Kelimeleri ya da kelime öbeklerini doğru vurguyla okumak bazen çok önemli imla kurallarından bile daha önemli olabiliyor, aksi takdirde anlam bambaşka bir yere kayabiliyor.
Bunu, kendi tecrübemden çok çarpıcı bir örnekle anlatayım: Okuduklarım arasında beni en çok etkileyen kitapların başında gelen İkinci El Zaman’ın içeriğini bilmeden başlığıyla ilk karşılaştığımda vurguyu “El”e yaparak, yani sanki “El”den sonra iki nokta üst üste noktalaması varmış gibi okumuş (İkinci El: Zaman) ve tabii hiçbir anlam çıkartamamıştım. Zihnimde, “Zaman ikinci else birinci el ne ola” gibi saçma sorular peydahlamıştım.
Kitabı okumaya başladığımda anladım meseleyi… Sovyetler Birliği ve Belarus’un önde gelen gazetecilerinden Svetlana Aleksiyeviç’e 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’ni kazandıran İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu kitabı Aleksiyeviç’in, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinin başladığı 1980’lerin sonundan 2012’ye kadar geçen dönemde, olan bitene fiilen tanıklık etmiş sıradan ‘Sovyet insanları’yla gerçekleştirdiği söyleşilere dayanıyor. Aleksiyeviç, tek parti diktatörlüğü altında çektiği acıları gözyaşları içinde anlatan yaşlı kuşaktan ‘kızıl insan’ların bile (‘çoğunun’ diyelim) o dönemi bir tür özlem duygusuyla anmasını şaşkınlıkla fakat anlayarak aktarıyor kitabında. Aleksiyeviç’in kitabı bütünüyle, bireylerin ve toplumun manevi bir hedef ve onu taşıyan otorite uğruna kendilerini nasıl önemsizleştirebildiğinin, kendi ihtiyaçlarını nasıl geri plana atabildiğinin çok çarpıcı bir örneğini ortaya koyuyor.
Kitabı bu bilgilerle birlikte okuduğunuzda, ancak o zaman “İkinci El Zaman” kelime öbeğini “ikinci el araba”daki vurguyla okumanız gerektiğini anlıyorsunuz; yaşlı ‘Sovyet insanları’nın orijinal zamanı değil de onun ikinci elini yaşadıkları anlamında…
Bu kadar lafı, bu yazının başlığının doğru vurguyla okunması gerektiğini belirtmek için ettim. Çünkü pekâlâ ABD’yi takdir maksadıyla atılmış bir başlık olduğu düşünülebilir. O nedenle başlığı açmaya ve ayrıntılandırmaya geçmeden belirteyim: Buradaki “helâl ABD” “helâl et”teki vurguyla okunmalı.
ABD kime helâl, kime değil?
Peki ABD kime helâl, kime değil? Cevap: Herkese bazen helâl, bazen değil.
Bazı okurlar bu meselenin takıntılı konularımdan biri olduğunu ve geçmişte bu maksatla başlığı ortak (“Anti-Amerikancılığın ‘error’ verdiği anlar” ), öznesi farklı (Müslümanlar, Kürtler, Atatürkçüler, ulusalcı solcular) çok sayıda yazı kaleme aldığımı hatırlayacaktır. Buradan da anlaşılabileceği gibi ‘özne’nin belli bir andaki pozisyonuna göre ABD ona göre sadece ABD iken başkaları için ‘ABD emperyalizmi’ oluyor ve ‘özne’ ABD uşaklığıyla suçlanıyor, bazen de konjonktüre göre tam tersi bir durum ortaya çıkıyordu.
Bu yazılarda Türkiye’de aşağı yukarı bütün kesimlerin zaman zaman nükseden Amerika karşıtlıklarının “ideolojik” ve “ilkesel” gibi göründüğünü fakat pratiklerine bakıldığında bu karşıtlığın ‘öz’e dair bir şey değil, bir kabuk olduğunu göstermeye çalışmıştım. Bu kabuk, herhangi bir kesimin ABD’nin Türkiye’de kendi rakiplerini desteklemesi durumunda sertleşiyor, ABD’nin kendi rakiplerine karşı sertleşme eğilimi gösterdiği durumlarda ise yumuşuyor, şaşırtıcı bir esneklik gösteriyordu. Yani bir siyasi akımın, birkaç ay içinde ABD ile birlikte hareket etme pragmatizminden ‘ilkesel anti-Amerikancılığa’, oradan da ‘mutlak kötü emperyalizm’ söylemine sıçraması Türkiye’de sıradan bir şeydi.
Daha da fenası, bir ana siyasi akım, çok değil birkaç ay önce kendisinin işgal ettiği pragmatik pozisyona yerleşen başka bir siyasi akımı derhal ‘emperyalizmin uşağı’ olmakla suçlayabiliyor ve buradaki ahlaki problemi görmüyor ya da görmek istemiyordu.
