“Bir amnezi heykeli dikmeli ve onu nereye koyduğumuzu unutmalıyız.” Edna Longley, İrlandalı eylemci.
Bir giriş denemesi
Bir adam, başka bir adamın belleğinde yer edinmek ister. Herman Melville’in Sağlam Adam adlı romanında, yas kıyafetleri giymiş bir dolandırıcının taşralı bir tüccarla karşılaşmasında olduğu gibi, bu yer edinme arzusu yalnızca tanınmak değil, bir boşluğu doldurmak, bir anlatı yaratmak arzusudur. “Sadakatsiz bir hafızanız var,” der dolandırıcı; ardından ise kendi hatırasına olan sadakatini öne sürer. Tüccar, hafızasındaki gediklere çekinerek bakarken, dolandırıcının sözleri onun belleğinde bir geçmiş inşa eder. Gerçekte yaşanmamış bir yakınlık, anlatının yarattığı güvenle ete kemiğe bürünür. Unutulan, yeniden kurgulanmış bir hatıra olarak belleğe yazılır.
Bu sahne, unutmanın çoğu zaman pasif bir silinme değil, aktif bir yeniden inşa süreci olduğunu hatırlatır okuyucusuna. Unutma, yalnızca bir şeyin zihinden silinmesi değil, hafızanın ona artık ihtiyaç duymadığını işaretlemesidir. Kierkegaard’ın ifadesiyle, “bir şeyi unutuşa havale etmek”, onu aynı anda unutmak ve hatırlamak demektir. Buradaki “havale” eylemi, şeyin tümüyle yok edilmesini değil, onu başka bir düzleme taşıyarak orada bir işaretle kayıt altına alınmasını içerir. Etimolojik olarak İngilizce consign fiilinin Latince conssignare kökünden, yani “damgalamak” fiilinden geliyor olması tesadüf değildir: Unutulan, hatırlanacak olanla birlikte damgalanır.
Bu çelişkili gibi görünen hareket hem bireysel hem kolektif düzeyde hafızanın etik, estetik ve politik doğasını gözler önüne serer. Hatırlamak da unutmak kadar seçici, kurucu ve zaman zaman manipülatif olabilir. Kimi zaman barışı mümkün kılan bir unutma gerekir; kimi zamansa adaletin tesisi için ısrarcı bir hatırlama. Anlatmak ise bu iki hareket arasında, yani unutmanın sessizliği ile hatırlamanın yankısı arasında salınır. Walter Benjamin’in düşüncesi tam da bu salınımı anlamaya ve yönlendirmeye çalışır. Benjamin’e göre tarih, yalnızca bir geçmiş kaydı değil; şimdide çakışan, bugüne seslenen, bastırılmış hak taleplerinin alanıdır. Dolayısıyla, anlatmak yalnızca bir geçmişi anmak değil, bugünü kurmak için hatırlamak ve gerektiğinde, unutmayı da yeniden düşünmektir.
Bellek, artık yalnızca bireyin değil; toplumların, imgelerin, teknolojilerin ve anlatıların kurucu mekânıdır. Bu mekânda unutmanın ne zaman bir hak, hatırlamanın ne zaman bir yük ya da direniş biçimi olduğunu yeniden düşünmek, yalnızca geçmişe değil, bugüne ve geleceğe dair sorumluluğumuzun bir parçası.
Etik çerçeve: Unutmanın adaleti, hatırlamanın sorumluluğu
Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine adlı tezlerinde, tarihe dair yaygın ilerlemeci yaklaşıma karşı çıkar ve geçmişin yalnızca olmuş bitmiş bir zaman değil, şimdinin içinde yankılanan bir hak talebi olduğunu öne sürer. Benjamin’e göre tarihsel materyalizmin görevi, geçmişi, zaferlerin anlatısı olarak değil, mağlup edilenlerin sessizliği üzerinden yeniden kurmaktır.
“Tarihsel maddeci, geçmişin kendisine seslenmesini bekler. Tarihin öznesi, ezilen insanlıktır.” (Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”)
Bu bakış açısı, unutmanın da yalnızca bir kayıp değil, zaman zaman etik bir kayıtsızlık olarak işlediği durumlara ışık tutar. Bir şeyi unutmak, bazen onu bastırmak, yok saymak ve sorumluluktan kaçmak anlamına gelebilir. Bu nedenle unutma, sadece bireysel bir zihinsel süreç değil, etik bir tutumdur. O zaman can alıcı olan sorularla karşı karşıya gelmek kaçınılmazdır: Ne zaman unutmak gerekir? Ne zaman hatırlamak bir zorunluluk haline gelir?
