Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI'Yarının çocukları, gülleri için'

‘Yarının çocukları, gülleri için’

Bahçeli’nin çıkışlarına ve süreçte atılan adımlara dudak büken, ‘dış gelişmeler bunu mecbur kıldı’ diyerek küçümsemeye, ‘Erdoğan’ı yeniden seçtirmek için yapıyorlar’ diyerek süreci akamete uğratmaya çalışanların; betona çakılmış kazık gibi aynı yerde durmaya devam etmeleri, yıllardır toplumu paramparça eden Kürt sorununun nasıl çözüleceğine dair en ufak bir katkılarının olmaması tesadüf değil. Kendi gettolarında o kadar mutlu ve ‘haklılar’ ki kafalarını dışarı çıkartıp dünyada neler olup bittiğini anlamaya çalışmak onlara zül geliyor. TBMM Başkan Vekili Sırrı Süreyya Önder’in tabutuna sarılı bayrağı bile ‘’AKP Kürt oylarını almak istiyor’’ sığlığından öte yorumlayamıyorlar. Kendileri gibi olmayan birinin ne söylediğini, ne hissettiğini, neler yaşadığını anlamaya empati yapmaya tenezzül bile etmiyorlar.

’Rüya, bütün çektiğimiz.

Rüya kahrım, rüya zindan.

Nasıl da yılları buldu,

Bir mısra boyu maceram…’’[i]

Ahmed Arif ‘Rüya bütün çektiğimiz’ diyor. Rüyamıydı bütün çektiğimiz bilinmez ama rüyamızda dahi göremeyeceğimiz şeyler oluyor Türkiye’de. Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan için umut hakkından bahsettiği ve kendisini TBMM’ye davet ettiği 22 Ekim çağrısı sonrasında başlayan; Abdullah Öcalan’ın PKK’ya kendini feshetme çağrısı yaptığı; Suriye’de SDG’nin yeni Şam yönetimiyle el sıkışıp mutabakat imzaladığı; Erdoğan’ın İmralı heyetiyle görüştüğü; sürecin en mühim aktörlerinden biri olan Sırrı Süreyya Önder’in vefat ettiği ve cenaze namazının dahi barışa katkı veren büyük bir eyleme dönüştüğü ve nihayet PKK’nın birkaç gün içinde kongresini toplayıp kendini fesh ettiğini ve silah bıraktığını ilan etmesinin beklendiği süreçte olan biten pek çok şey biz sıradan insanların rüyasında dahi göremeyeceği cinsten.

Henüz Bahçeli’nin Öcalan için ‘Meclise gelsin, PKK’yı feshetsin, umut hakkından yararlansın’ sözlerinin şokunu atlatamamışken, merhum Sırrı Süreyya’dan öğrenmiştik ki, Bahçeli bu konuşmanın ardından kendisini arayıp konuşmayı nasıl bulduğunu sormuş ve ‘emaneti teslim etmeden şu işi halledelim, memlekete barış gelsin’ diyen Önder’e;  ‘daha barış halayı çekeceğiz’ demiş. O barış halayı bir gün çekilecek elbette fakat maalesef Sırrı Süreyya Önder o halayda olamayacak ama barış halayının çekilmesindeki büyük emeği ve katkısı nesiller boyunca unutulmayacak.

Sırrı Süreyya’nın cenazesinde en ön safta MHP genel başkan yardımcılarının saf tutması ve cenaze namazını İhsan Eliaçık’ın kıldırması ve tam arkasında Meclis Başkanı sıfatıyla Numan Kurtulmuş’un durması dahi bu garip ‘rüya’nın bir parçası gibi.

Bundan 6-7 ay önce biri çıkıp ‘’Devlet Bahçeli Sırrı Süreyya Önderi arayıp ‘Daha barış halayı çekeceğiz’ diyecek’.’ deseydi belki de ertesi gün gözlerini mahpushanede açardı ama şimdi barış halayında değil fakat Sırrı Süreyya Önder’in musalla taşındaki cansız bedeninin önünde MHP genel başkan yardımcıları, DEM Partili’ler ve devlet erkânı en ön safta yan yana duruyor. Bütün çektiğimizin bir ‘rüya’ olabileceğine gerçekten inanmaya başlıyor insan; başı sonu belli olmayan karmakarışık bir ‘rüya.’

