Kürdistan Hewler Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Doç Dr. Arzu Yılmaz birkaç hafta önce Alan YouTube kanalından Gökçe Çiçek Kösedağı’na verdiği söyleşide, katıldığı bir konferanstan ilginç bir anekdot aktardı:
“Öcalan’ın fesih çağrısını yaptığı 27 Şubat günü burada, Erbil’de bir konferans vardı ve o konferansa katılanlardan biri de DEVA Partisi’nden Mehmet Emin Ekmen’di. [Öcalan’ın açıklamasının hemen ardından] sıcağı sıcağına katıldığı panelde sürecin nasıl yürüyebileceğine dair sorular sorulduğunda çok ilginç bir cevap verdi. Bilmediğimiz bir şey değil ama bunu Mehmet Emin Ekmen’in ağzından bu kadar net bir şekilde duymak önemliydi. Söylediği şuydu:
Biz Türkiye’de 6-7 senedir hak düzeninden lütuf düzenine geçtik. Eğer bir hak talep edecek olursanız hakkınızı alamayacağınız gibi sopa yeme ihtimaliniz de yüksek. Ama kendinizi bu iktidarın vicdanına ve geniş kollarına terk ederseniz umduğunuzdan fazlasını bulma ihtimaliniz de var.
Yani buradaki hak düzeninden lütuf düzenine geçiş [tespitinin] bu sürecin ruhunu anlamakta bana en azından çok yardımcı olduğunu düşünüyorum.”
Mehmet Emin Ekmen’in, iktidarın niteliğine ve hak-talep ilişkisine dair tespiti Arzu Yılmaz’ın da dediği gibi yeni ve orijinal değil ama kesinlikle yerinde ve isabetli. Yılmaz’ın sözlerinden, Ekmen’in bu tespitinin Kürt siyasetinin Öcalan’ın çağrısından sonra ne yapması gerektiğine dair bir tavsiye boyutu taşıyıp taşımadığı anlaşılmıyor, ki zaten bu benim bu yazıda tartışmak istediğim meselenin dışında kalıyor. Fakat aradan geçen dört ayın, iktidarın hak-talep meselesindeki pozisyonuna yeni bir delil teşkil ettiği muhakkak: Öcalan’ın 27 Şubat’taki çağrısından sonra Kürt siyasetinin her “hak” hatırlatmasının, her “devletin yapması gerekenler” listesinin iktidarda nasıl bir sinirlilik yarattığını gördük. Bunun nedeni, bunların ‘talep’ formunda ve ona uygun, alttan almayan bir dille ifade edilmesiydi.
İktidar geçtiğimiz dört ay boyunca şu surette konuştu: “Benden talepte bulunma, benimle müzakere etmeye kalkma, bu yolla bir şey alamazsın, fakat kendini vicdanıma ve geniş kollarıma terk edersen bir şansın olabilir…”
Bu çerçevede, öne çıkan iki somut gelişmeye dair iktidar tutumu açıklayıcı olabilir: İnfaz düzenlemesi ve TBMM’de barış sürecini ele alacak bir komisyon kurulması girişimi… Bunların ikisi de esas olarak Kürt siyasetinin sahiplendiği maddeler olarak öne çıktı ve dolayısıyla iktidar tarafından ‘talep’ olarak algılandı. İnfaz düzenlemesinin yaz tatilinden önce çıkartılmamasının başka nedenleri de olabilir fakat tartıştığımız meselenin de girişimin akim kalmasında çok önemli bir psikolojik faktör olarak rol oynadığı muhakkak. DEM Parti infaz düzenlemesini “iktidarın samimiyet testi” olarak sunmasaydı ve konuyu “iktidarın vicdanına ve geniş kollarına terk [etseydi]” sonuç farklı olabilirdi.
TBMM komisyonu tartışmaları: Bu konu ilk olarak bir ay önce Devlet Bahçeli tarafından gündeme getirildi ve hızla Kürt siyasetinin talebi haline dönüştü. Ne var ki o da infaz düzenlemesinin akıbetine uğradı, unutulur gibi oldu. Sonra birdenbire yeniden canlandırıldı, çünkü süreci başlatanların işaret ettiği bölgesel tehlikeler İran-İsrail savaşı nedeniyle kuvveden fiile çıkar gibi oldu, bu da pabucun pahalı, oyalanmanın bedelinin yüksek olabileceği duygusunu uyandırdı. Şimdi, Meclis başkanı komisyonu oluşturmak üzere canla başla çalışıyor.