Benjamin’in metninde geçen bir başka çarpıcı sahne, Paul Klee’nin Angelus Novus adlı tablosuna gönderme yaptığı sahnedir. Bu tabloyu “tarihin meleği” olarak yorumlayan Benjamin, meleğin gözlerini geçmişin yıkıntılarına dikmiş olduğunu ve geleceğe doğru sürüklendiğini söyler. Bu güçlü metafor, etik belleğin çağrısını çarpıcı bir şekilde ortaya koyar:
“Tarihin meleği yüzünü geçmişe dönmüştür. Biz bir olaylar zinciri olarak gördüğümüz şeyi, o tek bir felaket olarak görür. Harabeler üst üste yığılmaktadır. Melek, kalmak, ölüleri diriltmek ve parçalanmış olanı bir araya getirmek ister. Ama cennetten bir fırtına kopmuştur; kanatlarını öyle bir şiddetle yakalamıştır ki, onları kapatamaz. Bu fırtına onu istemediği halde geleceğe sürükler. Bu fırtına ilerlemedir.” (Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, Tez IX)
Burada Benjamin’in yaptığı, sadece geçmişi anmak değil, unutulmuş ya da bastırılmış olanı bugünle ilişkilendirmek ve onun hesabını sormaktır. Hatırlamak, böylece bir anma değil, bir etik sorumluluk ve adalet çağrısı halini alır. Toplumsal hafızanın bastırılması ise bu minval üzre, çoğu zaman bir tür “unutma rejimi”dir: Resmî tarihin susturduğu travmalar, bastırılmış tanıklıklar ve kayıtlara geçmeyen acılar.
Bu noktada Primo Levi’nin Bunlar da mı İnsan? kitabında Auschwitz’de yaşadıklarıyla ilgili yazdığı şu satırlar Benjamin’in düşüncesiyle yankılanır:
“Anlatmak bir görevdi. Tanıklık etmek, bir borç. Çünkü unutmak, onların iki kez ölmesi olurdu.”
(Primo Levi, “Bunlar da mı İnsan?”)
Unutma, burada yalnızca bir pasiflik değil, bir suça ortak olma ihtimali taşır. Anıların aktarımı etik bir mirasın parçasıdır. Dolayısıyla, unutmamak, yalnızca geçmişi korumak değil, onu geleceğe karşı sorumlu bir biçimde taşımak anlamına gelir.
Giorgio Agamben de bu bağlamda “tanıklığın imkânsızlığı”ndan söz eder. Ona göre, kamplardan kurtulanlar yalnızca birer anlatıcı değil, orada konuşamadan ölenlerin vekilidir. Bu, hafızanın taşıdığı etik yükü daha da derinleştirir: Hafıza yalnızca kendimizin değil, sesi bastırılmış başkalarının da taşıyıcısıdır.
Bu etik yük, günümüzde de geçerliliğini korur. Toplumsal bellekte bastırılmış travmalar – soykırımlar, kayıplar, sürgünler, darbeler, bastırılmış toplumsal hareketler – unutmanın değil, hatırlamanın sorumluluğuna işaret eder. Her anı, yalnızca kişisel bir geçmiş değil; hatırlanmadığında başka felaketlerin tekrarlanmasına yol açabilecek bir uyarıdır.
Benjamin’in “şimdi zamanı” (Jetztzeit) kavramı, bu nedenle önemlidir. Hafıza, yalnızca geçmişi hatırlamak için değil, bugünü dönüştürmek için vardır.
Kürt meselesi ve hafıza politikası
Bugün hâlâ birçok toplum Benjamin’in “tarihin melekesi” gibi, geçmişin enkazına bakarak geleceğe sürüklenmektedir. Türkiye bağlamında bu enkazlardan biri (şimdiye kadar) açıkça konuşulamayan, konuşulsa da bastırılan, travmaları anlatılamadan “sessizliğe gömülen” Kürt meselesidir. Bu mesele, sadece bir siyasal haklar meselesi değil, aynı zamanda unutmanın etik bir sorumluluktan kaçışa dönüştüğü çok katmanlı bir hafıza alanıdır.
Türkiye’nin yakın tarihinde özellikle 1980 darbesi sonrası uygulanan sistematik asimilasyon politikaları, Kürt kimliğini kamusal ve özel alandan silmeye yönelikti. Kürtçe’nin yasaklanması, Kürtlerin kendi kimlikleriyle anılmasının kriminalize edilmesi ve “dağ Türkü” gibi inkârcı söylemler, Benjamin’in işaret ettiği türden bir “resmi tarih zaferi”nin anlatısı olarak okunabilir. Bu tür anlatılar, geçmişi yalnızca iktidarın gözünden kurar ve ezilenin hafızasını yok sayar.
1990’larda yoğunlaşan köy boşaltmaları, faili meçhul cinayetler ve zorla kaybedilmeler, bugün Türkiye’de hâlâ yeterince hatırlanmamış, anlatılamamış ve yüzleşilmemiş büyük bir etik yük olarak durmaktadır. Bu dönemin simgesel isimlerinden biri olan Cumartesi Anneleri, tam da Benjamin’in “şimdi zamanı” dediği türden bir hafıza pratiğini sürdürmektedir hala. Her hafta Galatasaray Meydanı’nda ellerinde kayıp yakınlarının fotoğraflarıyla oturan bu insanlar, unutturmaya çalışan devlete karşı hatırlamanın sessiz ama ısrarlı etiğini temsil eder.
