Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIİlgi Alanı: Auschwitz’ten Gazze’ye bir yol

İlgi Alanı: Auschwitz’ten Gazze’ye bir yol

Bugün çağın temel etik-politik sınavını Filistin meselesine nasıl yaklaşıldığı sorusu oluşturuyor. Agamben’in Auschwitz için söylediğini Gazze için rahatlıkla söyleyebiliriz: “Çağımızın geçerli olduğuna inandığı etik ilkelerin neredeyse hiçbiri, belirleyici sınavdan, ‘Ethica more Gazze demonstrata’ (Gazze yoluyla kanıtlanmış etik) sınavından geçmemiştir.” Hümanizm, insan hakları, yaşam hakkı, adalet ve bilumum evrensel etik değerlerin apaçık sınandığı bir yer Filistin ve Gazze. Tüm bu değerlerin tabutuna son çivi ise o değerlerin hamisi olduğunu iddia eden “Batı”nın eliyle çakılıyor.

Almanya, sen yok musun sen

Hanenden yükselen konuşmaları duyunca

Gülesi geliyor insanın.

Ama yüzünü gören hemen bıçağına sarılıyor.

-Bertolt Brecht

Bugün holokosta ilişkin kültür endüstrisi ürünlerini tüketmek ya da bu konuya odaklanan yayınları okumak kaçınılmaz biçimde Filistin hakkında düşünmeyi teşvik ediyor. Bu meşum olaya ilişkin bütün temsiller çağın aynasında Filistin’i yansıtıyor, Filistin trajedisini gölge gibi peşinden sürüklüyor. Tersi de geçerli elbette: Almanya ve Naziler hakkında düşünmek dolaylı olarak İsrail ve Siyonizm hakkında düşünmek demek. Söz konusu insanın ve toplumun karanlık doğası üzerine düşünmekse Gazze’de yaşananları Auschwitz’i düşünmeden anlamak ne kadar mümkün? Ailesinden pek çok kişiyi Auschwitz’te yitiren Gabor Mate İsrail’in Gazze’ye yönelik 7 Ekim’den sonraki yoğun saldırıları için “Sanki TikTok’tan Auschwitz’i izliyormuşuz gibi.” demişti.[1]

Holokost ile ilgili çok sayıda film yapıldı, kitap yazıldı. Yetmiş yıldır özelde Almanya genelde Batı dünyası, geçmişin utancını telafi etmenin bir yolu olarak ve aslında Yahudi acılarını istismar ederek imkânlarını “Holokost Endüstrisi”[2] için seferber ediyor. Hollywood öncülüğünde sinema dünyasının holokost anlatısı 70 yıldır bıktırıcı düzeyde işlenerek bir klişe hâlini aldı. Ancak 2023’te yayınlanan Oscar ödüllü İlgi Alanı (Zone of İnterest) filmi bu klişeyi aşan bir fark koyuyor ortaya. Holokost temasını işlese de filmin yalnızca geçmişi değil, yönetmenin ifadesiyle “bugünü yansıtmak” ve bugünün sorunlarıyla “yüzleşmek için” de çekildiği anlaşılıyor. Holokost üzerinden genel insanlık durumunu yansıtması, “kurbanların kurbanları” üzerine düşünmeye imkân tanıması ve yönetmeninin ödül törenine damga vuran politik konuşması açısından diğer filmlerden belirgin biçimde ayrışıyor.

Film, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını yoğun biçimde sürdürdüğü bir dönemde gösterime girdi. 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de büyük çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 60 binin üzerinde sivil katledildi. 1948’deki Nakba’dan bile daha kötü bir felaketi yaşıyor Filistinliler. Nakba olayı “etnik temizlik” olarak tanımlanıyordu. Ancak bugün Gazze’de yaşananlar bir tür “soykırım” olarak, televizyonlarda ve sosyal ağlarda canlı olarak paylaşılan ilk soykırım olarak kabul ediliyor.[3] İsrail, bu saldırıları “7 Ekim’e bir mukabele” olarak ve kendini savunmak için yürüttüğünü iddia etse de kullandığı yöntemler ve hedef alma biçimleri, sivil ve askeri unsurlar arasında hiçbir ayrım gözetmediğini ortaya koyuyor. Gelişmiş savaş teknolojileriyle yürütülen bombardımanlar, kenti adeta geniş bir Auschwitz kampına dönüştürdü; hastaneler, okullar, ibadethaneler ve altyapı sistemleri ağır hasar gördü. Hastanelerin vurulduğu, sağlık çalışanlarının ve gazetecilerin öldürüldüğü, sağlık hizmetlerinin işlemez hale geldiği bir durum söz konusu. Hâlen tüm Gazze nüfusu İsrail’in ablukası nedeniyle su ve yiyecek dâhil en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılıyor. Durum o kadar vahim ki hayatta kalma güdüsüyle uçaklardan bırakılan yardım kolilerine ulaşma çabasındaki insanlar bu kolilerin altında eziliyor.

