İzlemek için:
Ali Bey, alıştığımız veyahut alışmak zorunda olduğumuz siyaset ortamına geri döndük. Özellikle İmamoğlu’nun gözaltına alınıp tutuklanmasıyla başlayan süreç hem muhalefeti hem iktidarı biraz daha sertleşmeye zorladı.
Çok değil. Bundan 11 ay önce Erdoğan’ın seneler sonra yaptığı CHP Genel Merkezi ziyaretini konuşuyorduk. Normalleşme görüntüleri veriliyordu.
Benim merak ettiğim şey şu: Bu gibi gergin ortamlarda kimileri muhalefete toplumu germeyin derken, kimileri de iktidara muhalefetin üzerine gelmeyin diyor. Bunun bir ortası var mı? Ben bunu merak ediyorum. Burada partilerin bu gergin ortamın içinden çıkması için ne yapması gerekiyor?
Bu ortamın sebepleri malumunuz, hepimizin malumu. Peki sonuçları ne olacak?
İlk soruna yanıt vermek neredeyse mümkün değil. Bu kadar otoriter uygulamalarla karşı karşıya kalan bir ülkede normalleşme beklemek, eşyanın tabiatına uygun değil. Bir ana muhalefetle ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendinize rakip olacak en önemli adayla ilgili, toplumu ikna edemeyen bir soruşturma süreci başlatıp bunu tutuklamayla nihayetlendirirseniz; bu partiyi de abluka altına alır, onu yolsuzluklarla özdeş hâle getirmeye çalışırsanız, burada doğal olarak adalet sorusu, eksik demokrasi sorusu ön plana çıkar ve normalleşmeden bahsetmek çok gerçekçi olmaz.
Başka bir anlamda şunu söyleyebiliriz: İmamoğlu’nun hapishaneye girmiş olması Türk siyasetini gerdi ve seferber hale getirdi. Bu gerginlik ve teyakkuzun, Serbestiyet’te çıkan son yazımda da dile getirdiğim gibi, bir araştırmadan — Panoramatr’nin araştırmasından — hareketle, yükselen bir siyasallaşmaya yol açtığını söyleyebiliriz. Kararsız seçmen sayısında yüzde 26’dan yüzde 19’lara inen, hafife alınmayacak oranda bir azalma söz konusu, örneğin, Ve muhatap iki siyasi partinin; yani, mağdur eden siyasi parti ile mağdur olan siyasi partinin ikisine de yönelik bir ilgi var. Bu ilgi, onların oy oranlarının artmasına ve diğer partilere kıyasla bir adım öne geçmelerine yol açmış durumda. Yani normalleşmeyi bırakın, tam tersine, kutuplaşma ve gerilim üzerine kurulu bir siyasallaşma süreciyle karşı karşıyayız.
Bu ilginç bir durum.
Biraz önce altını çizdiğim ve hepimizin itiraz ettiği bu haksızlık üzerinden normal şartlarda CHP’nin oylarını artırırken, bunu yapanın oylarını düşmesi gerekir. Beklenti budur. Fakat anketlerden görüldüğü kadarıyla, durum böyle olmuyor.
Daha doğrusu, benim baktığım Panorama TR anketine göre, CHP reaktif oyları ve destek oylarını alıyor; oy oranını yaklaşık % 4 civarında artırmış durumda. Ama gelin görün ki, AK Parti’ye olan destek de — en az onun yarısı kadar — %2,4 oranında artmış durumda. Dolayısıyla burada bir normalleşmeden çok, bir gerilim ve bu gerilim üzerinden yaşanan; kutuplaşma üzerinden şekillenen bir siyasileşme süreci görüyoruz.
Bu tür araştırmalarda seçmenlerin, deneklerin ya da toplumun çeşitli kesimlerinin; serbest, özgür ve bireysel fikirlerinden daha fazla siyasi partilerin onlara sunduğu pozisyon ve fikirler doğrultusunda tercih yaptığını görüyoruz. AK Parti seçmeni, partinin izlediği yolu desteklerken; diğer seçmenler de kendi partilerinin çizdiği hattı benimsiyor. İmamoğlu hadisesinde bu, son derece net. AK Parti ve MHP seçmenleri yaşananları doğru bulurken, muhalefet seçmenleri ise yanlış buluyor.
