Sırrı Süreyya Önder, dağlardan yüce egosuyla zaman zaman çok kırıcı, çok incitici olabilen ünlü bir tarih profesörü için “ilmi var, irfanı yok” demişti -profesörün yine böyle tatsız performanslarından birine işaretle.
Böyle bir eleştiriyi dile getirmek için ille irfan sahibi olmak gerekmez fakat bazı eleştiriler sadece bazı insanlar tarafından dile getirildiğinde hedefini bulur… kendisinden beklenen etkiyi yaratır… sahibini “sen kimsin ki” hücumlarına maruz bırakmaz. O vurucu cümleyi duyduğumda bir yandan içimin yağları erimiş, bir yandan da o cümleyi başka kim söylese aynı etkiyi yapardı diye düşünmüştüm -aklıma hiç kimse gelmemişti.
Kaç kişi ülkenin dünyaca ünlü profesörünü irfandan nasipsizlikle itham eder de ona “sen kim oluyorsun ki” denmez? Kaç kişi böyle bir ithamda bulunma hakkına sahiptir? Dedim ya, benim aklıma başka kimse gelmemişti, hâlâ gelmiyor. Ne acayip bir biriciklik!
‘Biricik’leri tanımlamaya, onları öyle yapan şeyleri belirlemeye çalışmak ancak bir ölçüye kadar anlamlıdır, çünkü bir noktaya gelir duvara toslarsınız, karşınıza “benzer koşulların ürünü olan öbürleri neden öyle olmamış” sorusu çıkar, tıkanırsınız.
Sırrı Süreyya Önder’in bu açıdan biricikliğini “bir ölçüde” anlamamızı sağlayacak verilerin bir bölümü çocukluğundan geliyor: “Ben yedi yaşımdan itibaren okuma sürecimin içerisine bütün Risale-i Nur külliyatını da dahil ettim. Çünkü babam böyle bir gelenekten geliyordu. Dayım da insan güzeli, bir Nur şakirdiydi. Ve çocukları çok ciddiye alırlardı.”
Bir bölümü de gençliğinden: Sırrı Süreyya Önder sadece ülkesinin insanlarını değil bütün insanlığı sevmeyi öğreten bir öğretiye inandı ve bir solcu, bir sosyalist olarak öldü.
İşte tıkandık; bu geçmişi aynıyla yaşayan yüzlerce, binlerce insan oldu fakat onların hepsi Sırrı Süreyya Önder olmadı, sadece biri oldu.
‘Biricik’lerin aynısından üretemeyiz fakat onlardan nasiplenebiliriz. Sırrı Süreyya Önder’i yâd etmenin en doğru yolu da bu olacaktır.