Beyni yanmak, son yılların meşhur ifadelerinden biri. Bu türden nevzuhur ifadeler, sosyal medyada doğmadıysa bile, pek çoğumuz için, örneğin benim açımdan sosyal medyadan “kapılan” kelimeler.
Bilişim dünyası “canlı”lara ait terimleri kullanmayı seviyor: Bilgisayarlarımıza “virüs” giriyor, virüslerden daha beterinin “solucanlar” (worms) olduğu söyleniyor, yazılımlarda “böcek”ler (bug’lar) bulunabiliyor, bilgisayar ağlarının “omurga”ları olabiliyor, e-postaların “gövde”leri ile eklerini ayırt etmek gerekiyor…
Bir yandan da “insanî” özellikler atfediliyor bu kodlardan oluşan dünyaya: Yeni girilen verileri bilgisayarlarımız “okuyor”, yazılımlar yapay “zekâ” ile “düşünüyor”, hatta yapay zekâların “inanış”ı bile olabiliyor. Bilgisayarlarımızın “beyin”leri de var, “hafıza”ları da, makina gibi de olsa “öğreniyorlar”. “Casus” yazılımlara dikkat etmemiz gerekiyor.
Bütün bu jargona alıştık. Aslında insan ya da hayvan olarak “mükemmel” olduğu iddia edilebilecek “karmaşık” bir varlığın model kabul edilmesi, her türlü fonksiyonun ve özelliğin canlılar ve özellikle de insan referansı ile kavramsallaştırılması hiç de garip görünmüyor. Garip ve bu garabetten dolayı çok eğlenceli olan ise, bilgisayarları referans alarak insanlarla ilgili yeni kavramların bulunması. “Beynin yanması”, “sistemin kabul etmemesi”, “yazılımın hata vermesi”, yeni verileri “işleyebilmek” için eski gereksizleri silmek ihtiyacı vs.
Bilişim dünyasından insanlara uyarlanan bu yeni mecazî ifadeler, daha çok şimdilerdeki veri bombardımanı hakkında. Eskisine göre çok çok fazla ve üst üste yeni veri ile karşılaşıyoruz. Herhangi bir alanda, olan biteni takip etmeye çalışıyorsanız eğer, bu, bizim çocukluğumuza göre mesela, katbekat fazla veri ile karşılaştığınız anlamına gelir.
Bu verileri ne yapacağımızı, nasıl işleyeceğimizi, hangilerini ön plana çıkarıp hangilerini göz ardı edeceğimizi deneme yanılma yoluyla bulmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla, sağ duyulu olabilmek, bir konuyu derinlemesine düşünebilmek, eskisine göre çok daha şüpheci olmayı, sabit fikirlerle ve kendimize ve başkalarına biçilen rollerle çarpışmayı göze almayı gerektiriyor. Bilgi kaynaklarının hangisinin doğru hangisinin yalan olduğunu ortaya çıkarmak, başlı başına bir bilgi sistemi kurmakla eşdeğer oldu. Felsefenin birçok kadim sorusunu bu bağlamda yeniden düşünmek gerekiyor: Hakikat nedir? Duyularımıza güvenebilir miyiz? Doğru bilgi nedir? Kesinlik diye bir şey var mıdır? Beyinlerimiz yanmadan bunları düşünmek için hangi yöntemleri izlemeliyiz?
Bu seviyede bir soru olmasa bile, geçtiğimiz birkaç haftada yeni bir “beyin yakan” soru ile gittikçe artan bir hızla meşgul olmaya başladık: Kanal İstanbul ne ola?
Birçoğumuz gibi ben de ilgiyle takip ediyorum bu büyük ve hatta bazı Ak Partililerin “çılgın” adını taktıkları proje hakkındaki tartışmaları.
Takip edebildiğim kadarıyla, geçen hafta, birçok gazeteci gibi Yavuz Oğhan da, Kanal İstanbul konusunu programlarına taşıdı. 24 Aralık 2019 tarihinde Radyo Karakutu’da “Bi de bunu izle” programında, konu hakkındaki görüşlerini almak üzere İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimi ve İşletmeciliği Enstitüsünden Doktor Yavuz Örnek’e bağlandı. Kanal İstanbul ÇED Raporunun bir kısmı bu Enstitü tarafından hazırlanmış.
Başlangıçta her şey normaldi… Yavuz Oğhan, konuya niçin bilimsellikle yaklaşılmadığını, neden siyasi bir malzeme haline getirildiğini sorgulamaya çalışıyor. Dr. Yavuz Örnek de, siyasi konulara girmeksizin bilimsel yaklaşmak isteğini ifade ediyor, Montrö anlaşmasına göre boğazların deniz trafiğine “asla” kapatılamayacağını dolayısıyla “normal şartlarda” deniz trafiği açısından Kanal İstanbul’a ihtiyaç olmadığını söylüyor. Fakat Kanal İstanbul’un yapılması için bazı başka gerekçelerin olduğunu ekliyor.
“Efendim”ler havada uçuşurken, birinci gerekçeyi anlatmaya başlıyor: “Kazalar”… Boğazda herhangi bir büyük kaza olması durumunda karşılaşılacak çevre felaketinin büyüklüğünden bahsediyor. Bunun üzerine Yavuz Oğhan, bir önceki paragraftaki konuşmaya referans vererek, herhangi bir tankerin boğazdan geçmemeye zorlanamayacağını hatırlatıyor, Yavuz Örnek de hak veriyor. Ama ülkeler arası siyasi ortamın gelecekte de aynı kalacağını zannetmediğini, Montrö Anlaşmasının 10-20 yıl sonra geçerliliğini kaybedebileceğini, ülkeler arası bazı statü değişikliklerinin normal karşılanması gerektiğini söylüyor.