Böylesi bir atmosferde vizyona giren holokost temalı İlgi Alanı da kaçınılmaz olarak Gazze’de yürütülen soykırımın ve buna ilişkin tartışmaların ilgi alanı çerçevesinde alımlandı. Filmin Yahudi yönetmeni Jonathan Glazer, ödül töreninde yaptığı konuşmada Yahudilerin yaşadığı acılarla Filistinlilerin acıları arasında bir süreklilik ilişkisi kurdu. Konuşma sırasında, hissettiği baskıdan olsa gerek elleri titreyerek Gazze’yi andığı cüretkâr bir konuşma yaptı:

“Şu anda, Yahudiliğimizin ve Holokost’un, sayısız masum insana karşı yürütülen bir çatışma ve işgal tarafından gasp ve suiistimal edilmesini reddeden insanlar olarak buradayız. İster 7 Ekim’in İsrail’deki kurbanları, ister Gazze’ye yönelik devam eden saldırıların mağdurları olsun… Bu insanlık dışı muamelenin tüm kurbanları adına, nasıl direneceğiz?”[4]

Glazer’ın konuşması, kültür endüstrisine hâkim Beyaz üstünlükçü ve İsrail destekçisi ağı delmeye yönelik cüretkâr ve güçlü bir çıkış olarak görüldü. Konuşma beklendiği gibi bazı Siyonist gruplar tarafından “utanç verici”, “haince” ve “kendinden nefret eden Yahudi” gibi ithamlarla eleştirildi. Glazer, filminin “İnsan kapasitesinin karanlık köşelerine baktığını” ve bunun bugün için de geçerli olduğunu söylemişti. Columbia Üniversitesi’nden Prof. Noami Klein de filmin bugünün trajedilerini yansıttığını düşünenlerden: “Filmi izleyen tanıdığım herkesin aklına Gazze’den başka bir şey gelmiyor.”[5]

Dolayısıyla film, içinde Gazze geçmeyen bir Gazze filmi olarak okunabilir. Elbette filmde Gazze’ye gönderme yapan hiçbir öğe yok. Hatta Auschwitz’in kendisini bile anlatmaktan ziyade, onun bitişiğinde, yalnızca bir duvar tarafından ayrılan bambaşka bir yaşamı gözler önüne seriyor. Ancak tam da bu karşıtlık, izleyiciyi, duvarın öte yanında duyulan dehşet ile beri yanında süren sessizlik ve kayıtsızlığın bugünün Gazze’sinde yeniden nasıl hayat bulduğunu düşünmeye zorluyor.

Hikâye, Auschwitz’in en uzun süre görev yapan Nazi komutanı Rudolf Höss’ün, toplama kampının gölgesinde eşi Hedwig ve beş çocuğuyla yaşadığı huzurlu, temiz, cennetvari bir “yaşam alanı”nın etrafında şekilleniyor. Film boyunca gaz odaları, katliamlar gibi hiçbir fiziksel şiddet unsuru göremiyor, ancak yer yer işkence, çığlık, silah ve makine seslerinden oluşan dehşetli bir homurtuyu duyabiliyoruz. Filmin en büyük başarısı da bu: “Masumiyeti” ve “huzuru” simgeleyen aileyi şiddetin yanı başına yerleştirmesi ve şiddeti şiddet içermeyen bir biçimde sunabilmesi. Höss ailesi adeta “cennetten bir parça” olan pırıl pırıl bahçeli müstakil evlerinde çiçeklerle ilgilenir, havuzda yüzerek serinler, gündelik işlerin sıradanlığı içinde yaşamını sürdürür. Ancak filmde şiddet, Höss ailesinin pastoral mutluluğunun derinlerine gömülmüş hâlde.

