
1987 Örgütün resmi dergisi, Serxwebun’un bugün bile hala yerli yerinde duran mottosu…
Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkerên Kurdistanê-PKK) 2025 yılının Mayıs ayında insan hayatından daha değerli bir şey olmadığında karar kıldı. Laf-ı güzaf değil hakikatte kanla yazdığı tarihine son noktayı koyduğunda Kürtler için yarım asırdır süren trajedi film şeridi gibi gözler önünden akıp giderken o yılları “ahh doksanlar” nostaljisi ile yad eden Türkler ise Wikipedia’da 115 dilde Kürtler başlığının tamamında sorunun membaı olarak zikredilen Lozan için “bu da nereden çıktı şimdi, bu da nesi” deyip tarihi maalesef yine zevzeklikle karşılıyor.
PKK’nin silahlara veda dediği o büyük günü evvelce düşünüp tahayyül edince o gün geldiğinde hep hemen herkes hüzünlenecek, yitip giden herkesi şöyle bir düşünüp kederlenecek ,deruni bir tefekküre gark olunacak, hiçbiri değilse de su gibi akıp gitmiş şu yarım asra herhalde herkes içlenecek diye ümit etmiştim.
Lakin internet çağının ucuzluğu bu büyük hadiseyi de gölgeledi. Goygoyculuk artık her şeye galebe çalıyor sadece Türkiye’de değil dünya da böyle.

Marxist karayolları mühendisi Azem ve Meyhaneci Remzi’nin Sait Faik kokan muhabbeti:
AZEM : Eyvallah Remzi sağolasın. (Masayı donattığı için )
MEYHANECİ REMZİ: Her şey tadını yitirdi Azemciğim, artık İstanbul eski İstanbul değil. Kokoreçler, biralar, karidesler … Her şey bozuldu …Sen bilirsin bu işleri Azemciğim söylesene, niye bozuldu her şey.
AZEM: Niye bozuldu ?
MEYHANECİ REMZİ : Sen söyle, bilirsin sen bu işleri. Eskiden çok eskiden gelirdiniz bir arkadaşınız vardı, içince kavga ederdi hani onunla gelirdiniz, mektepliydiniz o zaman…
(ARKADAŞ-1975)

1975 yapımı bu filmin senaryosu bugünlerde tekrar açık cezaevi önerisi yapılan o zamanlar açık olan İmralı’da yazılmıştı.
Yılmaz Güney yine bugünlerde gündemde olan bir genel afla çıkıp, bu filmi çekti.
Öcalan için en azından bir iki yıl daha ev hapsine bu adada devam etmesi neye benzer derseniz o zaman bu ada hapishanesinde örgütle de bağı hiç kopmayan, yolu hep bir şekilde PKK ile kesişen Yılmaz Güney’in İmralı’daki esaretinden hastalıklı bir istifçi gibi sağdan soldan biriktirdiklerimden birkaç fotoyu paylaşalım.



İmralı diye diye dili, kulağı, ayakları var zannına kapıldığınız artık tastamam insan sandığımız o meşum ada neye benzer derseniz iste gördüğünüz gibi üzerinde domatesler yetişen, kavakları bile olan hepimiz gibi biri.
Mektepliydiniz o zamanlar….
Meyhaneci Remzi’nin lafı bıraktığı yerden devam edelim…
Yılmaz Güney bu filmi çekerken mektepli olan Öcalan ve arkadaşlarıyla devam edelim.
PKK son kongresinde fotoğraflardan okuduğum kadarıyla en hüzünlü olanı Cemil Bayık’tı.
Çok fazla konuşamadı, örgütün daha genç sorumlularında hala görevdeyiz bu da görevin bir parçası ciddiyeti ve rutini baskınken Cemil Bayık ve Duran Kalkan’da yarım asırlık hikayenin sonunun kederi vardı.

