Avrupa’daki Ortaçağ şatolarını andıran Haliç’teki Fener Rum Okulu mimari özellikleriyle ve sosyal tarihiyle İstanbul’un en önemli kültürel miras değerlerinden biri.
Bu görkemli yapı döneminin İngiltere, Fransa ABD gibi ülkelerindeki okullarda, üniversite binalarında olduğu gibi Neo-Gotik (Ortaçağ canlandırmacılığı) tarzı özelikler taşıyor, Bizans mimarisine öykünen (Neo-Bizansçı) cephe detaylarıyla, siluetiyle Ortaçağ şatolarını andıran bu yapıyı Fener’de bulunan Rum Ortodoks Patrikhanesi zannedenlere de rastlanıyor.
Bu okulun yönetimine yakın bir tarihte Milli Eğitim Bakanlığı resmi bir yazı göndermiş ve riskli olduğu için (bir güçlendirme projesi yapılana kadar) 90 gün içinde boşaltılmasını istemiş. Bu nedenle de bu yıl okula yeni öğrenci kaydı yapılmamış. Şimdi okul yönetimi öğrenime devam edebilmek için yeni bir yer aranıyormuş.
Okul yönetimi bir taraftan da binayı güçlendirmek için gereken 10 milyon Dolar’ı nereden ve nasıl bulacaklarını kara kara düşünüyormuş.
Şimdi diyeceksiniz ki, bakanlık görevini yapmış, ne var ki bunda?
Bakanlık bu resmi tebligatı kime yapıyor? “Özel okul” statüsündeki bir eğitim kurumuna. Üstelik tam da okulun yeni öğretim yılına başlayacağı tarihte (8 Eylül) ve önceden haber vermeden.
Buradaki tuhaflık bakanlığın karşısındaki şehrin önemli bir kültür mirasını oluşturan bir eğitim kurumunu kar amaçlı, özel bir ticari kuruluş gibi görmesi. Bu durumda okul müdürü kaynak aramaya girişmiş ama güçlendirme için gerekli parayı nereden bulacak? Peki nerede görülmüş kamuda görevli kişilerin kaynak temin etmeye ve kendi yapılarını güçlendirmeye çalışması?
Eğer Fener Rum Okulu bir devlet okulu olsaydı, kamu kaynaklarıyla yıllar önce bu güçlendirme çalışması çoktan yapılmış olacaktı. Üstelik kamu kurumlarını deprem riskine karşı güçlendirmek için bir program dahilinde, Dünya Bankası gibi kuruluşlardan gerekli kredi desteklerini kullanarak.
Rum topluluğuna ve okul yönetimine aslında şu söyleniyor:
“Bu önemli kültür mirası olan okul sizin kurumunuz. Dolayısı ile gerekli bütçeyi de siz kendiniz bulacaksınız… Ya bu tarihi yapıyı bir yatırımcıya verip, Büyükada Rum Yetimhanesi’nde olduğu gibi “5 yıldızlı” bir otele dönüştüreceksiniz!”
Bunlar elbette ki açık açık söylenmiyor. Ama bu sözleri okul yönetiminin çaresizlik içinde kıvranmasına neden olan koşullar söylüyor.
“Hadi diyelim dönüştürmek istemediniz, sizin kendi mülklerinizden elde edeceğiniz gelirlerle, onları satarak bu işi yapacaksınız… Ya da ilk yapıldığı tarihte olduğu gibi bir hayırsever bulacaksınız.”
Peki bugün nereden bulunacak bu hayırsever, İstanbul’da Rum kalmadığına göre? Bu sorunun cevabı önceden belli: “Yurtdışından!”
Şehrin en önemli anıt yapılarından birinden ve onun korunmasından söz ediyoruz. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalan ve onun farklı bir kamusal alan kavramını da çok değerli bir kültürel miras özelliği olarak taşıyan bir eğitim kurumundan söz ediyoruz.
Bu dayatılan dönüşüm modeli düpedüz ayrımcılıktır. Devletin kendi vatandaşları arasında ayrımcılık yapmasıdır. İstanbul’daki Rumların başka bir ülkenin vatandaşı saymasından başka bir şey değildir.
Okul İstanbul’un en önemli kültürel miras değerlerinden biri
Okulun tarihi yüzyıllar öncesine uzanıyor. Fatih Sultan Mehmet’in de desteğiyle, şehirdeki Rum nüfusun çoğalması için tedbirler alınmış, Patrikhane yönetimi desteklenmiş. Neredeyse tarihi ve bütün kurumları ya Fetih ile, ya da Cumhuriyet ile başlatmak milli bir gelenek. Oysa bu okul mimarisiyle olduğu kadar kurumsal yapısıyla da modernleşme döneminin bir kurumu. Öncesine bakılırsa şehirde Bizans İmparatorluğu döneminde de -bugün üniversite sayılabilecek- eğitim kurumları var.
