Başbakan Binali Yıldırım’ın "Ergenekon, Balyoz sapına kadar vardı ama FETÖ tarafından sulandırıldı" sözlerinin, eski Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın “kumpas” çıkışını (Nisan, 2014) çağrıştırmaması imkânsızdı. Çünkü bu iki değerlendirme, darbe davalarıyla ilgili olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) iki buçuk yıl arayla takındığı, biribirine tamamen zıt iki pozisyonu yansıtıyordu.
İki bölümlük bu mini dizinin ilk yazısında (Serbestiyet, 24 Ekim), AK Parti kulislerine yakın gazetecilerden biri olan Yeni Şafak yazarı Mehmet Acet’in, Başbakan’ın bu yeni değerlendirmesinin hak ettiği ilgiyi görmemesinden yakınan yazısını dikkatinize sunmuştum. Acet’in AK Parti kaynaklarına dayandırarak verdiği bilgilere göre, bu yaklaşım, “Başbakan'ın ifadesinde tam karşılığını bulduğu şekliyle” iktidar partisi çevrelerinde son dönemde yaygın bir şekilde dillendiriliyordu.
Geçen yazıda ben de, zamanında AK Parti’de ve onu destekleyen medyada “kumpas” yerine, bu davaların hakikatini çok iyi anlatan Başbakan’ın şimdiki değerlendirmesi hâkim olsaydı, bugünkü tablonun nasıl şekilleneceğini şu sözlerle anlatmıştım:
“İktidar, Başbakan Yıldırım’ın bugün dile getirdiği gibi Ergenekon ve Balyoz’un ‘sapına kadar gerçek’ olduğunu, fakat Cemaat’in marifetleri nedeniyle davaların murdar edildiğini savunabilirdi. Bu yol seçilseydi, eski darbeciler sütten çıkmış ak kaşık pozlarında ensemizde boza pişiremezlerdi. Fakat öyle olmadı, iktidar ve iktidarı destekleyen basın ‘kumpas’ dedi ve ondan sonra olanlar oldu.”
‘Sütten çıkmış ak kaşık değilsiniz’
Neler mi oldu?
Bu yazıda işte o sorunun cevabını arayacağız… Önce “kumpas” değerlendirmesinin nasıl başlayıp geliştiğini hatırlayacak, ardından da Başbakan Yıldırım’ı “sütten çıkmış ak kaşık değilsiniz… Zamanında ne haltlar yediğinizi biliyoruz” müdahalesine zorlayan Ergenekoncu-ulusalcı hamleyi ele alacağız.
‘Kumpas’ın yolunu açan olay: 17-25 Aralık
Gülencilerin 17-25 Aralık 2013’teki bazı yolsuzluk dosyaları üzerinden hükümeti devirme hamlesi en çok cezaevlerindeki Ergenekon ve Balyoz tutuklularını sevindirmişti. Çünkü böylece hükümetin, Cemaat dışındaki bütün siyasi güçlerle iyi geçinmesinin hesaplarını yapacağını düşünüyorlardı ki böyle düşünmekte yerden göğe kadar haklıydılar.
Fakat sonraki birkaç ay içinde beklentilerini de aşan gelişmeler oldu. Muhtemelen onların beklentileri, hükümetin, Cemaat’in kendi örgütsel çıkarları doğrultusunda delillere yaptığı müdahaleleri gerekçe gösterip davaların hukuken çökmesine zemin hazırlaması ve sanıkların bu yolla beraat etmeleriydi.
Elbette daha iyisi, hükümetin davaların tümüyle “kumpas”, tümüyle uydurma, tümüyle senaryo olduğunu ilan etmesi ve beraatlerin bu gerekçeyle gerçekleşmesiydi.
Ergenekon ve Balyoz sanıkları her iki durumda da beraat edeceklerdi, fakat farklı gerekçelerle… Birinci durumda beraatin gerekçesi, Cemaat’in davaları murdar etmesi, yani delilleri hukuki deliller olmaktan çıkarması nedeniyle sanıklara isnat edilen suçların hukuken kanıtlanamamış olması olacaktı. Bu durumda, beraatlerinden sonra, hele hele 15 Temmuz’dan sonra gördüğümüz manzara ortaya çıkmayacak, Türkiye’nin eski darbecilerinin her gece televizyonlarda izlediğimiz yakın Türkiye tarihini eğip bükme performanslarını izlemeyecektik. (Burada kurgulanan tarihe göre Türkiye’de Gülen Cemaati’nden başka darbeci yoktur. Eskiden de darbeler olmuştur ama bunları unutmanın da zamanı gelmiştir artık. Kendilerine gelince; onlar zinhar böyle şeylere tevessül etmemişlerdir.)