Hangi siyasi eğilimin ne zaman anti-Amerikan ne zaman Amerika ile işbirliği sergileyen bir konumda olduğunu uzunu uzun anlattığım yazılarımı burada özetlemeyeceğim, dileyen okurlar dönüp o yazılara bakabilir. Ben bugün sadece Suriye’ye uygulanan ABD yaptırımlarının kaldırılacağının açıklanmasından sonra Suriye sokaklarında sergilenen sevinç gösterilerinden ve Trump’la birlikte neredeyse iki dost ülke haline gelen ABD-Türkiye ilişkilerinden yola çıkarak Müslümanların bugünlerde bir kez daha ‘error’ veren anti-Amerikancılıkları hakkında yazmak istiyorum.
‘Üst akıl’ (Türkiye Müslümanları) ve ‘zalim Amerika’ (Suriye Müslümanları) günlerinden bugüne…
Şimdi unutuldu: ABD bir zamanlar Türkiye’nin mutlak ve ebedi düşmanıydı, iki ülke arasındaki çelişki uzlaşmazdı, ABD Türkiye’yi bölmeden, Türkiye’den bir Kürdistan çıkarmadan durmayacaktı, zaten “15 Temmuz hain darbesi”nin arkasındaki güçtü, o nedenle ABD ile hiçbir biçimde işbirliği yapılamazdı, nokta.
Oysa Türkiye’de yaşayanların gözleri neler gördü neler: Trump’ın ilk kez ABD başkanı seçildiği 2016 yılının ilk aylarını hatırlayalım… Trump’la birlikte bütün anti-Amerikan eleştirilerini askıya alan, o kapsayıcı ‘üst akıl’ kavramlaştırmasını bile unutan muhafazakâr iktidar ve medya çevreleri, Trump’ın da ‘dost’ olmadığının anlaşılmasından sonra hemen eski mevzilerine dönüvermiştiler.
Sonra Biden dönemi geldi, bu dönemde ABD yine ‘üst akıl’ olarak Türkiye’yi bölmeye çalışan ülke haline terfi etti. Bu dönemde ABD’nin mutlak ve ebedi düşman olduğu yolundaki tezler daha da güçlendi. Fakat bir yandan da iktidar ABD’den gelen her yumuşama sinyalinde gevşiyordu. Amerika bir ‘iyi ABD’ bir ‘üst akıl’ oluyordu. Biden’ın son döneminde nispeten kararlı bir ‘ideolojik’ anti-Amerikancılık ve anti-Batıcılık benimsendi, sınırlarını iktidarın çizdiği ‘yerli ve milli’ çerçevenin dışında kalan herkes Amerikancı ve Batıcı ilan edildi; Trump’ın ikinci dönemine kadar hâlâ oradaydık, sonra ‘beş dakkada değişti bütün işler” ve geldik bugünlere…
Suriye’ye gelince… IŞİD son haftalık bülteninde Suriye’nin geçici Devlet Başkanı Ahmet Şara için “Davaya ihanet eden bir hain, bir kâfir ve ABD Başkanı Donald Trump’ın önünde yaltaklanan bir ‘köle’” demiş. Eh, bu suçlamayı “ilkesel ve ideolojik tavır” ölçüsüyle tartarsak haksız da sayılmazlar.
Ancak bu son cümleden ve buraya kadar söylediklerimden, ABD’nin desteğini gözeten devletleri ve güçleri kınadığım sanılmasın… Tam tersine, varolan reelliklerin çerçevesi dahilinde siyaset yapmak zorunda olan herhangi bir siyasi organizma elbette dünyanın en büyük siyasi ve askeri gücü konumunda bulunan Amerika’nın desteğini arayacak ya da düşmanlığından sakınmaya çalışacaktır… Kimseyi suçlamıyorum, fakat Amerika’nın bütün ‘ilkesel ve ideolojik’ düşmanlarının, yeri geldiğinde nasıl ‘Amerikancı’ kesilebildiğini gösteren bunca tecrübeden sonra, kimsenin de kalkıp kendi anti-Amerikancılığının ‘ilkesel ve ideolojik temelli’ olduğunu öne sürmemesi gerektiğini söylüyorum.
Amerika’yı yardıma çağıran Kürtlerle alay edenlerdeki ahlaki sorun
2020’de ABD Başkanı Trump görevinin son döneminde Suriye’den çekileceklerini açıklamış, bunun üzerine büyük bir tedirginlik yaşayan Suriye Kürtleri ABD’den bunu yapmamasını istemişti. Bu istek o günlerde iktidar çevreleri ve iktidar basını tarafından istihza yüklü yorumlarla karşılanmıştı: E, hani PYD ve YPG solcuydu? Solculuk her şeyden önce anti-Amerikan, anti-emperyalist olmayı gerektirmez miydi?
Şimdi, beş yıl sonra Suriye sahnesinde yine aynı tablo var ve iktidar basını yine istihza yüklü yorumlarla dolu.
Bunları, her koşulda anti-Amerikan, anti-emperyalist bir pozisyonda kalmış, bu ilkesel pozisyondan hiç sapmamış birileri söyleseydi, en azından tutarlı olduklarını teslim edebilirdik.
Fakat biliyoruz ki öyle değil. Türkiye’nin İslamcıları da muhafazakârları da Türkiye’deki öbür politik kesimler gibi “Amerikancılık” suçlamasındaki ahlaki problemle malûller.
Yok kimsenin birbirinden farkı, bu durumda başkalarını Amerikancılıkla suçlamamak basit bir tutarlılık sorunu olarak ortaya çıkıyor.