Korku Refleksinden Ortak Bir Geleceği İnşa Etmeye
Türkiye’nin siyasi kültürü ve toplumsal hafızası, “bölünme” korkusu üzerine kurulu derin travmalar barındırmaktadır. Bu travmalardan süzülen tarihi tecrübe, “üniter devlet” kavramını tartışılmaz bir zemin olarak önümüze koymaktadır. Son günlerde tekrar gündeme gelen “eğitim dili’’ tartışmalarında ortaya konan “Eğitim dilinin Türkçe’den başka bir dil olamayacağı” yönündeki katı merkeziyetçi yaklaşımlar da özünde bu korkudan beslenmektedir.
Ancak, bu noktada bir paradoksla karşı karşıyayız: Üniter yapıyı korumak adına atılan katı, dışlayıcı ve inkârcı tutumlar, toplumsal düzeni korumak yerine onu daha kırılgan hale getirmektedir. Baskılanan, farklılıklarıyla tanınmayan ve bireysel haklar düzeyinde de anayasal hak talepleri karşılanmayan milyonlarca vatandaşımızın bu durum karşısında aidiyetinin de zayıflayabileceği düşünülünce, “üniter devletin geleceği” noktasında tartışmalar dinmeyecektir. Yani üniter devleti sözde korumak adına toplumsal gerçekliğe kapalı ısrarlar, aslında üniter yapıya daha çok zarar vermektedir.
Bugün artık üniter devlet yapısını her geçen gün daha fazla tartıştırmak yerine, bu yapıyı nasıl “rahatlatabileceğimizi”, nasıl egemen toplumsal gerçekliğe uygun çoğulcu bir anlayışla yorumlayarak daha “sürdürülebilir” kılabileceğimizi ve bu süreci bir korku kaynağı olmaktan çıkarıp “ortak güçlü bir gelecek” için nasıl stratejik bir “fırsata” dönüştürebileceğimizi konuşmalıyız.
Üniter Devleti “Sürdürülebilir” Kılmak
Üniter devlet, tanımı gereği egemenliğin, ülkenin ve milletin bütünlüğünün tek merkezde toplanması anlamına gelir. Ancak yönetim erkinin tekliği ve merkeziliği fikrine dayanan bu yapı topluma da tekliği ve homojenliği dayatmak zorunda değildir. Üniter bir devlet, aynı zamanda “esnek” ve “çoğulcu” olabilir; her şeyden önce toplumsal gerçekliği ve çoğulculuğu dikkate almak zorundadır, çünkü toplum devlet için değil, devlet toplum için vardır.
Dünyada (İspanya, Finlandiya, Birleşik Krallık gibi) üniter yapısını korurken, farklı etnik ve kültürel topluluklara geniş haklar tanıyan birçok gelişmiş ülke örneği mevcuttur. Bu ülkeler, esnekliğin bir bölünme değil, tam tersine bir “bütünleşme” aracı olduğunu tecrübe etmiştir. Bu örneklerin bize anlattığı şey açıktır, yasak gerilim üretirken; hakların güvence altına alınması devlete aidiyeti pekiştirmektedir.
Türkiye’de ise milyonlarca vatandaşımızın farklılığının ve gündemdeki konu olarak anadil talebinin görmezden gelinmesi, çoğulculuk ve anayasal devlet fikriyle bağdaşmamakla kalmamakta, aynı zamanda sistem üzerinde giderek artan bir iç basınç üretmektedir.
Bastırılan kimlikler ortadan kaybolmaz; sadece görünmezleşir ve gerilim biriktirir. Hiçbir katı yapı, bu basınca uzun vadede dayanamaz.
Bu nedenle yapılması gereken şey, bu basıncı absorbe edecek zemini oluşturabilmek, topluma nefes aldıracak, devlet ile vatandaş arasındaki güven bağını yeniden kuracak çoğulcu ve özgürlükçü bir zemin inşa etmektir. Eşit vatandaşlığın tüm gereklerini yerine getirmek, kültürel hakları tanımak, toplumsal kaynaşmayı teşvik etmek, tekil ve resmi tarih anlatısının ötesine geçebilmek, dil ve kimlik meselelerinde pozitif bir kamusal ajanda izlemek, bu zeminin temel unsurlarıdır.