İkinci durumda, yani iktidarın darbe davalarını “kumpas” ve senaryo olarak kodlaması durumunda beraat etmekle kalmayacaklar, hiçbir anti-demokratik niyetleri olmadığı halde ceza görmüş kahramanlar olarak kamuoyunun karşısına çıkabileceklerdi.
Sonuçta hiç beklemedikleri şey gerçekleşti, hükümet darbe davalarına “kumpas” dedi, arkasını da hükümete yakın medya getirdi. Böylece çok kısa bir zaman dilimi içinde, davaların hiçbir gerçek temelinin olmadığına, tamamının Gülenciler tarafından kaleme alınmış bir senaryonun ürünü olduğuna dair algı, geniş bir kamuoyu kesiminin algısı haline getirildi.
17-25 Aralık’ın yolsuzluk boyutu olmasaydı…
İktidarın ve iktidara yakın medyanın bu tarzda davranmasının nedeni, 17-25 Aralık’ın bir de yolsuzluk boyutunun olmasıydı. İktidar, yolsuzluk iddialarıyla yüzleşmek yerine bu boyutun tümüyle gerçek dışı olduğu ve iktidara karşı darbe yapmak isteyen Cemaat tarafından uydurulduğu algısını oluşturmak üzere harekete geçti. İşte tam bu noktada Cemaat’in Balyoz ve Ergenekon davalarındaki kötü şöhretini kullanmak geldi hükümetin aklına… Hükümet, bu amaçla şu iki yoldan birini izleyebilirdi:
Birinci yol: Hakikat neyse onu söyleme çabasıyla, işte bugün Binali Yıldırım’ın formüle ettiği şeyi savunurdu.
İkinci yol: Davalara konu olan iddiaları tümüyle berhava edecek tarzda, her şeyin sahte ve kumpas olduğunu öne sürebilirdi.
Birinci yol, hükümetin o andaki ihtiyaçlarını tam olarak karşılamaktan uzaktı. Çünkü bu durumda, kendisine yönelik yolsuzluk iddialarının da “nispî doğruluğunu” kabul etmiş olacaktı. Oysa o, yolsuzluk iddialarının tümüyle yalan ve kurgu olduğunu anlatmak istiyordu; tıpkı Ergenekon ve Balyoz davalarının tümüyle yalan ve kurgu olması gibi… Cemaat’in, “Orduya kumpas”ta olduğu gibi kendisine karşı yolsuzluk iddialarında da hiçbir gerçek delili yoktu; her ikisi de tümüyle yalan ve kurguydu.
Böylece Türkiye’nin eski darbecilerinin demokrasi kahramanları olarak arz-ı endam etmelerinin yolu da açılmış oluyordu.
Sonrasını hep birlikte izledik… Askerler, “madem iftiraya uğradığımızı kabul ediyorsunuz…” diyerek diyet isterken, bu yolu açmış siyasi heyet olarak AK Parti ve partiye yakın medya uzun süre sessiz kaldılar. Nihayet, yaz sonundan itibaren bu yolun yol olmadığını anlamaya başlayan birileri, televizyonlarda tek kale maç yapan emekli askerlere karşı “o kadar da değil” itirazları yükseltmeye başladılar.
Binali Yıldırım’ın çıkışı, bu itirazların zirvesi… Yeni Şafak yazarı Mehmet Acet’in verdiği bilgilere göre de, bu yaklaşım, “Başbakan'ın ifadesinde tam karşılığını bulduğu şekliyle iktidar partisi çevrelerinde son dönemde yaygın bir şekilde dillendiriliyor.”
İktidara yakın medya ve Yıldırım’ın sözleri
Fakat dikkat edin, partideki bu eğilim henüz AK Parti’ye yakın medyada ve köşe yazarlarında karşılığını bulmuş değil. Benim kanaatim, Cumhurbaşkanı Erdoğan henüz bu konudaki eğilimini belli etmemişken ters köşe olmaktan korkulduğu için böyle davranılıyor. Hatırlayın, Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde böyle çok örnek yaşanmış, Davutoğlu’nun sözlerini savunan gazeteler ve köşe yazarları, Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’ı “veto” mahiyetindeki karşı görüşlerinden sonra eski değerlendirmelerini ne yapacaklarını bilememişlerdi. Sanıyorum şimdi Erdoğan’ın bu konuda konuşup konuşmayacağına bakılacak ve bir süre sessiz kalınacak. İktidara yakın medyanın Ergenekon ve Balyoz davalarına dair bugünkü yaklaşımını ancak ondan sonra öğrenebileceğiz.