Cemil Bayık örgütün adeta ikinci kurucusu kabul edilir.
1999 yılında örgüt dağılma noktasına geldiğinde Öcalan’ın kardeşini bile çiğneme pahasına sert bir tavır takındı bazen Öcalan’a rağmen karar ve tutumlarla örgütün bugüne değin yekpare kalmasında başat isim oldu.
(Örgütlerin bölünmesi en gaddar devletlerin bile arzu etmediği bir haldir. Örgütün katı hiyerarşik hatta neredeyse stalinist yapısı ve Türkiye’deki rejimin “millet ne der” prangasından kurtulacak kadar koyulaşıp otoriterleşmesi bugünlerde barışı hızlandıran ve kolaylaştıran iki ironik detay).
Kah Amerikancı kah İrancı olmakla itham edilen, 50 yıldır Türkiye’nin en çok aradığı 3 isimden biri olan Bayık, Batı için de aynı derece de tehlikeli görüldü ve Amerikalılar onu ölü veya diri ihbar edeceklere 4 milyon dolar vadettikleri aşağıdaki şu resmi afişi bile bastılar:

Öcalan ve Hatice Altun..

Rıza Altun, Ankara Tuzluçayır’da Annesi Hatice Altun’la örgüte ev sahipliği yaparak, örgütün hacminin on katına çıktığı yerin sembol ismi, amiyane tabirle mekanın asıl sahibi.
Kemal Pir ve Öcalan’ın etrafında 5-6 kişi varken, Rıza Altun Tuzluçayır’da 60 kişiden fazla kişilik bir grubun liderliğini yapıyordu.
Dersim’den ekonomik sebeplerden göç eden aile oğlunun adını Seyid Rıza’dan miras ; Rıza koymuşlardı.

Rıza Altun:
“Annem Dersim’in yöresel kıyafetleri içindeydi başı kofili( Dersim ve Adıyaman bölgesinde bilhassa Alevi kadınlar için geleneksel başlık ve başörtüsü) olduğu için işte bunlar Kürt diye bizi taşlıyorlardı daha sonra mahalleye yoğunlaşan Alevi göçüyle, kontrol tamamen bize geçti ve örgütlenmeye başladık.
……
Annem devrimcilere hep bir sempati beslerdi öyle ki ilk silahımı annem almıştı, daha sonra silahımı bir fransız onlusu ile değiştirdiğimde üzerine koymam için yine annem para vermişti, o zamanlar Ankara’da bir çok kavga dövüşün içindeydim bu yüzden vurulması gereken kişiler arasındaydım, mütemadiyen belimde iki silahla dolaşırdım.
……
Kemal Pir, Tuzluçayır’a 1975’te geldi. Önce bizim grupla ilişkilendi. O zaman hepimiz Türk solu adına hareket ediyorduk. Mahalleye ilk geldiğinde kimse onu tanımıyordu. Bir iki kişiyle kahveye geldi, bir de bir iki sefer derneğe gelmişti. Orada gördük, fakat kimse tanımadığı için önceleri mesafeliydik.

“Haki Karer’in şehadettinden sonra Antep’te Önderlikle artık birşeyler yapmanın vaktinin geldiği konusunda hem fikir olduk ve herkesten bağımsız tam yetkiyle bir suikast ve intikam timi oluşturduk. Çok ağır bir intikam dalgası başlattık, İskenderun’a kadar Haki Karer cinayetinin sorumlularının izini sürüp onları oralarda bulup öldürdük. O zaman Suruç’tan bir kaleşnikov temin etmiştik , bu eylemlerimizi daha etkili kıldı ve 3 ay sonra Gaziantep’te bizden başka ne bir sol ne de ülkücü bir grubu sokağa çıkabilir olmuştu, saha artık elimizdeydi.”
İşte tam bu noktada PKK’yle ilgili hemen herkesçe kabul edilen ciddi bir tarihsel yanılgıyı yahut hatayı düzeltelim, aslında düzeltmeyelim düzeltilecek yanı yok komple yıkalım.
PKK tarihinden söz açılınca Diyarbakır Cezaevi’nin işkencelerinin örgüte katılımı arttırmasına değinilir ve ancak eller ilk defa 15 Ağustos 1984’te tetiğe varabilmiş gibi bir hikaye satılıp o zamanın devlet yetkililerinin “bir kaç çapulcu” açıklaması klişesi eklenerek (ondan sonraki yöneticiler meğer hadise üç beş çapulcudan ibaret değilmiş noktasına vardıklarında çok faydalı işler yapmışlar gibi) nokta konur.
Pekiyi hakikatte kazın ayağı böyle mi?
PKK, 12 Eylül’ün sonucu değil en ciddi sebebiydi, cuntacılar bunu defalarca açıkladılar.
Bizzat Kenan Evren kendilerini asıl endişelendirenin sol değil doğudaki bölücü faaliyetler olduğunu, darbe kararını doğuya yaptığı ziyaretin ardından Hilvan ve Siverek arasında tanık olduklarından sonra ( Bu arada Öcalan’ın emriyle Antep ve Nizip’te kesin hakimiyet kurulduktan sonra.
Rıza Altun’a eylemleri durdurma talimatı gitmiş ve yeni eylem sahası olarak Siverek verilmişti) kesinleştirdiklerini defalarca söyledi ama Türkiye’de Sovyet destekli bir sol devrimin önüne geçmek için darbenin Amerikalılarca teşvik edildiği (Our boys have done it) palavrasına çoğunluk inandırıldı.

