Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBir karikatür, sivil kapasite ve dinin içine dolan devlet

Bir karikatür, sivil kapasite ve dinin içine dolan devlet

Dine ilişkin herhangi bir kamusal infial esnasında hemen devleti yardımına çağırmak, artık bir alışkanlık haline geldi. Ancak ayırdında olunmayan şu ki Müslümanlar devleti her muhtaç kaldıklarında yanlarında bulmalarının ve büsbütün devlete yaslanmanın bedelini kendi sivil kapasitelerini kaybetmek yoluyla ödedikleri gibi iman edilen, saflığı ve doğruluğu buyuran din, din olma vasfını yitiriyor.

Çünkü her insanın kamusal yasaları (ius) canının istediği gibi yoruınlama özgürlüğü olsaydı, hiçbir devlet ayakta kalamazdı. Devlet bu yüzden hemen çözülür ve kamusal yasa (iusözel yasaya (iusdönüşürdü. Ama dinde durum bambaşkadırDış eylemlerden çokiç saflık ve doğruluktan ibaret olduğu içinhiçbir yasaya (ius) ve kamusal otoriteye bağlı değildirDoğruluk ve saflık insanlara yasaların (legibus) ya da kamusal bir otoritenin hakimiyetiyle kazandırılamaz. Kesinlikle hiç kimse, güç kullanımı ya da yasalarla (!egibus) sonsuz mutluluğa ulaşmaya zorlanamaz.”

-Spinoza, Teolojik-Politik İnceleme

Bir Karikatürün Tetiklediği Hat

LeMan Dergisinin 26 Haziran tarihli sayısında yayınlanan karikatür, gündemlerin hızla deveran ettiği bir zamanda bir haftadır kamusal gündemi meşgul ediyor. Karikatürün sosyal medyada yayılmasından itibaren ciddi bir tepki doğdu ve akşamında da LeMan binasının önünde protestolar düzenlendi. Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesi gereğince ‘dini değerleri alenen aşağılama’ suçundan başlatılan adli soruşturma soruşturma kapsamında derginin yazı işleri müdürü Zafer Aknar, grafikeri Cebrail Okçu, karikatürün sahibi Doğan Pehlivan ve müessese müdürü Ali Yavuz gözaltına alındı. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya da “alçak çizimden” ötürü gözaltına alınma görüntülerini paylaştı. Derginin ilgili sayısı toplatıldığı gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan da en üst perdeden tartışmaya müdahil oldu.

Leman Dergisinin açıklaması, Hz. Muhammed’in resmedilmediği iddiasındaysa da asgari bir sağduyuya sahip herkes için Hazreti Peygamberin tasvir edildiği oldukça açıktı. Ancak tartışmayı yine bu zeminde yapmak, sorunun içinde debelenerek çıkamamayı beraberinde getirecek. Şu ana dek dine yahut dindarlara dair kamusal bir mesele, din ve devlet adında iki ayrı ve bağımsız varlığı varsayan ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi kendine konu alan laik sorunsal çerçevesinde tartışıldı. Devletin dinlere mesafeli olması gerektiğini savunmak ile devletin dini sahiplenmesini ve korumasını savunmak, bir madalyonun iki yüzü gibi laik sorunsalın devamı olarak ortaya çıkar.

Karikatür tartışmasında da cepheler yine aynı zemin üzerinden kuruldu: Bir yanda dini değerlere karşı yapılan saygısızlığı kınayarak ve #LemanDergisiKapatılsın hashtagleriyle devleti işe çağıran tavır, diğer yandaysa devletin bu olaylara göz yumduğunu, mesafesini yitirdiğini savlayan ve devlet kadrolarını “siyasal İslamcılıkla” itham eden tavır. 

Bu iki tavrın kavgası esnasında gözden kaçan bir durum, ancak farklı bir zeminde konuşlanınca görünebilir oluyor. Bunu ileri sürmemin sebebi, İngiltere’de İslamofobik saldırılara ya da İsveç’te Kuran yakma eylemlerine karşı gösterilen tepkilerden tamamıyla farklı bir matris içinde yer almamızdan kaynaklanıyor. Zira Türkiye’de bu sorun, sivil zeminde ve sivil kapasiteyle ele alınan dini bir sorun olarak değil; devlet dolayımıyla, devlet aygıtlarıyla ve her halükârda devletçe yapılandırılmış olarak ele alınıyor. 

Sivil Kapasitelerin Çöküşü

Dine ilişkin herhangi bir kamusal infial esnasında hemen devleti yardımına çağırmak, artık bir alışkanlık haline gelmiştir. Devlet ise bunu hem teşvik eder, hem de büyük bir coşkuyla davete icabet eder. Yeni bir şey de değildir bu; mahalle içindeki tartışmalarda da çokça dillendirilir. 

