Korhan Gümüş

Elena’nın kavanozdaki kalbi

Elena Venizilou, yani Atatürk’ün çağdaşı Yunan Başbakanı, dünyaca ünlü siyasetçi Eleftherios Venizelos’un eşinin Büyükada’da Kadıyoran Caddesi’nde oturduğum yerden yaklaşık elli metre uzakta yaşadığını, buradaki konağın sahibi olduğunu öğrendim. Elana, yazları gelip kaldığı dedesine ait Skiliçis Konağı’na eşinin 1930’daki Türkiye ziyareti sırasında Atatürk’le birlikte de gelmişler. Kalbi vasiyetine uygun bir şekilde Yunanistan’da yaptırdığı bir şapeldeki kavanozda saklanan Elana’nın Büyükada’daki metruk haldeki görkemli konak bugün yağmalanıyor.

Kentsel dönüşüm kavramını Neron mu icat etti?

Roma İmparatoru Neron’un 64 yılında tarihe “Büyük Roma Yangını” olarak geçen felaketten sonra şehri yeniden düzenlediği bilinir. İmparator Jüstinyen de 532 yılında yaşanan “Büyük Deprem” sonrası İstanbul’u yeni yapılar, meydanlar, caddeler ile yeniden düzenler. Günümüzdeki “kentsel dönüşüm”lerin bunlardan en önemli farkı, bir felaket olmadan gerçekleştirilmeleri. Buna karşılık zaman boyutundan arındırılmış, yalnızca binaları yıkıp yeniden inşa etmeye dayanan “kentsel dönüşüm” modelinin de depremi bir doğa olayı ya da fiziksel çevrenin sorunu gibi göstererek siyasal olduğu kadar “anayasal bir kriz”i de örtbas etmeye hizmet ettiğini söylemek mümkün.

Cumhuriyet’in 100 yılında bir kamusal alanın dönüşümü

Cumhuriyet’in 75. Yılında (1998), hazırlanan seçkide mimarlar arasındaki adıyla “Prost Vadisi” (Taksim-Şişli arasında yer alan) Cumhuriyet döneminin “En başarılı şehircilik uygulaması” seçilmişti. Cumhuriyet tarihinin en önemli kamusal alan düzenlemesi daha 1950’lerde tam ortasından ikiye bölünmüştür. Belediye Hilton Oteli’nin bahçesinin halka açık olması şartını getirir ama gene bizzat kendisi tarafından ortasına inşa edilen Park ve Bahçeler Şefliği deposu ve onu çevreleyen dikenli teller ile yaya geçişlerine kapatılır. Böylece mimari ana fikri, iki semti birleştirme amacı iptal edilir.

Diyarbakır deyince Albert Gabriel’i hatırlamamak mümkün mü?

Ne zaman Diyarbakır’la ilgili bir haber görsem, aklıma hep (Fransız Anadolu Enstitüsü kurucusu ve ilk direktörü) mimar, ressam, gezgin, arkeolog, sanat tarihçisi Albert Gabriel (1883-1972) gelir. 1931 yılında, dönemin Diyarbakır Valisi’nin “şehrin genişlemesi ve hava alması için” surların yıkılması için verdiği emri, bakanlığa yazılar yazarak, entelektüel çevreleri bilgilendirerek o engellemişti. Bu sefer de öyle oldu. Suudi Arabistan’ın Riyad kentinde düzenlenen UNESCO Dünya Mirası Komitesi'nin 45. Oturumu sona erdi. Komite Diyarbakır ile ilgili kararı bir sonraki oturumuna erteledi. Küçük bir topluluğun dışında kimsenin gündemine almadığı ya da fark etmediği bu olay UNESCO’nun kuruluşundaki amaçlardan ne kadar uzaklaştığını da gösteriyor.

Peki, “Adam”lar nerede?