Darbeden 7 ay sonra 15 Nisan 1981 tarihli bir Le Monde haberi.


Darbeden 7 ay sonra 15 Nisan 1981 tarihli bir Le Monde haberi.
“447 PKK üyesinden 97’si için idam cezası isteniyor” diyor.
Daha sonra Rıza Altun da bu davadan idam cezasına çarptırılmıştı.
12 Mayıs 1982 günkü Le Monde’un bu haberi ise şimdilerde bütün ihtiyarların gençlik iksiri renkli çerçeveli gözlükleriyle gurmelik yapan, bize karideslerin son vaziyetiyle ilgili en sağlam malumatı verebilecek Artun Ünsal imzalı.

Yazının sonunda PKK ana davasının Türkiye tarihinde Maraş olaylarından bu yana görülen en büyük dava olduğu anlatılmakta. Haberde ayrıca devlet yetkilileri nadiren de olsa doğru bir bilgi vermişler ve Mazlum Doğan’ın 21 Mart gecesi 1982 günü kendini astığını belirtmişler. Elbette o 21 Mart detayının bugünlerde milyonlara ulaşan kitlesel Newrozlar için ehemmiyetini bilseler muhtemelen 20 ya da 22 Mart derlerdi.
PKK, 12 Eylül rejimi tarafından 243 suikastla suçlandı, 2300 kişiden fazla kişi hakkında dava açıldı.
Eski PKK-JİTEM itirafçısı Abdülkadir Aygan ifadelerinde Antep ve civarındaki bütün milliyetçi ve sol grupları bölgeden göçmek zorunda bırakacak kadar yoğun eylemlere giriştiklerini daha sonraki ifadelerinde detaylıca anlattı. Aygan o dönem Rıza Altun ve ekibinin bir parçasıydı.
Ordu ve istihbaratı için (O yıllarda MİT tamamen asker kontrolünde idi ) örgüt bertaraf edilmesi gereken en acil tehditti.
Elbette 5 nolu zindan, Esad Oktay diye bir sosyopat yahut psikopata denk gelindiği için yaşanmadı. Ordu önce darbe yapıp daha sonra bu ayrılıkçı dalgayı kırıp sindirme hesabı gütmüştü fakat ordunun hesap etmediği tek şey örgütün dağlarda bir gerilla tarzı mücadeleye girişmesiydi
(Gerilla mücadelesi PKK’nin 12 Eylül öncesi kararlarında zaten mevcuttu darbe sadece bunu bir süre erteletmişti.)
Darbeden 3 ay önce 11 Haziran 1980 the New York Times’ın Diyarbakır merkezli yükselen Kürt hareketi haberi de bu iddiayı destekliyor.

Haberde ayrılıkçı ve bağımsızlıkçı fikirlerin tastamam yayıldığı Diyarbakır’ın gayri resmi başkent olarak görüldüğüne dair bir çok izlenim mevcut .
Bir başka The New York Times haberi darbeden bir ay sonra, 15 ekim 1980 tarihli.
Kenan Evren’in yaptığı ilk şehir ziyareti ve halka ilk konuşma Diyarbakır’a oluyor. Evren burada “anarşiyi bitireceğiz” diyor.