Diğer konularda da durum benzer. Örneğin barış meselesi açısından baktığımızda, bunun, muhafazakâr ve milliyetçi kesimleri daha fazla zorlaması beklenirken, AK Parti ve MHP seçmenleri, diğer partilerin seçmenlerine göre bu başlatılan sürece çok daha fazla sahip çıkıyor.
Burada da başka bir soru ve sorun karşımıza çıkıyor: Yani, kendi kimliklerine, siyasi aidiyetlerine ve siyasi geleneklerine oldukça bağlı bir seçmen topluluğu var karşımızda. Bu da normalleşmenin önünde bir engel teşkil ediyor.
Normalleşme, normal koşullarda bireysel davranışla, yani bireysel fayda ve bireysel değerlendirme süreciyle ilgilidir. Tutumunuz, Oynunuz, ekonomiden fayda görüp görmemenize, örneğin mevcut adalet koşullarını, ülke genel politikasını kendiniz ve ülkeniz için doğru ya da yanlış değerlendirmenize göre, şekillenir. Normalleşme, bireyler açısından bu tür şahsi muhakemenin hakimiyetine dayalı bir süreçtir.
Bugüne kadar Türkiye’de bunun böyle yaşanmamış olması, değişmeyen bir iktidarla karşı karşıya olmamızın temel nedenlerinden biridir. Geleneğe, aidiyete, kimliğe ve onların getirdiği güç, başarı ve faydaya sahip çıkma eğilimi — koşullar ne olursa olsun, örneğin ekonomi ne kadar kötüye giderse gitsin — ortadan kalkmıyor.
Dolayısıyla bu araştırmalar da bize bu boyutu tekrar tekrar gösteriyor. Tabii bu durum, çok önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Peki, bu, nasıl değişecek? Ne yapmak gerekir, ne yapılması gerekir? Farklı bireyleri nasıl harlamayabilir siyaset?
Belki ikinci soruya burada bir gönderme yaparak bu noktaya bağlayabiliriz.
O da şöyle tanımlanabilir bence: Bunu sağlayacak dün olduğu gibi bugün da taşıyıcı siyasettir.
Bu noktada izlenecek yollar, atılacak adımlar ve topluma verilecek mesajlar önem kazanmaya başlıyor.
Açıkçası, bugün siyaset yapmanın modalite ve şekline açısından iki temel aracı var. Bu araçlardan biri devlet, diğeri toplumdur. Çok genel bir şey söylüyormuşum gibi dursa da esasen öyle değil.
Bir kere, siyaset-devlet ilişkisi son dönemlerde, içinde bulunduğumuz çağda, başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede öne çıkmış durumda. Toplumsal algıda devletin belirleyici olduğu, yeniden değerlendiği ve devlet yöneticilerinin ve gücün siyaseti, ilkelerden, değerlerden ve kurallardan daha fazla temsil ettiği bir iklimi işaret ediyor bu durum. Otoriterleşmenin bir ölçü de tabii ki bununla ilgili. Öyle ki, milli devlet, milli sınırlar, devlet politikaları, her geçen gün daha fazla önem kazanmaya ve anlam kazanmaya başlıyor. Kaba güce endeskli uluslararası dinamikler yanında toplumlardaki içe kapanma dalgası, tek kültürlülük eğilimi bunu özellikle besliyor; öyle ki, bizim gelenkesle anlamda siyaset olarak kabul ettiğimiz tüm toplumsal mekanizmaları emiyor.
Daha doğrusu, siyasetle devlet arasında bir ilişki, siyaseti devletin aracı hâline getiriyor. İktidarlar bu açıdan avantajlı bir konumda. Kalem kalem siyaset üretmeseler de, bulundukları yer itibarıyla, devletin mekanizmalarına hâkim olmaları sayesinde, devlete dair kimi politikaları — dış politika, savunma politikası gibi — içeride ve dışarıda kendi iç siyasi hikâyesi olarak sunabiliyor, devlet üzerinden ilerleyen bir siyaset yapma tarzı sergiliyor.
Bu, muhalefet partilerine pek açık bir yol değil. Ellerinde aynı araçlar yok.