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, İstanbul için özel bir “Deprem Yasası” çıkarmayı hedeflediklerini açıkladı. Kafamdaki bu soruya cevap bulmak için Sayın Özhaseki’nin konuşmasını tekrar tekrar dinledim. İstanbul’da depremde yıkılacak binaların sayısı hakkında istatistik bilgiler verdi. Peki depremde yıkılacak olan evler ya da işyerleri hangileri? Korkarım ki depremsellikle ilgili istatistik bilgiler, fay hatları tartışmaları afetler karşısında izleyicileri hareket geçirmek şöyle dursun, pasifleştiriyor. Oysa fay kırılması felaket dediğimiz olayın yalnızca cisimleştiği an. Olayın cisimleştiği andan, yani felaketten önce ona uzanan bir dolu gelişme yaşanıyor. Aklıma öğrencilik zamanlarımda, “alternatif konut üretimi” gibi temalar altında çalışmalar yapan, benim de öğrencilik projelerimi etkileyen Mehmet Adam geldi. Ve onun 1989 yılında Bayındırlık Bakanlığı’na sunduğu afetlere karşı dirençli yerleşimler oluşturmak için iletişim programı ve pilot şehircilik deneyimi önerisi…

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday olduğu nasıl unutturuldu?

Yerelin merkeziyetçi siyasetle askıya alınmış olması bir taraftan önemli bir çelişki oluştururken diğer taraftan da AB süreci bu politikaları yenilemek, neoliberal koşullara karşı dirençli hale getirmek için eşi benzeri olmayan bir fırsat oluşturuyordu. Bu yerel kamusal deneyimlerin kayıtlardan silinmiş olmaları üzerinde düşünmek ve yaşam alanlarıyla ilgili gelişmelere bakmak bu fırsatın nasıl kaybedildiğini anlamak için bir fikir verebilir.

Şehrin kültür yönetimine Feshane’den bakmak

İtalyan mimar Gae Aulenti'nin Paris’in merkezindeki devasa tren garını şehrin en büyük sanat müzesine dönüştüren projesi (Orsay Müzesi) açıldığı 1986 yılından beri her yıl milyonlarca ziyaretçinin akınına uğruyor. Aynı mimarın bir çağdaş sanatlar müzesine dönüştürülmesi için projelendirdiği Feshane dokuma binası ise bu süreçte tam dört kere yeniden projelendirildi ve inşa edildi. Bu işte bir tuhaflık yok mu?

Şehrin kamusal hayatının canlandırılması harika ama nasıl?

Büyükşehir Belediyesi Adalar’da harika bir caz festivali düzenledi. Evet, bu tür kültür ve sanat etkinliklerinden hoşlanıyorum. Ama ne zamanki bir kamu kuruluşu bana "bak, işte ben senin istediğini yapıyorum, sana sevdiğin müziği dinletiyorum" diyor, o zaman biraz kafam karışıyor. Hatta tüylerim diken diken oluyor. Bu nedenle olsa gerek, “yalnızca içerik değil yöntem, yapılış şekli de önemli” deyiverdim. Deneyimli dostlarım, sağ olsunlar, gene de bana yardımcı olmaya çalıştılar. “Eğer dışlanmamak istiyorsan, hoşuna gidenlere katıl ve sus.“ Haklı değiller mi? İşte dedim, tam da benim kafamı kurcalayan da bu. Yönetime kim gelirse, kamusal alanda sanat ve düşünce üretimi onun zihniyetine göre şekilleniyor ve bu da "normal" karşılanıyor. Yalnızca sanat değil. Her konuda böyle.

Şehre yaşam öpücüğü vermek

Resmi açılışı Cumhurbaşkanı ve eşi tarafından 19 Mayıs’ta gerçekleşen yeni İstanbul Modern’in mimarı çok sayıda ödül sahibi olan Renzo Piano. “Dünyanın en iyi müze tasarımcısı” olarak da ünlenen Piano’nun İstanbul’da bir eserinin olması birçok kişi gibi benim için de heyecan verici. Osmanlı modernleşmesinin bir kırılma noktasını simgeleyen Nusretiye Camii’ni, bu önemli anıtı bir parça perdelese de, sanki geçici bir inşaatmış gibi kıyıya yerleşen bu hafif yapıyı mimari açıdan beğendiğimi de söyleyebilirim.