Ancak devlete olan bu itimadın ve karşılıksız açılan kredinin bedeli, Müslümanların sivil kapasitelerini kaybetmeleri olarak geri ödeniyor. Devletin ve politik toplumun müdahalesinin ve imkanlarının haricinde, tamamıyla sivil toplum içinde kalınarak bir meselenin ele alınması ve çözümlendirme kapasitesini sivil kapasite olarak adlandırıyorum. 

Sivil kapasiteler, zaman içinde ve dahası mücadele içinde inşa edilir; kuşakların birikimi birbirine aktarılarak biriktirilir. Cumhuriyet’in kuruluşundan AK Parti’nin kuruluşuna dek Müslümanlar onca yok sayılma ve zulme karşılık olarak böylesine bir sivil kapasite inşa edebilmişler, 90’larda ise bu kapasiteleri zirve noktasına ulaşmışlardı. Direniş biçimleri, cemaatler ve vakıflar etrafında örgütlenme tarzları, seslerini dile getirme biçimleri olgunlaşmakta olan bir sivil kapasitenin işaretleriydi.

Ancak 2010’lardan itibaren Müslümanlar için sorunlarla başa çıkmanın başkaca bir yolu da ortaya çıktı: Devlet. Artık sivil kapasiteye, kendi bütçelerine ve kendi güçlerine dayanmaksızın işleri oldurmak, meseleleri çözmek mümkün hale geldi. Şahsi bütçelerin yerini kamu bütçesi, ahlaki bir duruşla kınamanın ve sivil bir tepki üretmenin yerini kolluk gücü, ilahi emirlerin yerini ise devletin yasaları aldı. 

19 Mart Olayları esnasında Galatasaray Üniversitesinde yaşanan bir olaya karşılık bir öğrencinin milletvekili Özlem Zengin’i arayarak şikayet etmesi bu durumun çok tipik bir halini örneklendiriyor. Üst makamlara telefon açarak, haber kanallarına ihbarda bulunarak, sosyal medyadan devlete seslenerek ve bilumum devlet imkanını kullanarak bir meseleyi çözmek, artık içselleştirilmiş bir eyleme tarzına dönüştü.

Devlet yardıma çağrılmasa dahi bu defa davetsiz olarak ve kendinden bağımsız sivil bir kapasitenin ihtimalini önlemek adına müdahale ediyor. Büyüme ve bağımsızlaşma potansiyelinin olduğu görüldüğünde protestoların hemen akabinde savcılık, bakanlar ve nihayetinde de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en üst perdeden müdahalesiyle mesele, Müslümanların kendi din ve haysiyetleri için sivil bir protestoda bulunmalarından çıkartılarak hukuki ve hukuki olması itibariyle de devlete ilişkin bir meseleye dönüştürüldü. Modern ulus-devletle bu mesafelenmeyi gerçekleştiremedikçe samimi hislerle tepki gösterenler de dinlerini dindarca değil, devletçe korumaya hapsediliyorlar.

Bu saptamaya karşılık pek özgüvenli bir tavırla “bu devleti yapan da biziz, kanun da biz olacağız, devlet de bizim irademizle şekillenecek.” denmesi pek olası. Nitekim Mustafa Kemal’in 21 Nisan 1920 tarihli telgrafının Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından bu olaylara binaen paylaşılması da bu “esas irade” olma iddiasına dayanarak eyleyen, devleti hakkı bilen tavra işaret ediyor. Ancak ayırdında olunmayan şu ki Müslümanlar devleti her muhtaç kaldıklarında yanlarında bulmalarının ve büsbütün devlete yaslanmanın bedelini kendi sivil kapasitelerini kaybetmek yoluyla ödedikleri gibi iman edilen, saflığı ve doğruluğu buyuran din, din olma vasfını yitiriyor. 

Teolojiden Arınma ve Dinin İçine Dolan Devlet

Devlete itimat karşısında ödenen tek bedel sivil kapasiteyi, sivilce ve kendi gücüne dayanarak, kerameti kendinden menkul olarak hareket etmeyi kaybetmek değil. Dahası ve belki de en tehlikelisi, dinin içine devletin tüm cesametiyle dolmasıdır. 