Filmi güçlü yönlerinden biri de bu çelişkili hâlleri keskin bir yan yanalıkla sunabilmesinde yatıyor. Çocukların neşeli seslerinin yankılandığı evin huzurlu yaşamına yer yer kampın bacalarından yükselen kül ve insan kalıntılarından oluşan dumanların çirkin görüntüsü ya da uzaktan duyulan silah ve çığlık sesleri karışıyor. Bir yanda teknik ve bürokratik yöntemlerle yürütülen bir yok etme süreci, diğer yanda steril bir aile saadetinden oluşan bir Alman “yaşam alanı”. Bu çarpıcı karşıtlık kötülüğün sıradan dehşetini ve kayıtsızlığın soğuk suretlerini izleyicinin yüzüne çarpıyor, onu insanın doğası üzerine düşünmeye davet ediyor.

Sıradanlığın Dehşeti

Film boyunca aile saadetiyle korkunç yok etme makinasının yan yanalığını dehşetle izliyoruz. Nasıl olur da diyoruz, hemen yanı başlarında asrın en korkunç katliamlarından biri yaşanırken bu kadar sıradan ve kayıtsız olabiliyor insanlar? Bu çelişkili hâller, en büyük barbarlıkların çoğu kez günlük hayatın olağan akışı içinde, sessizce ve kayıtsız bakışlar eşliğinde gerçekleştiğini düşündürüyor. Elbette çelişkilerle dolu bu yaşama kayıtsız kalamayanlar da var. Kızını ve torunlarını görmek üzere ziyarete gelen anneanne neler olup bittiğini anlayıp buna dayanamamış, bir sabah kızına haber vermeden bavulunu alıp terk etmişti bu cennet bahçesini. Halbuki anneanne de Reich’e sonuna kadar bağlı sıradan bir Alman’dı. Cennet bahçesinin bir yanılsama olduğunu fark etmiş olsa da Yahudilerin sürgünlüğü hakkında vicdan azabı çekmeyen bir kadındı. Bahçeyi gezerken duvarın ardındaki bacalarından dumanların yükseldiği kampa bakıp kızına şunları söylüyordu: “Belki Esther Silberman oradadır. Hani evini temizlediğim kadın. Perdeleri için sokaktaki mezata katılmıştım ama karşı komşusu kaptı. O perdeleri çok beğenirdim.” Burada Hedwig’in işçi sınıfı bir aileden geldiğini ve bugünkü saadetini Yahudilerden gasp edilen mallara borçlu olduğunu anlıyoruz. Filmin bir yerinde eve içinde kampa yeni gelen Yahudilerin eşyalarının yer aldığı çantaların geldiği görülüyor. Hizmetçiler dâhil tüm ev halkı çantalardan çıkan Yahudi ganimetlerini paylaşıyor. Hedwig bu çantalardan birinden çıkan zengin kürkü giyip aynanın karşısında poz veriyor, kürkün cebinden çıkan rujla dudaklarını boyuyor. Dolayısıyla bu mutlu, orta sınıf Nazi evinin zenginliğini bir açıdan üzerine kondukları Yahudi malları oluşturuyor.

Tıpkı Filistinlilerin mülklerine çöken kolonizer İsrailliler gibi. Yerleşimci koloniler, şiddet yoluyla göç ettirilen Filistinliler’den kalan ev ve arazilerin üzerine kuruldu. Filistinlilerin yok edilmiş yaşamlarının enkazı üzerinde yükseldi. Bugün bu evlerde mutlu Yahudi aileler yaşıyor, arazileri işleyerek sıradan gündelik yaşamlarını sürdürüyorlar. Ve tüm bunlar, tıpkı geçmişte Nazi Almanyası’nda olduğu gibi, canavarca veya sadist bir ruhla değil, gündelik yaşamın sıradan akışı içinde “normal” görünen eylemler olarak gerçekleşiyor.

