Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIOrtak acıdan ortak sorumluluğa: Madımak Katliamının düşündürdükleri

Ortak acıdan ortak sorumluluğa: Madımak Katliamının düşündürdükleri

Sivas'ta tanık olduğumuz linç kültürü, köklerini derin bir korku ve önyargı ikliminden alıyor. Toplumun bir kesimi sistematik olarak 'öteki' diye kodlandığında ve bir güvensizlik iklimi yaratıldığında, adalet ve merhamet gibi temel değerler belirli bir kimliğin sınırlarına ve dayanışmasına hapsedilir ve 'öteki' ile eşitsiz ilişki zamanla hınca ve nefrete dönüşebilir. Bu yabancılaşmayı aşmanın yolu, farklılıkları bir ‘öteki’ ve tehdit değil, toplumsal bir zenginlik olarak gören çoğulcu bir toplumsal düzen anlayışını hayata geçirmekten geçer. Bu, her bir bireyin "birinci sınıf vatandaş" olarak görüldüğü, kimliğinin, inancının veya düşüncesinin aşağılanmadığı, hor görülmediği bir düzeni tesis etmeyi gerektirir.

Bugün, Cumhuriyet tarihimizin en karanlık, en acı günlerinden birinin, Sivas Katliamı’nın yıl dönümü. 2 Temmuz 1993’te Madımak Oteli’nde yitirdiğimiz ozanlarımızı, yazarlarımızı, sanatçılarımızı ve gençlerimizi büyük bir hüzün ve saygıyla anıyorum. Ailelerinin ve sevenlerinin otuz yılı aşkındır dinmeyen acısını tüm kalbimle paylaşıyorum.

Madımak’ta yakılan ateş, yalnızca masum insanlarımızı değil, aynı zamanda toplumsal barışımızı da hedef almıştır. Bu katliam, Türkiye’nin derinlerinde yatan ve ne yazık ki hâlâ canlılığını koruyan toplumsal fay hatlarının en acı verici şekilde yüzeye çıkmasıdır. Bu fay hatlarıyla yüzleşmeden, onları onarma bilinci ve iradesi geliştirmeden, ülkemizin gerçek anlamda bir demokrasi ve refah toplumuna ulaşması mümkün görünmemektedir.

Korku Siyaseti ve Toplumsal Yabancılaşma

Sivas’ta tanık olduğumuz linç kültürü, köklerini derin bir korku ve önyargı ikliminden alıyor. Korku doğası gereği narsist bir duygudur; bizi kendi kabuğumuza çeker, paralel toplumları güçlendirir ve zihinleri gettolaştırır, ötekini bir tehdit olarak görmemize neden olur ve rasyonel düşünme yetimizi felç eder. Bu korku iklimi, siyasi söylemlerle beslendiğinde, Alevi-Sünni ayrışması gibi tarihsel farklılıkları tehlikeli kutuplaşmalara dönüştürür. 

Toplumun bir kesimi sistematik olarak ‘öteki’ diye kodlandığında ve bir güvensizlik iklimi yaratıldığında, adalet ve merhamet gibi temel değerler belirli bir kimliğin sınırlarına ve dayanışmasına hapsedilir ve ‘öteki’ ile eşitsiz ilişki zamanla hınca ve nefrete dönüşebilir. Bu, bireylerin birbirine ve devletin kurumlarına yabancılaştığı trajik bir süreçtir.

Bu yabancılaşmayı aşmanın yolu, farklılıkları bir ‘öteki’ ve tehdit değil, toplumsal bir zenginlik olarak gören çoğulcu bir toplumsal düzen anlayışını hayata geçirmekten geçer. Bu, her bir bireyin “birinci sınıf vatandaş” olarak görüldüğü, kimliğinin, inancının veya düşüncesinin aşağılanmadığı, hor görülmediği bir düzeni tesis etmeyi gerektirir. Devletin görevi, bir kimliği veya yaşam biçimini dayatmak, norm olarak göstermek veya tercih etmek değil, tüm farklılıkların bir arada, barış içinde yaşayabileceği adil bir zemin oluşturmaktır.

Demokratik Müzakere ve “Farklılıklarla Birlikte Yaşam” Politikası

Peki, bu kutuplaşmış yapı nasıl aşılabilir? 