Türkiye’nin yeni kültür rejiminin temelleri nasıl atıldı? (2)

Oyunun kuralı, sanatın kamusal alanla temas etmemesi. İşte bu yüzden günümüzde güncel sanat neredeyse tamamen filantropi (hayırseverlik) alanına izole edilmiş durumda. Kamusal alan ise erkmerkezci yapıların egemenliği altında. Örneğin bugün bu yüzden, ayrımcılık ve şiddet içeren, şehrin yoksul mahallelerini kazıyan kentsel dönüşüm projeleri ancak sermayenin kültür kurumlarının içinde, salonlarında sorgulanabiliyor.

Türkiye’nin yeni kültür rejiminin temelleri nasıl atıldı? (1)

Yapı ve Kredi Bankası’nın kuruluş yılları… Güncel sanatın filantropinin (insan ya da hayırseverlik de deniyor), yani özel sermayenin müzelerine, etkinliklerine izole edildiği, kamusal alanın ise devlet gücünü kullanan imtiyazlı sınıflar tarafından işgal edildiği “yeni kültür rejimi”nin işaretlerinin bu süreçte ortaya çıktığını düşünüyorum. Ne paradoksal bir ilişki değil mi? Sermaye ve güncel sanat!

Aliye Berger 120 yaşında

O sırada “Akademi” demek imtiyazlı seçkinler, ataerkil ilişkilerin hakimiyeti ve milli ideolojinin yeniden üretimi demek. Bu imtiyaz sahibi erkek kişilerin hâkim olduğu dünyada, hiçbir yerde bir çivi dahi çakılamıyor. Kadın kişiler ise kimi zaman, kimi yerde ancak erkeklere “asistanlık” yapabiliyor. Şakir Paşa’nın kızı Büyükadalı Aliye Berger’in sıradışı ve bağımsız bir kadın sanatçı olarak 1954 yılındaki yarışmayı kazanması neyin muştulayıcısıydı?

İfade özgürlüğü ile felaketler arasında nasıl bir ilişki olabilir?

Birinci soru: Bilim insanları kendi uzmanlık alanlarında görüş açıklayamazlarsa, üniversiteler ve uzmanlık kurumları afetler karşısında işlevlerini yerine getirebilir mi? İkinci soru: Kamu adına üretilen bilgiler, kariyer imkânları, statüler özelleştirilirse ve ayrıcalık elde etmek için kullanılırsa, bilim afetlere dirençli sosyal yapıların geliştirilmesinde rol alabilir mi?

Kız Kulesi gibi “sosyal anıt”lara yapılan müdahaleler erk sahipleri için kolay işler değildir

Kız Kulesi gibi “sosyal anıt”lar yalnızca erk tarafından temsil edilen, şekil verilen, gösterilen, istedikleri gibi anlam verilen nesneler olarak değil, canlı imgeler olarak insanların belleğinde yaşamlarını sürdürürler. Bu tür kolektif bellekte yer alan anıtlarla ilgili projelere yapılan müdahaleler erk sahipleri için kolay işler değildir. Kız Kulesi restorasyonunda da böyle oluyor.

Türkiye’de şehirler neden planlanamıyor?

İnsanlar neden Şili’de, Meksika’da, Japonya’da ve benzeri ülkelerde olduğu gibi akılcılaştırma fırsatlarından yararlanamıyor? Türkiye’de şehirler neden planlanamıyor?

İmkânsızı istemek gibi bir şey: Sınıfsal bir perspektif olmadan afetlere hazırlandığını iddia etmek

Felaketlerin, krizlerin temelinde şehirlerin, mekânların eşyalar gibi tasarlanabileceğini hayal eden, işaretsizleştirici yönetim pratikleri var. Erkmerkezci yöntemlerle afetlere karşı dirençli olmak mümkün değil. Bu yüzden afetten sonra ortaya çıkan “bu bir milat, değişiyoruz ve her şeyi değiştiriyoruz” söylemleri pek inandırıcı olmuyor.