Tüm bu hız ve bazen acı olsa da inanılmaz sürprizlerle ilerleyen süreç içerisinde henüz atılacak hukuki ve siyasi adımların neler olacağını öngöremeyen biz faniler gibi, ‘ol deyince oldurabileceğine’ en azından belli bir kesim insanı ikna etmişe benzeyen büyük liderler de kalıcı ve gerçek bir barış sağlanacaksa bunun ancak Anayasal ve yasal bir takım adımları mecbur kılacağını; sadece iltifat etmekle, jest yapmakla, yeni bir jargon kullanmakla kalıcı bir barışın sağlanamayacağını biliyor olmalılar.

Haklı demokratik endişeleri, hukuk devletine dair kaygıları, CHP’nin adeta şeytanlaştırmasını, Ekrem İmamoğlu’nun Ak Partilileri bile ikna edemeyen iddialarla hapse atılmasını, Kürtlerle yerel seçim ittifakı yaptığı için yerine kayyum atanan ve hapse atılan belediye başkanlarını ve barış sürecinin siyasi seçkinler ve entelijansiyadan aşağılara doğru inip toplumsallaşması için gerekli olan adımların neler olabileceğine; bu adımların selametle atılıp atılamayacağına dair endişeleri bir kenara bırakırsak gelinen nokta elbette çok kıymetli. Kenara bırakamayacak kadar uzun bir liste olduğunun farkındayım; barışın demokrasiye ve hukuk devletine dair bu kadar çok ve büyük bagajlarla sürdürülebilir olup olmadığına dair samimi endişeler de en az sürecin kendisi kadar haklı ve kıymetli.

Tüm siyasi süreçler, atılan adımlar, politik hesaplar, yaşanan aksaklıklar, yol kazaları, demokratik bir Türkiye için verilen mücadeleler, hukuk devletine dair ciddi eksiklikler, geleceğe dair endişe ve umutların karmaşık dünyasında unutmamalıyız ki Türkiye değişiyor. Yaşadığımız coğrafya değişiyor. Dünya değişiyor. Artık yüz yıl öncesinin dar ulus devlet kalıplarıyla ve ‘Türkiye Türklerindir’ sloganlarıyla, ‘Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür’ gibi kapsayıcı olmaktan uzak vatandaşlık tanımlarıyla, devlete görev olarak ‘Atatürk milliyetçiliğine bağlı olmayı’ yükleyen darbe manifestosundan öteye gitmeyen Anayasa metinleriyle, Kürt kimliğini ve Kürtçe’yi yok sayan politikalarla; hukuku siyasetin arka bahçesi olarak gören uygulamalarla; sivil toplumu, medyayı, sanatı ve kültürel alanı, üniversiteleri, iş dünyasını ve hepsinden öte bireyin özel hayatını dahi bir ideolojik mücadele sahası olarak gören anlayışlarla varabileceğimiz bir yer yok. Türkiye yine maalesef zor bir virajda; din adına da, milliyetçilik adına da, Atatürkçülük adına da olsa topluma bir kimlik ve yaşam biçimi dayatan ve insan onurunu korumayı devletin asli vazifesi olarak görmeyen her türlü anlayışı reddetmek zorundayız.

Türkiye daha kapsayıcı, daha adil ve daha demokratik bir yer olmak zorunda.

Türkiye Türklerindir, Türkiye Kürtlerindir; Türkiye muhafazakarların, Türkiye sekülerlerindir. Türkiye, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan kim varsa hiç bir ayırım yapmaksızın herkesi birinci sınıf vatandaş kabul ederek, hepimizindir. Öyle olmalıdır.