Hülasa, PKK Diyarbakır zindanında işkence ile palazlandırılmış, aslında öncesinde ondan çok daha güçlü ve etkili örgütler varmış, 12 Eylül Türkiye’deki solu ezmiş ama bu örgütün bile isteye önünü açmış hatta Öcalan’ın Suriye’ye geçişi bile şaibeli işmiş hikayesi tamamen çürük.
Örgüt 12 Eylül’den önce de Türkiye’nin askeri anlamda en organize en vurucu hareketiydi.
Dünya basınında Kemal Pir ve Mazlum Doğan’ın isimleri açıkça verilerek otoriteler işkence ile suçlanırken devletin işkenceyi durdurmamasının asıl sebebi de buydu.
Çünkü PKK tehlikesi Türkiye’nin imajından bile daha mühimdi ve bu sebepten bütün Türkiye’de cuntanın işkenceyle katlettiği militanların üçte biri PKK üyesiydi.
Eğer 12 Eylül hiç olmasaydı da bir gerilla tarzı mücadele başlayacak ve yine köylerden aynı büyük destek alınacaktı çünkü köylerde jandarmanın insan haklarına mugayir muamelesi darbe ile başlamış bir iş değildi neredeyse Cumhuriyet’in başından beri süregelmişti.
Zaten askeri darbeler köylerde değil şehirlerde kendini hissettiren bir rejimi değişikliğinden ibarettir.

1978 yılında PKK üyesi bir genç memleketi Karakoçan’dan üniversite okuduğu Ankara’ya giderken trende bir film çekimine rastlar, filmde trendeki bir çok gerçek yolcu gibi kadraja girer ve bu durumu ablasına tatlı bir anı olarak nakleder.

Film, Yılmaz Güney’in Sürü’südür.
Filmin bu karesinde gördüğümüz kişi ise 21 Mart 1982 bir Newroz gününde hayatına son veren PKK’nın kurucularından Mazlum Doğan’dır.
Üstelik görüntüsü filmde yol kenarında bir istasyon binasına Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın devamı olan derneğin adının yazılı olduğu binaya bakan yolculardan biri gibi montajlanmıştır.
Mazlum Doğan daha sonra kendini bu filmde gördü mü ya da Yılmaz Güney Paris’te yaşadığı yıllarda bu olaydan haberdar olabildi mi hiçbir malumatımız yok.
Yılmaz Güney Türkiye’den kaçıp Fransa’ya gelip bu işkencelere dair en çarpıcı filmi yaparken Midnight Expresse’in ırkçılığına karşı Fransız gazetelerine demeç verecek kadar da açık sözlü ve adildi.
Öyle Avrupalılara şirin görünmek gibi bir derdi filan olmadı.

(GARDİYAN TONTON ALI ( TUNCEL KURTIZ ): “Bize askerdeyken öğretmişlerdi, çıktık açık alınla on yılda her savaştan. Şimdi de bebelere söyletiyorlar. Askerliğim biteli otuz sene oldu, hâlâ götümüzde donumuz yok bee donumuz.Aaçık alınla çıkmışız her savaştan açık alınla. Nah çıkmışık açık alınla her savaştan.” DUVAR-1983)
1983 yapımı Duvar filmi 1981 yılında geçen hadiseleri anlatıyor. Güney, Kemalist rejimi açık semboller üzerinden eleştiriyo. Mustafa Kemal’in 100. Doğum yılı münasebetiyle mahkumların af beklentileri, devasa Atatürk portreleri önünde yapılan işkence sahneleriyle alegorilere sığınmadan bütün trajedinin müsebbibi olarak rijit sistemi işaret ediyor ve bu film hala Kemalizm’i Türkiye sinemasında açıkça hedef alabilmiş ilk ve son yapım olma özelliğini koruyor.
Filmde sahnenin birinde cezaevi yönetimi devrimcilerin olduğu koğuşa baskın yapıp devrimcileri işkence ve dayakla sürgün eder.
Çocuk ve genç mahkumlara tarumar edilen devrimci koğuşa girip ortalığı temizlemeleri duvardaki sloganlara beyaz badana çekmek düşer.
Onlar da yazılanlara göz gezdirirler ve 1983 yapımı bu filmde kadraja duvardaki şu yazılar girer :
“Burası dördüncü koğuştur benim abim
bak camları yoktur kırıktır
ne bacası tüter ne de sobası
her neyse benim abim
ver bir cigara zuladan yanalım
burası dördüncü koğuştur benim abim kaderde
ikinci adresimiz
allahımızı sorarsan adı gardiyan cafer
lakabı kel onbaşı
peygamberimiz desen oda ekip başı
her neyse benim abim
ver bir cigara zuladan yanalım
burası dördüncü koğuştur benim abim
kaderde ikinci adresimiz….”
Hemen sağda yine Örgütün resmi dergisinin mottosu görülür.

“Hiçbirşey bağımsızlık ve özgürlükten daha değerli değildir…”