Sadece Kürt meselesinde değil, her meselede…
Mehmet Emin Ekmen bu yazının girişindeki sözleriyle tipik bir ataerkil zihniyet pratiğine işaret ediyor. Bu pratikte, bireylerin ataerkil otoriteye karşı sadakat ve uyum içinde olması beklenir. Ataerkil otoritenin bireylere vaadi ise koruma ve -belki- şefkattir.
Zihniyetin ideolojiden daha derin, daha kuşatıcı etkileri vardır, ki bu da bizi bırakın geniş halk kitlelerini, ‘ilerici’ ideoloji sahiplerinin de ataerkil zihniyette olabileceğine götürür. Solcu yazar Bekir Yıldız’ın güçlü otobiyografik ögeler içerdiği bilinen romanı Halkalı Köle’nin yazar kahramanının boşanma aşamasındaki eşi için söyledikleri tipik bir ataerkil zihniyet tezahürüdür: Romanın kahramanı olan yazar tartıştığı eşini döver, sonra böyle davrandığı için kendisini kötü hisseder. Fakat bunda dayak yerken hırçınca davranan hatta karşılık vermeye çalışan eşinin de kabahati vardır. Çünkü öyle yapmasa ve ona direnmeseydi davranışından ötürü utanç duyacak, bu kaba davranışı üzerine düşünecek, belki de bir daha böyle bir şey yapmayacaktı.
Ataerkil zihniyetin hâlâ gerçek anlamda toplum olamamış toplumumuzda derin köklerinin olduğu muhakkak…
Devlet kertesine geldiğimizde kendisinden sadakat ve uyum istenenler sadece bireylerden (vatandaşlardan) ibaret kalmaz, siyasi partiler dahil her türlü örgütlenme de sadakat ve uyum istenenler sınıfına sokulur. Elbette ataerkil yöneticilerin elindeki devlet bunu -her zaman istese de- her zaman başaramaz, bunun için sadakat ve uyum göstermemekte direnen bireyler ve örgütlenmeleri hukuka bağlı kalmadan cezalandırma kapasitesine ve gücüne de sahip olmalıdır, ki zaten o noktada sadece ataerkil değil otoriter-ataerkil bir zihniyet yapısına sahip devletlerden söz ediyoruz.
Erdoğan’ın zihniyet yapısı her zaman ataerkildi, fakat 23 yıllık iktidar tarihinde “hak düzeninden lütuf düzenine” geçişin, “bir hak talep edecek olursanız hakkınızı alamayacağınız gibi sopa yeme ihtimaliniz de yüksek” olmasının son 7-8 yılda ortaya çıkmasının nedeni, zihniyet kalıbının çok istense de bir türlü kuvveden fiile geçirilemeyen otoriterlik ayağının da nihayet oturtulmuş olmasıdır.
Tam bu noktada otoriterliğin Kürt meselesinin çözümünde bir şans olduğu tezine yeniden dönebiliriz. İstismara, manipülasyona, devlet içinden gelebilecek bozucu hamlelere çok açık karmaşık bir süreç için otoriterliğin işe yarar bir yönetim biçimi olabileceğini bir an için kabul edelim… Peki, böyle bir yönetimin muhatabıyla göz hizasından konuşma yapma yeteneğinden mahrum olması gerçeğini ne yapacağız? İktidarın bu meseleyi hâlâ ağabey-kardeş ilişkisi gibi görmesini, eşit muhataplık algısından çok uzak olması gerçeğini ne yapacağız?
Bu, yol yürüdükçe daha fazla belirginleşecek ve sürecin tamamına ermesinde en büyük engellerden biri olarak öne çıkacak. Böyle olması kaçınılmazdı, çünkü bu, aşılması daha kolay olan siyaset ya da ideolojiye değil aşılması çok zor olan zihniyete dair bir mesele.
Bir iyimserlik notuyla bitireyim: Yine de gerçek ve büyük tehlike algıları, zihniyetin dayattığı sınırların aşılmasında zorlayıcı ve hayırlı sonuçlar üretebilir; İran-İsrail savaşının yeni parlamento dönemine ertelenen TBMM komisyonunu hızlandırmasında olduğu gibi…