Hannah Arendt, yüzbinlerce Yahudi’yi gaz odalarına göndermekten sorumlu olan Nazi komutanı Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki davasıyla ilgili gözlemlerine dayanan Kötülüğün Sıradanlığı kitabında, Eichmann’ın zannedildiği gibi sadist ya da canavar olmadığını, aksine dehşet verici derecede “normal” olduğunu söylemişti. Eichmann “gözlerini kapayan, vazifesini yapan” bir bürokrattı esasında: “Nihai çözüm mekanizmasında ‘küçücük bir dişliydi’ sadece.” Önüne gelen “transfer” kağıtlarını imzalamak dışında bir şey yapmıyordu: bireysel olarak kötü olmayıp kötülüğü üreten bürokratik “demir kafes” içinde kendisine verilen emirleri yerine getirmekten başka bir şey yapmadığını söylüyordu. Arendt’e göre bu normallik ve sıradanlık, “yapılan bütün kötülüklerin toplamından daha dehşet vericiydi.”[6] Başka bir yerde şöyle söylüyordu:

“Daha önceki SS ve Gestapo birliklerinin aksine, Himmler’in her yere uzanan örgütü fanatiklere ya da doğuştan katillere ya da sadistlere değil, işinde gücünde olan aile babalarına yaslanıyordu. (…) Onlar kötülükten başka şey düşünmeyen doğal katiller ya da hainler değildir. Hatta bu salt onların yaşamıymış ve gelecekleri tehlike altındaymış gibi işlerini yaptıkları da kesin değildir. Tanrıdan korkmalarına artık gerek olmadığını düşünmelerinden sonra, eylemlerini örgütleyen bürokratik yapı sayesinde vicdanlarını temiz tutan bu insanlar, kendilerini sadece ailelerine karşı sorumlu hissediyorlardı.”[7]

Yalnızca masa başı katillerinin değil, maktullerle daha yakın mesafeye sahip katillerin de “sıradan aile babaları”dan oluşabildiğini biliyoruz. Christopher Browning’in Sıradan Adamlar çalışması, katliamlara iştirak edenlerin çoğunun işçi sınıfına mensup sıradan insanlar olduğunu gösteriyor. Browning kitabında, Nazi ideolojisine görece mesafeli olan ancak geçim kaygıları nedeniyle orduya yazılan “Hamburglu işçi ve alt-orta sınıftan gelen orta yaşlı aile babalarından” oluşan 101. polis taburunun yüz yüze gerçekleştirdiği korkunç katliamlardan bahseder.[8] Sıradanlığın dehşeti, uygun şartlar oluştuğunda insan doğasının korkunç eylemleri işleyebilecek karanlık tarafları olduğunu gösterir. Bauman “sıradan adamlar” hakkında şunları söylemişti:

“Bu insanların üniformalarını çıkardıkları anda kötü olmadıkları da hemen anlaşılmıştı. Onlar aynı bizler gibi davranmışlardı. Sevdikleri karıları, üstüne titredikleri çocukları, yardım ettikleri ve üzüldüğünde teselli ettikleri arkadaşları vardı. Bu insanlar bir zamanlar üniformalıyken, sevgili karıları olan kadınların ve birilerinin üzerine titrediği çocukları olan bebeklerin de içinde bulunduğu binlerce kişiyi vurduğu, gazladığı ya da vurulmasını ya da gazlanmasını yönettiği inanılmaz gibi geliyordu. Bu dehşet vericiydi. Senin benim gibi sıradan insanlar nasıl yapabilirdi bunu?”[9]

Bauman’a göre holokostun bize öğrettiği en korkunç şey “bunun bize de yapılabileceği değil, bunu bizim de yapabileceğimiz düşüncesidir.”[10] Tüm bunlar, holokostun tarihsel bir kaza olmadığını, insan doğasının uygun koşullar altında başka zaman ve coğrafyalarda da dehşetli sıradanlıklar üretebildiğini gösteriyor. Bugün Itamar Ben-Gvir’in bir Rudolf Höss olmadığını kim söyleyebilir?

Kurbanların Kurbanları

“[Bir katile]:

Bakıp öldürdüğün kurbanın yüzüne

Uzun uzun düşünseydin

Anımsardın gaz odasındaki anneni

Sıyrılırdın tüfeğin önyargısından

Ve dönerdin bu yoldan:

Hadi ama, bir kimliği bu şekilde geri getiremezsin!