Türkiye’de din tartışmalarını takip edenler için pek ilginç bir vakıa; 90’larda televizyon kanallarında yapılan ilahiyat tartışmalarından geriye bir şey kalmamış olması, ilahiyat meselelerine karşı kamusal ilgilinin yitirilmesidir. İlahiyat tartışmalarına ilginin kaybedilmesi ve dinin yalnızca kültürel-estetik formlara veya kamusal güç elde etmenin bir aracına dönüşmesi; ne dünyadaki güya “sekülerleşme” trendiyle ne de “siyasal İslamcılıkla” alakalı. Tam aksine tüm bunlar, dinin tastamam dini ve ilahi (teolojik) içeriğinden arınarak bu boşluğun modern ulus-devletin umdeleriyle ikame edilmesinin zorunlu çıktılarıdır. Dinin içine devlet dolduğunda devletin nezdinde barındırdığı ve modern ulus-devleti karakterize eden her şey de doluyor: güç, çıkarcılık, rant, katılık ve soğukluk…

Haliyle din, sahip olduğu tüm hissî ve ilahi içeriğini yitiriyor; yerineyse safiyane ve dünyevi güç doluyor. Doğrudan kendi ifadeleriyle “Türk emperyalizmini” ve “Müslüman siyonizmini” bayrak direğine çekerek şöyle vaaz ediyor Twitter kamuoyunun yeni imamlarından biri: “İstediğin sloganı atacağın bir ülke kur. Eretz ile yetinme İsrail’i kur.” Dinin ahlaki buyrukları, gücün soğuk yasaları karşısında paçavraya dönüşüyor. Dinin teolojik içeriği, gücün en çıplak haliyle tasfiye ediliyor. 

Kamuoyunun bahse konu bu yeni imamları, hem devlete içkin, hem devleti aşmak ister gibi görünen, ama en nihayetinde devletin ruhuyla yoğrulmuş ve artık dinin adıyla güç adına hareket eden yeni bir tipolojiye işaret ediyor. Devleti aşmak isterken onu yeniden üretmekle kalmıyor; dini de kendi güç istencinin payandasına dönüştürüyor.

“Devletten isteyecek ve alacaksın” demesine karşılık devletin karşısında bir inanan olarak değil, devletçe baştan başa şekillendirilmiş ve yine kendine devleti talep eden olarak çıkıyor. Cari devletin ve elbette Erdoğan’ın da ötesine geçme ufkunu dile getirdiğinde dahi devletin ötesine bir adım atmak şöyle dursun, devletin tam içine düşüyor. Zira kendisi seküler modern ulus-devletçe yapılandırılmış, bütün algılama ve eyleme kapasitesi devletçe işgal edilmiş şekilde bu adımı atmaya kalkıyor. Nitekim “Müslüman siyonizmi” olarak dile gelen şey, bu saptamayı birinci elden doğruluyor. 

Bu yeni tipoloji için AK Parti ve Erdoğan da kâfi gelmiyor. Zira 23 yıllık AK Parti tecrübesinin sonunda dahi en büyük sermaye gruplarının değişmeden kaldığını, Müslümanların hak ettikleri denli yükselemediğini, dala en iyi makam ve mevkilerin monşerlerce, Beyaz Türklerce işgal edilmiş olduğunu, en iyi hayatların başkalarınca sürülmekte olduğunu görüyorlar. Kültürel iktidarın hala kendi ellerinde olmadığını hissederek rahatsızlık duyuyorlar. 

Bu rahatsızlık, kendine bir güç atfetmek suretiyle geçiştirilmeye çalışılıyor: “Kanun da sensin kolluk da sensin. (…) Kafanı bir kere kaldırsan fare gibi oraya buraya kaçışacaklar. Kimse senin önünde duramaz.” Bu ifadeler çelişkili bir biçimde de olsa isabetli bir şeyi gösteriyor: Gerçek manasıyla hitap edilen dindarlar, ne kanun ne de kolluk olsalar bile kanunun ve kolluğun ve bilumum devletin ruhu içlerine dolmuş şekilde var oluyorlar.

Bu yeni tipoloji, ne sahici bir inanan ne de bağımsız kalabilecek bir siyasal özne olabilecektir. Yalnızca modern ulus-devletin ruhuyla iç içe geçmiş, dine devletin gölgesi düşmüş bir devlet mümini olarak kalmaya mecbur olacaktır. İnancı, ahlaki ilkelerden değil; güç, üstünlük ve tahakkümden beslenir. Devleti aşmak ister gibi görünse de, onu her adımda yeniden üretir. Dini savunmak adına, onu tam içinden boşaltır; hakikati korumak adına, onu devletin hukuki dosyasına teslim eder. Geride ne içten bir iman, ne de sahici bir itiraz kalır. Sadece gücün biçimlendirdiği bir siluet: kanun gibi konuşan, kolluk gibi davranan, ama ne kanun ne de inanç olan bir varlık.

- Advertisment -