Dediğim tıpkı birçok okul gibi bu kurum da modern zamanların önemli bir eğitim yapısı. Hatta Avrupa’daki eşsiz Neo-Gotik mimari örneklerinden, en görkemli yapılardan biri. Mimari özellikleriyle ve kurumsal yapısının sosyal tarihiyle İstanbul’un en önemli kültürel miras değerlerinden biri.
19. yüzyıl sonuna doğru İstanbul’un bir ticaret ve finans şehri olarak yıldızı parlıyor. Şehir Osmanlı coğrafyasının her köşesinden göç alıyor. Şehirdeki Rumların nüfusu iki-üç kat artıyor. Üç yüzbinlerin üzerine çıkıyor. Rumlar şehrin ticaret, finans ve üretim sahasındaki en büyük, en güçlü topluluğunu oluşturuyorlar. Bu gelişme şehirde Fener Rum Okulu, Zapyon Kız Lisesi, Yoakimyon Kız Lisesi, Zoğrafyon Lisesi, Galata Okulu, Halki Ticaret Okulu gibi eşi benzeri o güne kadar görümemiş, son derece iyi eğitim veren eğitim kurumlarının inşa edilmesine yol açıyor.
Rumların yok oluşu yalnızca dünya insanlık mirasının değil, Türkiye’nin kaybıdır
Toplumsal değişimlerin istatistik yöntemlerle “gerçekler” olarak gösterilmesinden, üzerine hesaplar yapılmasından hoşlanmam. Ancak bu bilgiler kimi zaman önemli dönüşümlere de işaret ederler. Nüfus istatistiklerine göre İstanbul’da Rumların doğum/ölüm oranı yediye bir. Yani ölen her yedi Rum’un yerine yalnızca bir çocuk doğuyor. Bu Osmanlı imparatorluğu da dahil, bir zamanlar şehrin en büyük topluluğunun yok olduğunu gösteriyor.
Bu koskoca okul aslında şekil olarak “açık”. Tıpkı geriye kalan birkaç okul gibi. Bir zamanlar farklı bölgelerden gelen ve sayısı bine yakın çocuğa eğitim veren bu büyük okulun şu anda bir avuç, 31 öğrencisi kalmış!
Bu başka bir devletin, Yunanistan’ın değil, Türkiye’nin, İstanbul’un kadim topluluğu olan Rumlar’ın yok oluşudur. Bu yok oluş yalnızca dünya insanlık mirasının değil, Türkiye’nin kaybıdır. Bu nedenle devletin üzerine düşen görevin yalnızca bu tarihi yapının fiziki varlığını korumakla sınırlı olmadığını düşünüyorum.
Kendi değerlerini korumayı amaçlayan bir devletin bu yok oluşa seyirci kalınmaması gerekir. İspanya, Portekiz gibi ülkelerin yüzyıllar önce kaybettikleri Yahudi vatandaşları için yaptıkları gibi Türkiye’nin de mirasına sahip çıkmasını ve aynı yolu izlemesini hayal ediyorum. Kapsamlı bir vatandaşlık geri kazanma programının uygulanmasını, bu eğitim kurumunu ve diğerlerini korumak ve canlandırmak için adımlar atılmasını… Hatta Türkiye gerekli bütçenin yarısını ortaya koyarsa, Avrupa Birliği’nin de diğer yarısını karşılayacağını hayal ediyorum. Bu hayallerin Türkiye ve İstanbul’un geleceği, kazanacağı değerler açısından muazzam bir gelişme olacağından da eminim.
Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun yeniden açılması için bunca yıldır çaba gösterilirken İstanbul’un hafızası, değerleri açısından bu kadar önemli bir eğitim yapısının yaşatılması ve hatta daha fazlası için neden çaba gösterilmesin?
Bu yazının özeti şu:
Fener Lisesi özel bir kurum değil. Kimliklerin inşasında yer alan bu kurumlar ve bu kamusal alan kavramı klasik Osmanlı da değil. Modernleşme sürecinin siyasal bir projesi. İmparatorluğun ulus-devletler kurulurken hayatta kalma çabalarının, modernleşme biçiminin örnekleri. Bu tür bir mirasın dünyada başka bir örneği yok.
Bu kurumların her biri çok milletli, eşit vatandaşlıkçı modern bir devlet sistemin mimarisinin bir parçası.
Tıpkı yapının mimari üretimi, tasarımı gibi. Buna karşılık Türkiye Cumhuriyeti neo-klasik dünyadan kopamadığı için hala kendisini bu sistemin yalnızca bir kompartımanı gibi algılıyor. Yani diğerlerini, Hıristiyanları dışlıyor, ötekileştiriyor. Oysa bu topluluklar gibi okullarının, yapılarının yalnızca geçmişin kalıntıları olarak değil, farklı bir kamusallığın biçimleri olarak tanınması, Türkiye Cumhuriyeti’nin de sekülerleşmesini sağlayabilir.