Mahmud Derviş / Kuşatma Durumu[11]

Auschwitz’ten sağ kurtulan yazar Primo Levi ömrünün geri kalanını kampta yaşadıklarını anlamaya ve anlatmaya adadı. 1987’de yayımlanan son kitabı Boğulanlar, Kurtulanlar’ın ardından bir yıl geçmeden yaşamına son verdi. Levi, holokostun yalnızca “tarihsel bir kaza” ya da Yahudilere özgü “biricik”, “benzersiz” bir deneyim olduğu görüşlerinin hilafına yorumlanabilecek şu uyarıda bulunmuştu: “Tüm bunlar oldu, dolayısıyla yeniden olabilir, üstelik her yerde.”[12] Bugünden geriye baktığımızda Levi’nin “olabilir, üstelik her yerde” öngörüsünün yüzyılın geri kalanında birçok yerde gerçekleştiğini görüyoruz: Kamboçya, Bosna, Ruanda ve başka birçok yerde korkunç katliamlar yaşandı. Ancak sonuçları değilse de manası itibariyle en dehşetlisi bugün Gazze’de, holokostun kurbanlarının elleriyle gerçekleşiyor. Bu olgu, durumu en az holokost kadar vahim kılan çarpıcı bir gerçeği gözler önüne seriyor: Yeniden kurban olma korkusunun beslediği hınç ve intikam duyguları, kurbanı katile dönüştüren bir potansiyel taşıyor. Levi’nin şu sözleri bu durumu anlamak için hâlâ yol gösterici: “Gençler bize işkencecilerimizin hangi hamurdan yoğrulduğunu soruyorlar. Oysa onlar da bizim hamurumuzdan yoğrulmuştu. Ortalama zekâsı olan, ortalama kötülükte, ortalama insanlardı: İstisnalar dışında canavar değildi hiçbiri.”[13]

Bugün Gazze’de yaşananlar son yüzyılda çokça yinelenen soykırımların bir yenisi değil sadece. Dehşetli bir insanlık durumuyla, kurbanların zalime dönüşmesinin ibretlik hikâyesiyle de ilgili. 1948’den bu yana Filistinlilerin yaşadıkları felaketler Yahudilerin tarih boyunca yaşadığı sürgün ve dışlanma deneyimlerinden, Nazi döneminde doruğa ulaşan kıyımlardan bağımsız değil; tam tersine, onlarla doğrudan ilişkili. Filistinlilerin “sürgünü”, sürgünlüğü bizzat deneyimlemiş olanların eliyle, “bir daha asla”yı anlamsız bir slogana indirgeyenlerin desteğiyle gerçekleşiyor. Edward Said’in “kurbanların kurbanları” ile kastettiği de buydu: “Bizler Avrupa’nın antisemitizminin mirasçısı haline geldik: Bizler kurbanların kurbanlarıyız.”[14]

Geçmişin kurbanları, kendilerine reva görülen zulmün benzerini, üstelik benzer yöntemlerle bugün başkalarına uygulayan katillere dönüşmüş durumda. Gazze’de yaşananlar, holokostu da mümkün kılan “teknolojik deha ile fanatizm ve acımasızlığın korkunç bileşiminden”[15] besleniyor. Gazze tıpkı Nazi kampları gibi kuşatılmıştır, bu haliyle tek başına geniş alana yayılmış bir Auschwitz’i andırır. Yüksek duvarlarla değil ama kara, deniz ve hava ablukasıyla dünyanın geri kalanından yalıtılmış bir ölüm kampıdır. Bauman’ın ifadesiyle “İşgal Altındaki Filistin Toprakları’nı çevreleyen duvar, Varşova Gettosu’nu çevreleyen duvarlardan pek de farklı” değildir.[16] Gazze, İsrail’in sınırlarını askeri yöntemlerle kontrol altında tuttuğu, gökyüzünden bıraktığı bombalarla harabeye çevirdiği devasa bir hapishane olarak varlığını sürdürüyor. Burada insanlar gaz odalarında değil ama yüksek tahrip gücüne sahip bombalarla, keskin nişancıların kurşunlarıyla, en gelişmiş askeri teknolojilerin imkânlarıyla, açlık ve susuzlukla kitlesel biçimde öldürülüyor.