Daha düne kadar ‘Kürt’ yerine ‘Kürt kökenli’ demeyi tercih edenlerin; bunca yıl boyunca  devletçi, milliyetçi reflekslerle Türkiye’yi sığ tartışmalara hapsedenlerin bugün mucizevi bir değişimle Kürt varlığını kabul ediyor, Türk – Kürt kardeşliğinin önemine vurgu yapıyor ve bu kardeşliğin hakkını verecek bir cesaretle siyasetin önünü açıyor olmaları takdirlerin en yükseğini hak ediyor elbette. Devlet Bahçeli sürece dair yaptığı çıkışlarla; söyledikleriyle, telefon görüşmeleriyle ve yazdıklarıyla elbette hem kendi kitlesini dönüştürüyor hem de Türkiye’nin önünü açıyor. Ne demeli; işte cesaret, işte feraset, işte fazilet, işte fedakarlık, işte mertlik, işte adam gibi adamlık…

Bir yandan on yıllardır devam eden kanlı bir çatışma döneminin sona erecek olmasına dair umutlar her geçen gün yükselirken; tüm taraflar adımlarını dikkatle atıyor, sözlerini dikkatle seçiyor ve hiç ummadığımız isimlerden barışa dair güçlü mesajlar geliyorken bir yandan hukuk devletine ve demokratik değerlere dair aşınma benzer süreçlere dair geçmişte yaşanan başarısızlıkların arından ortaya çıkan acı sonuçları akıllara getirmiyor değil elbette. Barışı samimiyetle isteyen herkesin aklında bir soru işareti, kalbinde bir korku ‘ya bu sefer de olmazsa’ endişesi hakim. Pek çokları buna ‘temkinli bir iyimserlik’ diyor.

Elbette geçmişte yaşananlara bakınca ‘temkinli’ ama bugünkü sürecin ilerleyişine bakınca da ‘iyimser’ olmamak elde değil. On yıllara sari böylesine büyük bir toplumsal meselenin çözüm arifesinde olmasına dair bir yandan büyük bir sevinç ve umut fakat diğer yandan da ciddi bir tedirginlik hakim. Özellikle İBB Başkanı İmamoğlu’na yönelik süreç toplumun ciddi bir kesiminde Kürt meselesinin demokratik çözümüne dair endişeleri haklı olarak arttırıyor.

2012-2015 yılları arasında yaşanan barış sürecinin nasıl başladığı ve nasıl sonuçlandığı herkesin malumu. Başka ülkelerdeki benzer süreçleri iyi bilenlerin ‘her şeyin kitabına uygun’ gittiğini düşündüğü; devletin en tepesinden ‘Güzel şeyler olacak’ ifadesiyle müjdelenen, âkil insanlar heyetiyle, demokratik hukuk devleti idealine dair atılan ve atılması planlanan adımlarıyla, yürütülen sürecin bugünküne nazaran şeffaflığıyla, iktidarın sürecin ruhuna uygun söylemleriyle; yazıp çizmenin, konuşmanın çok daha kolay olduğu bir Türkiye’de sürecin sonunda dökülen kanları, yaşanan acıları düşününce bugün yürüyen sürecin daha zor ve virajlı bir yolda ilerlediği gerçeğiyle yüzleşiyor insan.

Ama öte yandan başta dış siyasi gelişmelerin yani İsrail eliyle İran’ın ve Lübnan Hizbullah’ının zayıflaması ve Rusya’nın Esad’ı iktidarda tutmanın yükselen maliyetine daha fazla katlanmaması nihayetinde Suriye’de Esad’ın devrilmesi ve Türkiye’nin on yıllardır desteklediği grupların iktidara gelmesi; ardından Trump’ın seçilmesiyle Amerikan dış politikasındaki değişim ve iç siyasette ise Erdoğan ve Bahçeli’nin öyle ya da böyle devlete tam anlamıyla hakim olmaları, her iki liderin de kendi kitlelerinde ve devlet içinde çatlak sese fırsat vermeyen otoriter duruşları, siyaseten ‘ol deyince oldurabilecek’ bir liderliğin mümkün kıldığı fırsatların iyi değerlendirilmesi de sürecin hızla belli bir aşamaya gelmesine vesile olan unsurlardan gibi duruyor.

Hayat bazen böyle bir şey işte; hayır bildiklerimizde şer, şer bildiklerimizde hayır olabiliyor.

