirenler vardı. En başta Türkiye’nin İspanya’dan farklı coğrafi konumuna işaret ederek.
Bu düşüncelerimi olumlu karşılayanlar da oldu. Sadece benim gibi düşünen sivil toplum kesiminde değil, aynı zamanda devletin içinde de. Bu arada 2009’da bir konferans için davet edildiğim Polis Akademisi’nde sadece ETA veya İRA ile ilgili barış süreçleri ya da politikaları hakkında değil, aynı zamanda genel çatışma çözümleri konusunda da geniş bir bilgi birikimi olduğunu, bilimsel çalışmalar yapıldığını gördüm. 2010 yılında davet edildiğim Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nda da bu konuyu uzun, uzun tartıştık. Sonuçta görebildiğim kadarıyla güvenlik bürokrasimiz dünyadaki çatışma çözümlerini iyi biliyor, yakından da izliyor.
İtiraf etmeliyim ki böyle bir gözlem yapma fırsatı bulmasaydım da Dolmabahçe katliamı ertesinde kaleme alacağım bir yazıyı doğruluğunu kanıtlamadan “devlet dünyadaki diğer çatışma alanlarındaki çözüm süreçlerinden öğrenmeli ve bu deneyimlerden olumlu yönde dersler çıkarmalıdır” gibi kesin bir yargıyla bitirmezdim. Örnek verdiğim yazıdaki sorun aslında “yanlış ezber” denebilecek bu maddi hatadan da ibaret değil.
Bir yazının “çözüm süreçlerini öğren, olumlu dersler çıkar” gibi çok genel bir ifadeyle bitmesinden, bu süreçlerin ne olduğunun ne gibi dersler çıkarılabileceğinin aslında ayrıntıyla bilinmediği ve başka bir yanlış ezbere dayandığı anlaşılıyor. Nitekim biraz geriye son paragrafın başına gidildiğinde “Türkiye, samimiyetle ve özveriyle çatışma çözümü yöntemini benimsemeli. Ölümlere dur demenin yolu, çatışma çözümü sürecini başlatmak ve ilkelerine uymak” cümleleri okunuyor. Sözünü ettiğim yazıyı baştan sona kadar, bir daha, bir daha okuduğumda “Dolmabahçe’deki ölümlerin olmaması için Türkiye (var ya o) çatışma çözümü yöntemini benimsemeli” sonucuna varıyorum.
IRA ve FARC’ı bitiren süreçleri getiriyorum gözümün önüne; temel koşul terör örgütlerinin eylemsizliği, başka bir deyişle örgütlerle varsa görüşmelerin terörden arındırılmış ortamda yapılması. İspanya’da 1989’da başarısızlığa uğrayan ve hükümet ile ETA temsilcileri arasında bir daha bir masa etrafında yinelenmeyen Cezayir görüşmeleri örgüt eylemsizliği bitirdiği için sonlanmış, Kolombiya’da Havana müzakereleri terör eylemleri nedeniyle defalarca kesilmişti. Ama ne yukarıdaki cümlelerde ne de sözünü ettiğim yazının herhangi bir yerinde Türkiye’de Çözüm Süreci’ni çöpe atarak silahlı işgal eylemlerine kalkışan, son dönemde terör eylemlerini tırmandıran PKK’ya yönelik net bir şiddet eleştirisi görmüyorum, adı dahi geçmiyor ne yazık ki.
ETA bundan beş yılı aşkın (20 Ekim 2011) bir süredir silah bırakmış durumda. Bu karar da tarafların karşılıklı olarak oturdukları bir masada değil, polisiye önlemler sonucu köşeye sıkışan örgüt tarafından tek yanlı olarak alınmak zorunda kalındı. Demokratik toplumlarda devletin güvenlik güçleri dışında kimsenin, hiçbir örgütün silah kullanma hakkı yok. Çatışma süreçlerini yakından izlemiş biri olarak, örgütlerle görüşülsün, görüşülmesin, çözümün temel esasının, öncelikle örgütlerin ilk aşamada silahlarını susturması sonunda da kesin olarak bırakması olduğunu vurgulamam gerekir. Ayrıca bu süreçlerde siyasi konuların kesinlikle görüşülmediğini, çünkü siyasi konuları görüşecek olanların silah taşıyan değil, halk tarafından seçilmiş kişiler olduğunu hatırlatmakta yarar var. Dolayısıyla siyasi konuları görüşmek için örgütlerin “masada güçlü olması” gibi bir durum söz konusu bile değil.
Sonuç olarak çözüm süreçlerinde silah bırakmanın karşılığı, topluma yeniden kazandırılan eli kana bulaşmamış örgüt üyelerine belirli koşullarda yasal siyaset hakkının tanınmasıdır. Eli kana bulaşmış örgüt mensupları ise bir şekilde cezalarını çekerler. Cezalarda abartılı bir indirim olduğunda halk tarafından reddedildiği için varılan anlaşmanın değiştirilmek zorunda kalındığına son olarak Kolombiya’da tanık olmuş bulunuyoruz.
Kabul etmek gerekir ki İspanya’nın deneyimi, atıf yaptığım yazıda devletin öğrenmesi istenen dünyadaki deneyimler arasında önemli bir yer tutuyor. Tam da bu nedenle burada İspanya’nın terörle mücadele politikasının önemli bir unsuru olan Ermua ruhundan, milyonların şiddete karşı nasıl bir araya geldiğinden söz ediyorum. Dolmabahçe ve ardından Kayseri katliamları, en azından İspanya’da milyonları ETA terörüne karşı sokaklara döken Miguel Ángel Blanco cinayeti kadar, hatta selektif değil daha çok kör terör eylemleri olduğu için daha da iğrenç.
Ermua ruhu ya da teröre karşı ulusal dayanışma aslında atıf yaptığım yazının insani açıdan ne kadar yanlış ne kadar da haksız olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Yanlış, çünkü dünyada çatışma çözümlerinde “öncülük ve sorumluluğun taraflardan hangisine düştüğü” ve “bir devletle talepleri doğrultusunda çatışan, kısıtlı imkânları olan azınlık unsurlara mı tüm aygıtlarıyla kat be kat üstün olan devlete mi? Eşit mi bu taraflar?” gibi absürt soruların sorulduğu hiçbir örnek yok. Yukarıda esaslarını etraflıca özetledim; bir spor müsabakası mı yapılıyor, ne demek tarafların eşitliği?
Haksızlık da ayrıca. Öncelikle Dolmabahçe’de ve Kayseri’de olduğu gibi karşılarında kim oldukları, nerede, ne zaman ortaya çıkacakları bilinmeyen savaşçıların vurduğu masum insanlar için büyük bir haksızlık. Ayrıca “bu çözümde daha büyük özveri ve sorumluluğun (üzerine) düştüğü” ileri sürülen Türkiye Cumhuriyeti devleti için de haksızlık. Bu devlet, kendi toprak bütünlüğünü tehdit eden ve vatandaşlarını katleden, üstelik “stratejik ortak” sandığımız bir ülkeden sürekli silah ve mühimmat temin eden PKK’ya boyun mu eğmeli? Söylenmek istenen bu mu bilmiyorum ama örnek verdiğim cümlenin böyle anlaşılmaması pek de kolay değil doğrusu.
Kayseri’de kirli yüzünü bir daha gösteren PKK’yı bu vesileyle bir kez daha lanetliyor ve İspanya’da olduğu gibi Türkiye’de de bugünlerde sokakları dolduran milyonların “Yeter artık” dileklerine içtenlikle katılıyorum.