Örneğin Türkiye’de muhalefetin, Orta Doğu hakkında fikir beyan etme ötesinde ağırlık koyabilecek bir durumu yok. Savunma sanayisi konusunda da yok.
Peki, ne yapabilirler?
Toplum siyasetin aracı olarak buradan karşımıca çıkıyor. Bu siyaset iki önemli hususa dayanmak gerektiriyor. İlki güçlü, ikna edici, kurucu siyasi söylemdir. İkinci ise somut sorunlar, ulusal ve uluslararası somut ilişkiler üzerinden alternatif bir güç fikri ve gelecek tasavvuru üretmesidir.
Söylem, dünya koşullarıyla Türkiye koşullarını harman edebilecek, buradaki kötü gidişin karşısında bir denge oluşturacak bir kurucu, öneren, telafi edici bir dil üretmeyi gerektiriyor. Bu sadece “kötü şeyler oluyor” demekle olmaz. Bu, aynı zamanda bir karşı ağırlık dili olmalıdır. Bu karşı ağırlık dili, devlet açısından olduğu kadar, bölge açısından da, toplum açısından öne çıkabilmeli, farkedilecek pırıltılar taşımalıdır.
Devletin merkezinde olmadan, o güçte ve etkide alternatifler üretme meselesidir iş. üretebilmeye dair bir söylem. İkincisi, tabii ki toplumsal boyut. Toplumsal boyut birkaç unsur üzerine kuruluyor.
Somut sorunlar, topluma mesajlar meselesine gelince, burada iş, önce söylediğim istikamette gündem oluşturmak ve gündemi sürekli elinde bulundurmak kabiliyetiyle ilgilidir. Toplumun tümüne hitap edebilen bir söylemle , gündem kurma. Örneğin İmamoğlu’nun durumunu pozitif ve kurucu bir siyasi dile çevirebilmek, karşı tarafı etkilemeye çalışmak… Böyle bir çaba kurucu siyasetin kapısını açar.
Örneğin, Kürt meselesini ele aldığımızda, bugün yapılan anketler, CHP’nin tutuk ve temkinli politikalarından hareketle kendi seçmenini net bir şekilde olumsuz etkilendiğini gösteriyor. Altını çizdiğim Panorama TR çalışmasında, İYİ Parti’den sonra çözüm sürecine en çok karşı olan ve en çok güvenmeyen parti seçmeninin %54 ile CHP olduğu gösteriliyor. Bu, parti seçmeniyle ilgili bir sorun olduğu kadar, CHP’nin bizzat kendisiyle ilgili de bir sorundur. Demek ki kuruculuktan ve sadece itiraz ve şüphe üzerinden yol alan bir tutuma sahip.
Elbette yapılması koyal işler değil.
Ama siyaset kendi başına zor bir iştir. Pırıltı, risk alma, oyun kurmak ister.
Kürt meselesi gibi, hele bugün gelmiş olduğu noktada, bu meselenin yapılacak yeni düzenlemelerle ya da Kürtlerin özel talepleri hakkında atılacak adımlarla bir Türk-Kürt ittifak dili kurma imkânı, CHP’nin örneğin, vardır. İşte, kurucu toplumsal söylem dediğim şey budur. Yani, gündem oluşturmak, kurucu toplumsal söylemde kalmak ve erdemler.
Bu erdemlerin altını siyasetin ötesinde çizebilmek, adaletin bir erdem olduğunu ve neden bir erdem olduğunu, her kesimin anlayacağı bir dille anlatabilmek gerekir. Sadece sosyal demokratların değil, muhafazakârların da referanslarını kullanarak bunu ifade edebilmelidir. Bunların hepsi bir toplumsal hareketi oluşturur.
Bu toplumsal hareketle, biraz önce söylediğim devlete dair bir başarı ve güç söylemi, karşı alternatif üretecek bir fikriyat geliştirmesi lazım bir siyasi partinin. Tabii, bunu geliştirirse gerçekten alternatif olur. Bunu geliştiremediği için ise dar alanda dolaşır.
Bu yapılmadığı takdirde senin söylediğin normalleşme gündeme gelmeyeceği gibi mağdur edenin güç toplaması da devam edebilir.