Sürecin bu noktaya gelmesi ve hem Bahçeli’nin hem de Erdoğan’ın süreci ileriye taşıma yönünde irade göstermesi bundan sonrası için ümitvar olmamıza vesile olsa da Erdoğan’ın ifadesiyle ‘İnşallah bu sefer menzil-i maksudumuza kazasız belasız varmak’ istiyorsak demokrasi ve hukuk devletiyle de bir ‘barış süreci’ yürütmeli ve tüm toplumsal kesimleri rahatlatacak adımlar hızla atılmalı. Barışı tam anlamıyla mümkün kılmak, toplumsal sorunlarımızı bir an önce ve kalıcı bir şekilde çözüp Türkiye’yi gerçekten daha güçlü bir ülke yapmak istiyorsak bunun yolu demokrasiden ve hukuk devletinden geçiyor. İnsanların adalete güvenmediği ve kendini özgür hissetmediği bir ülkede barışın saman alevi gibi olması kaçınılmazdır. Dış konjonktür değişir, iç siyasette öncelikler farklılaşır ve Allah korusun Türkiye bu fırsatı bir daha bulamayabilir.

‘’Beride Kabil’in murdar baltası

 Ve kan değirmenleri,

 Kader kahpesi.

 Beride borazancıları o puşt ölümün…’’[ii]

Bir anda süreç nasıl bu noktaya geldi, bunca zor eşik nasıl aşıldı, yaşanan bu büyük siyaset değişiminde iç ve dış siyasi faktörler nelerdir, tüm bunlara dair ayrıntıları önce işin uzmanlarına sonra da zamana bırakarak bu süreçte değişmeyen ve adeta betona çakılı bir kazık gibi yerinde duran, her değişime her dönüşüme her olumlu adıma direndiği gibi buna da direnen şairin ifadesiyle ‘’Beride Kabil’in murdar baltası’’nı elinden bırakmayan; ‘’Beride borazancıları o puşt ölümün’’ misali kanın durmasına vesile olacak her işe bir kulp takan ve kerameti kendinden menkul bir edayla herkese ahlaki üstünlük taslayan, Kürtçe bir cümle duyunca başörtülü kız öğrenci görmüş 90’lardaki üniversite rektörüne dönen, Ak Parti otoriterleştikçe kendi durduğu yerin demokratikleştiğini sanan, tüm yaşananları ‘toplumu çağdaşlaştırmalıyız, bu toplumla hiçbir şey olmaz’ sığlığıyla değerlendiren kesimler maalesef bildiğimiz gibi.

Bahçeli’nin çıkışlarına ve süreçte atılan adımlara dudak büken, ‘dış gelişmeler bunu mecbur kıldı’ diyerek küçümsemeye, ‘Erdoğan’ı yeniden seçtirmek için yapıyorlar’ diyerek süreci akamete uğratmaya çalışanların; değişimine gözlerimizle şahit olduğumuz şu dünyada betona çakılmış kazık gibi aynı yerde durmaya devam etmeleri ve on binlerce cana mâl olan bu büyük acıyı dindirmeye, silahları susturmaya, barışı getirmeye; yıllardır toplumu paramparça eden Kürt sorununun nasıl çözüleceğine dair en ufak bir katkılarının olmaması tesadüf değil. Çünkü böyle bir dertleri yok. Biraz cesaret bulsalar, ‘Kürt kelimesi kart kurttan geliyor, onlar karlı dağlarda yürürken ayaklarından kart kurt sesi çıkan dağ Türkleridir’ demeye başlarlar tekrardan. Kendi gettolarında o kadar mutlu ve ‘haklılar’ ki kafalarını dışarı çıkartıp dünyada neler olup bittiğini anlamaya çalışmak onlara zül geliyor. TBMM Başkan Vekili Sırrı Süreyya Önder’in tabutuna sarılı bayrağı bile ‘’AKP Kürt oylarını almak istiyor’’ sığlığından öte yorumlayamıyorlar. Kendileri gibi olmayan birinin ne söylediğini, ne hissettiğini, neler yaşadığını anlamaya empati yapmaya tenezzül bile etmiyorlar. Tüm müsbet ahlaki vasıfların yanında akıl da onlarda, bilim de onlarda, çağdaşlık desen bin beş yüz…

‘’Düşün, uzay çağında bir ayağımız,

Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri

Düşün, olasılık, atom fiziği

 Ve bizi biz eden amansız sevda,

 Atıp bir kıyıya iki zamanı

 Yarının çocukları, gülleri için,

 Koymuş postasını,

 Görmüş restini.