Naziler, “insan-altı varlık”, “fare”, “haşere”, “parazit” gibi benzetmelerle kötülüğün kaynağı olarak gördükleri Yahudilere karşı insanlıktan çıkarıcı bir dil kullanmışlardı. Gazzelilere yönelik kullandığı insanlıktan çıkarıcı dille de kurbanlarına kendi katillerinden öğrendiği yöntemlerle yaklaşıyor İsrail. Bunu, katliamları gerçekleştirirken kendilerini “canavar” ya da “katil” hissetmelerini önlemenin bir yolu olarak yapıyorlar. İsrail Savunma Bakanı Gallant’ın Gazzeliler için kullandığı “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket edeceğiz.”[17] sözü Nazilerin insanlıktan çıkarıcı dil ve yöntemlerini anımsatıyor. Kudüs Belediye Başkan Yardımcısı’nın, gözaltına alınan Filistinli sivilleri buldozerlerle diri diri ezme çağrısında kullandığı ifadeler daha doğrudan bir insanlıktan çıkarma söylemi içeriyordu: “Onlar insan değil, insansı hayvan da değil, onlar insanlık dışı varlıklar ve onlara bu şekilde davranılmalıdır.” Ve yine tıpkı Auschwitz zamanlarında olduğu gibi, bugün de dünyanın büyük bir kısmı (esasında büyük güçlerin desteğiyle) bu kıyımı sessizlikle, kayıtsızlıkla izliyor.

İlgi Alanı, bir açıdan “kayıtsızlığın” filmi olarak okunabilir. Antropolog Ghassan Hage, filmi “nekropolotik kayıtsızlığın etnografisine giriş” olarak atropoloji öğrencilerine tavsiye etmekten memnuniyet duyduğunu söylemişti.[18] Bu açıdan film, insana yanı başında (bugünün küresel dünyasında her yer artık “yanı başımız”) yaşanan katliamların suç ortağı olabileceği gerçeğini hatırlatıyor.

Sonuç

Höss ailesinin pastoral aile saadetinin simgelediği Nazi eviyle korkunç Auschwitz’i ayıran duvarın yerine bugün; ABD, Almanya, İngiltere ve bilumum egemen güçlerin desteklediği İsrail’le Gazzelileri ayıran sınır şeridi tahkim edildi. “Bir daha asla”yı “Kim ve ne pahasına olursa olsun Yahudilere bir daha asla”[19] olarak anlayanların çarpık tarihsel yüzleşme anlayışı, benzer bir soykırımı Gazze şeridindeki “açık toplama kampı”nda yeniden üretiyor.

Sömürgecilik Üzerine Söylev adlı eserinde Batı’nın çifte standardını sert bir dille eleştiren Aimé Césaire, “Yirminci yüzyılın çok seçkin, çok hümanist ve çok Hıristiyan burjuvazisinin” Hitler’e karşı gösterdiği tepkinin altında yatan asıl nedenin suçun kendisi değil, bu suçların insanlığa karşı işlenmiş olması da değil, kurbanlarının “beyaz” olmasından kaynaklandığını belirtmişti. Esas neden o zamana kadar yalnızca “Cezayir’in Araplarına, Hindistan’ın kulilerine, Afrika’nın zencilerine” reva görülen sömürgeci muamelenin bu sefer Avrupa’ya uygulanması”ydı. “Batı dünyasının asıl affedemediği şey budur!”[20]

Gilbert Achcar, Césaire’in 1950 gibi erken bir dönemde yaptığı tespitin “kısmen doğru” olduğunu, çünkü holokost öncesinde Avrupalı Yahudiler’in Batı burjuvazisinin büyük bir kısmı tarafından “beyaz insan” olarak kabul edilmediğini belirtir. Holokostun “beyaz insanlara yapılmış bir suç” olarak yaygın bir şekilde temsil edilmesi sonraki yıllarda belirginleşti. Achcar’a göre Avrupalılar için asıl rahatsızlık, Nazilerin Yahudilere uyguladığı muamelenin Avrupa’nın gözünden uzak bir “karanlığın kalbinde” değil bizzat Avrupa’nın merkezinde gerçekleşmiş olmasıdır.[21] Bu durum, suçun gerçekleştiği mahalin tepkilerin şiddetini belirlemedeki rolünü gösteriyor. Egemen güçlerin desteğiyle ya da genel “kayıtsızlığın” bir sonucu olarak Gazze’de yaşananlar bu perspektifin güncel ve kanlı bir yansımasıdır.