Yoksa kolay mı bu kadar ahmaklığı örtbas edebilmek?

Her depremden sonra televizyon kanallarında fay hatlarının yerleri tekrar tekrar hatırlatılıyor. Böylece topluluklar gerçeklik karşısındaymış gibi travmatize ediliyor. Toplulukların bilime inanması isteniyor ve bilim de dine dönüşmüş oluyor. Bilginin yerle, topluluklarla temas imkânları, sürekli ve sınırsız nesnelleştirme işlevi ortadan kalkıyor. Böylece yapılması gerekenlerin üstü örtülüyor. Yoksa kolay mı bu kadar ahmaklığı örtbas edebilmek?

Önce binalar değil, kamu düzeni çöktü

Latince “dur a lex, ced lex” (kanun, kanundur) diye bir söz var. Kuralın tartışmasız ve genel geçer olduğunu gösteren. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise bu söz “kural var, ama istersen kuralsızı da var, istisnası da var” diye vücut bulmuş. Yani bir tarafta başta kamunun, vatandaşın da ciddiye almadığı şekilci bürokratik kurallar (yasaklar) var, diğer tarafta da ‘gelişmeye engel olmamak için’ onları askıya alan, esneten yönetimler...

Beyoğlu farklı bir yönetim deneyimi için neden bir “kuluçka merkezi” olmasın?

Ulusdevletin kuruluşu ile merkezi yönetimin bir şubesine dönüştürüldüğü için ilk belediyenin, bu yeni yönetim deneyiminin günümüzde unutulan özelliği tepeden, bürokratik veya askeri nedenlerle gerçekleşen bir idari reform değil, doğrudan yerelden ve sivil toplumdan başlayan bir hareket oluşudur.

Avrupa Birliği Altılı Masa’nın neresinde?

Avrupa Birliği, muhalefet tarafından utangaç bir şekilde dile getiriliyor. Bu tutum, ister istemez bir önceki dönemde siyasal iktidarın sahiplendiği, kimi zaman içine sivil toplumu da alan gelişmeleri hatırlatıyor.

Tepebaşı’nın yok edilmesinin Gezi’nin yok edilmesinden nasıl bir farkı var?

Tepebaşı şehrin bütün kurumlarıyla, yapılarıyla, mekânlarıyla yaşadığı modernleşme tarihinin bir hafıza mekânı. Hatta daha da ileri giderek Tepebaşı parkı ve meydanının, şehrin modernleşmesinin kamusal alandaki kuluçka merkezi olduğunu söyleyebilirim. Bu yazıda Tepebaşı’nın nasıl yaratıldığını ve nasıl yok edildiğini anlatacağım.

Su yönetimini yenilemek neden gerekli?

Su krizi kapıda. İstanbul gibi şehirlerde risk giderek artıyor. İstanbulluları dahil etmeden bu kritik sürecin yönetilmesi imkânsız. Su ve atıksu yönetiminde yerel halkın söz sahibi olabilmesi için yönetimin katılımcı hale getirilmesi gerekiyor.

Latour’un söyledikleri muhalefet için neden önemli?

Latour gibi "istifleyici-nesneleştirici olmayan" uzmanlar kuşlar, böcekler, bakteriler, kısacası gördüğümüz dünyayı öğrenmek, anlayabilmek için insan-merkezci olmayan, eşitlikçi ilişkiler üzerine kafa yormamız gerektiğini söylüyorlar.

Latour’a göre politikayı başka türlü yapmanın aciliyeti

Latour’a göre bilim müşterek araçlarla nesnellik (objektivite) üreten bir işleyiş, çok yönlü bir sorgulama arayışı. Hakikat ise farklı, kesinlik içeren bir şey. Bu ikisi günümüzde çoğu zaman birbirine karışıyor.