 He canım,

 Sen getir üstünü.’’[iii]

Evet, dünya değişiyor, yaşadığımız coğrafya değişiyor, Türkiye değişiyor, muhafazakarlar değişiyor, milliyetçiler değişiyor, liberaller, solcular değişiyor, ulusalcı-kemalist kesimlerden emin değilim ama inşallah onlar da değişiyordur. Bahçeli’nin baş döndüren çıkışlarındaki ‘devrimciliği’ hariç tutarsak siyasete nazaran toplum çok daha hızlı değişiyor. Bırakın 80’leri 90’ları, 2000’lerin başındaki siyasi kavgalar dahi umurunda değil gençlerin. İnanması zor ama 2013 yazından bu yana 10 yıldan fazla zaman geçti ve o yaz ne olduğu umurunda bile olmayan bir gençlik var. Türkiye’nin 15 Temmuz 2016’da tam olarak ne yaşandığına ve o sürece nasıl gidildiğine dair hiç bir fikri olmayan gençlerin sayısı her geçen sene artıyor. 10 yıl sonra, bizim kuşağın 12 Eylül darbesini belgesellerden izlediği gibi Gezi olaylarını ve 15 Temmuz’u belgesellerden izleyecek toplumun yarısı. 

Ömründe Ak Parti’den başka iktidar görmemiş milyonlarca genç var. Devletin çizdiği kalıplara sığmıyorlar. Tıpkı anne babalarının eski rejimin çizdiği kalıplara sığmadığı gibi. Şaşıracak bir şey yok! Önceki kuşakların değer yargılarından, siyasi mücadelelerinden, beklentilerinden ve korkularından çok uzaktalar. Bambaşka ilişkileri, bambaşka gerçekleri, bambaşka hayalleri ve bambaşka bir iç dünyaları var. Halen devlet eliyle sınırlar çizip toplumu bir yöne sevk etmenin mümkün olduğunu zanneden; özgürlük ve adaletin olmadığı bir toplumsal düzene propaganda araçlarıyla Türkiye gibi bir toplumu ikna edebileceğini düşünenler fena halde yanılıyor. İletişim imkanlarının sınırsızlaştığı, dünyanın geri kalanıyla etkileşimin bu denli hızlandığı bir dünyada eski ezberlerle artık siyaset yapmak da imkansız. Şairin ifadesiyle ‘’Uzay çağında bir ayağımız, ham çarık kıl çorapta olsa da biri.’’

Bölgesel çatışmalar ve savaşların yarattığı endişeler, büyük göç dalgaları, küresel çaptaki ekolojik sorunlar, ekonomik zorluklar, teknolojik gelişmelerin büyüsü, sosyal sorunlar, büyük devletlerin yeni dış politika hamleleri ve her geçen gün daha tekinsiz bir yer haline gelen; 3. dünya savaşı senaryolarının ciddi ciddi konuşulduğu bir dünyada tarihi bir eşikteyiz; ya ‘yarının çocukları, gülleri için’ barışıp; hep birlikte güçlü bir demokratik hukuk devletinin onurlu vatandaşları olarak yaşayacak ve çocuklarımıza güzel bir ülke bırakacağız ya da kavga etmeye devam edip hep birlikte daha otoriter, daha hukuksuz, daha fakir ve daha güçsüz bir ülkede debelenip duracak, birbirimizin paçasından tutup aşağı çekmeye devam edecek ve çocuklarımıza kan ve gözyaşı miras bırakacağız.

‘’He canım,

Sen getir üstünü.’’


[i] Ahmed Arif, ‘Suskun’ şiirinden.

[ii] Ahmed Arif, ‘Bu Zindan Bu Kırgın Bu Can Pazarı’ şiirinden

[iii] Ahmed Arif, ‘Uy Havar’ şiirinden

- Advertisment -