Bugün çağın temel etik-politik sınavını Filistin meselesine nasıl yaklaşıldığı sorusu oluşturuyor. Agamben’in Auschwitz için söylediğini Gazze için rahatlıkla söyleyebiliriz: “Çağımızın geçerli olduğuna inandığı etik ilkelerin neredeyse hiçbiri, belirleyici sınavdan, ‘Ethica more Gazze demonstrata’ (Gazze yoluyla kanıtlanmış etik) sınavından geçmemiştir.”[22] Hümanizm, insan hakları, yaşam hakkı, adalet ve bilumum evrensel etik değerlerin apaçık sınandığı bir yer Filistin ve Gazze. Tüm bu değerlerin tabutuna son çivi ise o değerlerin hamisi olduğunu iddia eden “Batı”nın eliyle çakılıyor.


[1] Gabor Mate: “It’s like we’re watching Auschwitz on TikTok” https://www.youtube.com/watch?v=hFOTBAiTHZA

[2] Finkelstein, N. (2023). Holokost Endüstrisi: Yahudi Acılarının İstismarı. İstanbul: Kutadgu Yayınları.

[3] Achcar, G. (2025). Gazze Felaketi: Soykırımı Tarihsel Perspektiften Okumak. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.8-9.

[4] Jonathan Romney: “Conflict zone: on Jonathan Glazer’s Oscars speech”. (3 Nisan 2024). https://www.bfi.org.uk/sight-and-sound/features/conflict-zone-jonathan-glazers-oscars-speech

[5] Nomai Klein: “The Zone of Interest is about the danger of ignoring atrocities – including in Gaza”. The Guardian.  https://www.theguardian.com/commentisfree/2024/mar/14/the-zone-of-interest-auschwitz-gaza-genocide

[6] Arendt, H. (2009). Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te. (çev. Özge Çelik). İstanbul: Metis.

[7] Arendt, H. (2014). Örgütlü Suç ve Evrensel Sorumluluk. İçinde, Formasyon, Sürgün, Totalitarizm: Anlama Denemeleri 1930-1954. (Çev. İbrahim Yıldız.) Ankara: Dipnot Yayınları, s. 190-204.

[8] Browning, C. R. (2019). Sıradan Adamlar: 101. Yedek Polis Taburu ve Polonya’da Nihai Çözüm. (çev. Hilal Kara, Ali Açıkgöz). Ankara: Heretik.

[9] Bauman, Z. (2007). Modernite ve Holocaust. (çev. Süha Sertabiboğlu). İstanbul: Versus Kitap.

[10] Bauman, a.g.e. 206.

[11] Derviş, M. (2010). State of Siege. (trans. Munir Akash and Daniel Abdal-Hayy Moore). Syracuse: Syracuse University Press.

[12] Levi, P. (2020). Boğulanlar, Kurtulanlar. (çev. Kemal Atakay). İstanbul: Can Yayınları.

[13] Levi, a.g.e. 213.

[14] Said, E. W. (2016). İktidar, Siyaset ve Kültür: Söyleşiler. (çev. Salih Özer). Ankara: Hece Yayınları.

[15] Levi, a.g.e. 17.

[16] “Zygmunt Bauman: Palestinian persecution echoes the Shoah, which began with discrimination, ghettoes and pogroms.” Mondoweiss. https://mondoweiss.net/2011/09/zygmunt-bauman-palestinian-persecution-echoes-the-shoah-which-began-with-discrimination-ghettoes-and-pogroms/

[17] “Defense Minister Announces Complete Siege of Gaza No Power, Food or Fuel”. Times of İsrael. https://www.timesofisrael.com/liveblog_entry/defense-minister-announces-complete-siege-of-gaza-no-power-food-or-fuel/

[18] Hage, G. (2024). “Zone of Interest” as an Ethnography of Indifference. Journal of Genocide Research, 1–7. https://doi.org/10.1080/14623528.2024.2350147

[19] Achcar, a.g.e. 57.

[20] Césaire, A. (2005). Sömürgecilik Üzerine Söylev: Fransız Irkçılığının Fikri ve Tarihsel Temelleri. İstanbul: Doğu Kütüphanesi.

[21] Achcar, a.g.e. 84.

[22] Agamben, G. (2017). Tanık ve Arşiv: Auschwitz’ den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül.). Ankara: Dipnot.

- Advertisment -