Şehrin hünerbazlarının son mekânı: Hasköy

Önceki yazıda Hasköy’ün hünerbaz atölye ustalarını anlatmıştım… Hasköy’den söz ederken, 2010 yılında Mayor Sinagogu’nda “Molecular Istanbul’ başlığı ile bir yerleştirme yapan ve tam da İstanbul’a gelmek için tekrar yola çıktığında son nefesini veren New York’lu sanatçı Serge Spitzer’i de hatırlamanın iyi geleceğini düşünüyorum. Onun bir sanatçı olarak bölgede yaşayan, çalışan insanlarla nasıl bir ilişki kurduğunu, nasıl arkadaş olduğunu.

Sihirli semtin hünerbazları

Hasköy’ün sokaklarında yürüyorum. Binaların çoğu bakımsız. Hasköy yaşlı bir insanın ağzındaki tek tük çürümüş dişlere benzeyen yapılarla dolu. Belki “gidici” olduklarını düşünüyorlar. Ama son nefeslerini vermeden önce çalışmaya devam ediyorlar. Arkadaşlarım var burada; makine mucidi Salih usta, ayakkabı hünerbazı Eli, kauçuk teknolojisinin mucidi Naim usta… Haliç her yönüyle bir dünya şehri olan İstanbul'un yaratıcılık vahası ya da yeniliklerin kuluçka merkezi olabilirdi. Bu fırsat bugün bile var.

Çığır açan “90’lar Akımı” nasıl buharlaştı?

“Sahnede 90’lar” başlıklı sergi SALT Beyoğlu'nda açıldı, 12 Şubat tarihine kadar izlenebilecek. Sergi, dönemin karanlık havası ile sivil toplumun dinamizminin tam bir tezat oluşturduğu bu ilginç tarihsel aralığı konu alıyor. Sergiyi gezdikten sonra zihinlerde ister istemez şu soru beliriyor: Peki sonrasında ne oldu? Bu çığır açıcı “90’lar Akımı” neden kalıcı olamadı? Sonrasında ne olduğunu anlayabilmek için devletle sivil toplum ilişkilerinin nasıl dönüştüğüne bakılabilir.

90’lar: Şehre yaşam öpücüğü vermek

“Sahnede 90’lar” başlıklı sergi 15 Eylül’de SALT Beyoğlu'nda açıldı. Sergi ilginç bir döneme ışık tutuyor; bağımsız sanat inisiyatiflerinin ortaya çıktığı, etkili olduğu bir tarih aralığını konu alıyor. Sergide, Seretonin etkinliklerinden Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi’ne, işlevsiz kalmış mekanlardan sokaklara, özel radyolardan televizyonlara gündem oluşturan; içerdiği eleştiri, hiciv ile kimi zaman politik, kimi zaman da eğlenceli gibi gözüken bir dolu performatif etkinlik de yer alıyor. “Sahnede 90’lar” sergisi 12 Şubat tarihine kadar ziyarete açık kalacak.

‘Son kamu projesi’ Marmaray’ı şehirselleştirmek için hala geç değil

Haydarpaşa, Sirkeci, Yenikapı, Söğütlüçeşme gibi düğüm noktaları şehirsel ölçekteki farklı önceliklerle ilişkili olarak geliştirilmedi, yani şehirselleştirilmedi ama bunun için hala geç değil. Bu önemli mekanların, anıt yapıların çok daha verimli bir şekilde şehirsel işlevlere katılabileceğine ve geliştirilebileceğine inanıyorum.

Peki şimdi Haydarpaşa garı ne olacak?

Politik kararlar yalnızca içerikten ibaretmiş gibi gözükür. Oysa kurumsal kapasiteler, maddi praksisler gelişmekte olan fikirler üzerinde etkide bulunur. Onlar görünmeyen failler (eyleyenler) olarak mekânsal gelişmelerin akışına katılırlar. Politik kararların yalnızca tercihlerden, içerikten ibaretmiş gibi algılanmasının, eleştiriyi etkisizleştiren bir tuzak olduğunu düşünüyorum.