“Biz kaybolanların kemiklerini arıyoruz. Ama aslında, bu ülkenin hafızasını da arıyoruz.” (Cumartesi Anneleri’nden birinin ifadesi)
Hatırlamanın bu biçimi, yalnızca bireysel bir yas değil; bir politik hafıza eylemidir. Bu bağlamda, Roboski Katliamı (2011) da yine etik bir unutma-yüzleşmeme örneğidir. Devletin bombalamasıyla hayatını kaybeden 34 sivilin ardından gelen sessizlik, inkâr, cezalandırma ve soruşturmasızlık, hafızanın nasıl sistematik biçimde bastırıldığını gösterir.
Yine Diyarbakır Cezaevi (özellikle 12 Eylül sonrası dönemde) bir başka örnektir. Bu cezaevinde yaşanan işkencelere dair anlatılar, yıllarca bastırılmış, kimi zaman alaya alınmış, kimi zaman ise “bir daha yaşanmasın” denilerek unutulmaya terk edilmiştir. Oysa bu anlatılar yalnızca geçmişin değil, süregelen inkâr ve bastırma pratiklerinin bir parçasıdır. Hafıza mekânı olarak işlev görebilecek olan bu yer, hâlâ bir yüzleşme ve tanıklık alanı haline getirilebilmiş değildir.
Bu örnekler, Walter Benjamin’in şu sözleriyle daha da derinleşir:
“Geçmişin her görüntüsü, tanınabildiği anla birlikte yok olup gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır.”
(Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”)
Türkiye’de Kürt meselesi bu açıdan, görüntülerin tanınmadan yok olduğu, yani bastırılmış hafızaların anlatıya dönüşmeden silindiği bir sahadır. Bu nedenle unutmak, burada masum bir eylem değil; hakikati inkâr eden bir iktidar aracıdır. Buna karşı hatırlamak, etik bir sorumluluk, politik bir direniş ve anlatısal bir görevdir. Çünkü unutmak, yalnızca hatırlanmayanın değil, hatırlamayı reddedenin de çürümesidir.
Hafıza, direnişin ilk adımıdır
Etik bir rejim olarak hafıza, yalnızca geçmişi hatırlamakla ilgili değildir. Aynı zamanda bugünü inşa etmek, geleceği kurmakla ilgilidir. Hatırlamak, Benjamin’in dediği gibi, ezilenlerin sesini bugüne taşımaktır. O ses duyulmadıkça, tarih yalnızca galiplerin zafer marşı olarak kalır. Oysa susturulmuşların anlatısı açığa çıktığında, unutulanın yerini yeniden hatırlanan değil — yeniden adlandırılan, yeniden onarılan bir hakikat alır.
Bugün Türkiye’de Kürt meselesi bağlamında yeni bir barış ihtimali konuşuluyor. PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakması, sadece politik bir gelişme değildir; aynı zamanda hafıza rejiminin değişmesi için bir fırsattır. Barış, yalnızca silahların susmasıyla değil, yaraların tanınmasıyla, geçmişin bastırılmamış bir şekilde anlatıya dönüştürülmesiyle mümkündür.
Çünkü barış, unutmakla değil bilinçli bir hatırlama biçimiyle, yani geçmişle etik bir yüzleşmeyle kurulur. Unutmak burada, ancak bir tanıma ve adalet sürecinin ardından, aktif bir affetme ya da geçiş ritüelinin parçası olabilir. Benjamin’in uyardığı gibi, geçmişin hak talepleri tanınmadığı sürece, hiçbir barış kalıcı olamaz.
Eğer gerçekten bir barış sürecinden söz edilecekse, bu sürecin etik temeli ancak toplumsal hafızanın onarılması, inkâr edilenin tanınması ve suskunluğun anlatıya dönüştürülmesiyle atılabilir. Roboski, Cizre, Diyarbakır Cezaevi, Lice, Şırnak… Bu isimler sadece acının değil, hatırlanmaya direnen hakikatin de adlarıdır.
Benjamin’in “tarihin melekesi” metaforunu bugüne çağıracak olursak, geçmişin enkazına bakan melek artık yalnız değildir: Onunla birlikte, bu ülkede kaybettiklerini arayan anneler, konuşamadan susanlar, unutturulmaya karşı yazanlar, anlatanlar da vardır. Ve belki, bu anlatılar çoğalırsa, melek bir gün o yıkıntıların içinden yeni bir birlikte yaşam fikrini de çıkarabilir.
Alıntılar ve kaynaklar
- Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine, çev. Ahmet Cemal, Metis Yayınları.
- Walter Benjamin, Anlatıcı, Pasajlar içinde, çev. Ahmet Cemal, YKY.
- Primo Levi, Bunlar da mı İnsan?, çev. A. Gür, Can Yayınları.
- Giorgio Agamben, Auschwitz’den Geriye Kalan, çev. Işık Ergüden, Metis Yayınları.