Yavuz Oğhan’ın yılmaya başladığı o anlarda fark ediliyor. Ama sorumluluk sahibi her insan gibi, başladığını düzgün bir şekilde tamamlamak istiyor ve Montrö Anlaşmasında böyle bir değişikliğin olma ihtimalini sorguluyor. Dr. Yavuz Örnek, ileride bir gün boğazlardan geçişi Türkiye’nin ücrete tabi hale getirebileceğini, sanki ondan önce bunun mümkün olup olmadığını hiç konuşmamışlar gibi, “yine yeniden” ifade ediyor. Montrö Anlaşmasının kazanımları hatırlatılınca, sadece uluslararası anlaşmalarla ilgili konulardan değil, başka sebeplerden Kanal İstanbul’a ihtiyaç duyabileceğimizi anlatarak şu cümleleri söylüyor:
“Mesela deprem sonunda herhangi bir şey olabilir, büyük kazalar olabilir, nadir olaylar olabilir… Nadir olaylar çok büyük olaylar olur fakat 100 yılda bir 200 yılda bir olur… Biliyorsunuz di mi, Karadeniz’in altında beş yüz milyon metreküp civarında, diyorlar, “aşcies” gazı var, “aşcies”, hidrojen sülfür gazı. Hidrojen gibi havada patlayıcıdır. Diyelim ki efendim, yer altında Karadeniz’in altından bir mağma çıktı ve “aşcies” gazı yüzeye çıktı ve yüzlerce atom bombasına denk bir patlama olur. Böyle bir patlama olduğu takdirde, eminim ki olacaktır, belki 2 yüzyıl sonra belki yüzyıl sonra olacaktır. Ama olmadı bugüne kadar. Geçmişi bilmiyoruz, diyelim ki oldu, 1500 yıl öncesini biliyoruz, 2000 yıl öncesini biliyoruz, bugüne kadar olmadı, ama bu hiç olmayacak manası taşımaz efendim.”
Yavuz Oğhan’ın sisteminden bu verilerin işlenemeyeceğinin kabul edilmesi gerektiği, dolayısıyla konunun kapatılmasına uygun bir soru sorulmasının uygun olacağı sinyali geliyor:
“İki bin yıl sonra olması muhtemel patlama için şimdi biz bir kanala 8 milyar dolar mı vereceğiz?”
Dr. Yavuz Örnek: “İki bin yıl demiyelim efendim. Ne zaman olacağını kesinlikle bilmiyoruz ama mutlaka olma ihtimali var efendim… Bu konuda çalışan bilim adamları diyorlar ki, Karadeniz’in içindeki “aşiki” gazı şiddetle artmaktadır. Ben demiyorum.”
Yavuz Oğhan: “Diyelim ki bu patlama oldu, bu yapılan kanal ne işe yarayacak hocam?”
Dr. Yavuz Örnek: “İstanbul Boğazının tamamen yıkılmasına, tabi o kanalın da yıkılmasına sebep olabilir.”
Daha sonra, Dr. Yavuz Örnek, böyle bir patlama halinde, hem boğazın hem de kanalın yıkılabileceğini ama yine de ihtiyaç olduğunu ekliyor.
Bu arada Yavuz Oğhan, bezmiş bir ses tonuyla da olsa, hâlâ karşısındakini mantığa davet ediyor, Kanal İstanbul’a neden ihtiyaç duyulduğunu anlamak istediğini söylüyor.
Hoca hiç durur mu, yapıştırıyor cevabı: Mısır ile İsrail arasındaki çatışmalarda Mısır’ın Süveyş Kanalında çimento doldurduğu bir gemiyi batırınca, Süveyş Kanalı uzun yıllar geçilemez hale gelmiş, boğazda da bu yapılabilirmiş, (Yavuz Oğhan araya girip sorunca) evet, kanalda da yapılabilirmiş, bir düşman bunu yapabilirmiş, her ikisinde de yapılabilirmiş ama yapılma ihtimali varmış.
Projenin çevreye etkileri arasında, Terkos Gölünün tuzlanması ihtimali gibi dezavantajlarının da olduğunu, ama bir dezavantajı varsa on avantajı olduğunu söyleyip, Kanal İstanbul çevresinde “8 milyon” nüfuslu muhteşem bir şehrin kurulmasına “sıcak” baktığını ifade ediyor.
Siyasi sebeplerle kanala karşı çıkılması mantığına karşıymış, işin bir de ekonomik yönü varmış, ülkeye döviz kazandırılacakmış, gelecekteki bazı risklerin bertaraf edilmesi için Kanal İstanbul’a ihtiyaç varmış. Ülkemizin geleceği için bu projenin faydasına inanıyormuş. Bir de Kanal İstanbul çevresinde kurulacak yerleşim yerlerinden dolayı İstanbul’un nüfusunun artmayacağı kanaatini desteklemek için ilginç bir argüman öne sürüyor: “Beylikdüzü yapıldığı için İstanbul’un nüfusu artmadı, asıl Beylikdüzü yapılmasaydı İstanbul’un nüfusu artardı.”
Yaklaşık 11 dakikalık bu konuşmanın tamamının linki şu: https://t.co/RZ9cKdueuc
Bu röportajı dinledikten sonra ben de kendi sorularımla başbaşa kaldım: Projenin çılgınlığı mı yakıyor beyni yoksa bir görüşü her ne olursa olsun savunmanın zorluğu mu? Ya da, bu örnekteki uç “beyin yanması” halinde, ikisinin sinerjik etkisi söz konusu olabilir mi? Şeyhi uçurmanın peşinde, düşünmeyi unutan müritlerin en kolay sorular karşısında bile “hata verme”leri ihtimalini hesaplayacak bir formül mümkün müdür? Bu Kanal İstanbul ne ola hakikaten?