Kalıcı ve onarıcı bir çözüm, adaletin tesisinin gereği olarak kamusal aklın yeniden inşasıyla mümkündür. Bu da siyasal toplumu, farklılıklar içinde müşterek yaşama iradesi etrafında yeniden kurmayı, sağlıklı bir müzakere ve diyalog kültürünü yeşertmeyi gerektiriyor.  Demokrasi, tüm vatandaşların eşit ve özgür bireyler olarak ortak meseleleri üzerine akıl yürüttüğü, konuştuğu, tartıştığı ve birlikte çözüm aradığı dinamik bir süreçtir.

  • Demokratik Müzakere ve “Demokratik Yinelemeler”: Jürgen Habermas’ın “kamusal akıl yürütme” kavramsallaştırmasından ilhamla söyleyebiliriz ki, toplumsal huzur ve barış, vatandaşların yalnızca oy kullandığı değil, aynı zamanda eşit söz hakkına sahip bireyler olarak ortak sorunlar üzerine düşündüğü ve konuştuğu bir kamusal alan gerektirir. Bu kamusal alanı canlı tutmanın yolu ise, Seyla Benhabib’in işaret ettiği gibi, “demokratik yinelemeler”den, yani evrensel hak ve değerlerin toplumun kültürel ve tarihsel bağlamı içinde yeniden yorumlanması ve sahiplenilmesi sürecinden geçer.

Bu süreç, korkunun ve önyargıların dayattığı sessizliği kırarak, toplumun tüm kesimlerinin kendi sesleriyle kamusal tartışmalara katıldığı, birbirlerinin “somut ötekiliğini” anladığı ve saygı duyduğu bir iletişim ortamı yaratmak demektir. Bu da devlet politikalarının yalnızca bir grup tarafından değil, toplumun tamamı tarafından meşru görülmesinin temel şartıdır.

  • Eğitim, Duygudaşlık ve Toplumsal Hafıza: Toplumsal dönüşümün en derin ve kalıcı adımı eğitimle atılır. Bu nedenle, önyargı ve ötekileştirme ile mücadele, ilkokul sıralarından başlamalıdır. Eğitim sistemimiz, çocuklarımıza farklılıklara saygı duymayı, eleştirel düşünmeyi ve en önemlisi, başkasının yerine kendini koyma yetisi olan empatinin ve merhametin geliştirilmesini hedeflemelidir. Başkalarının endişelerini, acılarını ve hassasiyetlerini anlama kapasitesi, şiddet ve nefret kültürüne karşı en güçlü panzehirdir.
  • Devlet Politikası Olarak Çoğulculuk: Herkesin ortak yurdu olarak amaçlanan devletin sorumluluğu, belirli bir kimliği veya yaşam biçimini önermek, öncelemek veya dayatmak değil; tüm farklılıkların güven içinde bir arada yaşayabileceği adil bir zemin oluşturmaktır. Bunun için de ötekileştirmeleri aşma yanında kin ve nefretle mücadele ve farklılıklarla bir arada yaşama kültürü, bir devlet politikası haline getirilmelidir. Bu, nefret söylemlerine karşı hukuki mekanizmaları güçlendirmenin yanı sıra, sanatın, edebiyatın ve sivil toplumun desteklendiği, kültürel çeşitliliğin kamusal alanda görünür kılındığı pozitif bir yaklaşımı da gerektirir. Devlet, belirli grupları potansiyel “tehdit“ veya “öteki“ olarak kodlayan politikalardan vazgeçmeli, bunun yerine tüm vatandaşlarına eşit mesafede durarak güven ve aidiyet hissini güçlendirmelidir.

Sivas’ın acısı, ancak bu fay hatlarını iyileştirdiğimizde, birbirimizin farklılıklarını bir zenginlik olarak kucaklayabildiğimizde ve adaleti herkes için tesis ettiğimizde hafifleyecektir. Bu, sadece geçmişe karşı değil, aynı zamanda geleceğimize karşı da en temel sorumluluğumuzdur.

Bu vesileyle, Madımak’ta yitirdiğimiz tüm canlarımızı bir kez daha saygıyla anıyor, ailelerinin ve sevenlerinin dinmeyen acısını paylaşıyorum. 

Unutmadık, unutmamalıyız! 

Ancak hatırlamak yeterli değildir; yaşadığımız acılardan ortak bir sorumluluk üretmek zorundayız.

- Advertisment -