Anayasal Çerçeve: Yok Sayma ve Yasaktan, Saygı ve Güvenceye
Bu tartışmanın merkezinde yer alan mesele, dilin yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda kimliğin ve aidiyetin temel taşı olmasıdır. Bu nedenle anadilin kullanılması meselesi, doğrudan demokratik eşitlik ve anayasal aidiyetin test alanıdır.
Bugün Türkiye’de anadil ve eğitim dili meselesi, tarihsel korkuların gölgesinde dar bir “yasak–tehdit” eksenine sıkışmıştır. Oysa gerçek soru, hangi dilde eğitim yapılacağı değil; devletin, vatandaşının anadilini nasıl güvenceye alacağı, yani koruyup geliştireceği sorusudur.
Çözümün kalbi, Türkçe’nin resmî ve birleştirici konumunu korumakla birlikte, diğer dilleri yasaklamaktan imtina etmek ve hatta onları anayasal güvence altına almaktır.
Bu noktada toplumsal gerçeklikle çatışan Anayasa’nın 42. maddesindeki mutlak yasak hükmünün kaldırılması gerekiyor. Mevcut hüküm, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” diyerek hem pedagojik hem toplumsal açıdan sürdürülemez bir anayasal engel oluşturmaktadır. Bu engel, ahlaki de değildir.
Anayasa, Türkçeyi “devletin resmi dili ve ortak iletişim dili” olarak korumaya devam etmelidir. Ancak bunun yanında “vatandaşların anadillerinde eğitim ve öğretim görebilme hakkını tanıyan” bir güvence hükmü eklenmesi mümkün ve gereklidir.
Böyle bir esneklik, üniter devleti zayıflatmaz; aksine tüm vatandaşları kucaklayan bir anayasal bütünlük sağlar. Dünyada pek çok örnek, bu tür bir açılımın devletin otoritesini zayıflatmadığını, aksine toplum-devlet ilişkisini meşruiyet üzerinden güçlendirdiğini doğrulamaktadır.
Anayasa Uzlaşma Komisyonu sürecinde rahmetli Sırrı Süreyya Önder’in önerdiği Bulgaristan Anayasası modeli, bu dengeye iyi bir örnektir: “Bulgar dilinin öğrenilmesi ve kullanılması, her Bulgar vatandaşı için bir hak ve yükümlülüktür. Anadili Bulgar dili olmayan vatandaşlar, zorunlu Bulgarca öğrenimi yanısıra kendi dillerini öğrenme ve kullanma hakkına sahiptirler. Resmi dilin kullanılacağı haller kanunla belirlenir.” Bu formül, resmi dili korurken anadilin kullanılması ve öğrenilmesi hakkını da güvence altına almaktadır.
Benzer biçimde, Fransa Anayasa’sının 75/1. maddesi “Bölgesel diller Fransa’nın ortak mirasının parçasıdır” ifadesiyle bu ilkeyi kültürel bir zenginlik perspektifine taşımıştır. Her ne kadar Fransa Anayasa Konseyi, Avrupa Konseyi Bölgesel Diller Şartı’nı resmi dil dışındaki dillere hukuki statü sağladığı gerekçesiyle Cumhuriyetin bölünmezliği/tekliği ilkesine aykırı bularak reddetmiş olsa da aynı Konsey, Fransızca dışındaki dillerin ticari ve akademik yaşamda kullanılmasını yasaklayan kanun hükümlerini ifade özgürlüğüne aykırı bularak iptal etmiştir. Bugün Fransa’da Occitan, Breton ve Bask dilleriyle eğitim yapan, devlet destekli özel okullar mevcuttur.
Uygulama Modelleri: Anadilde Eğitimin Kademeli ve Esnek Yolları
Bu bağlamda artık tek kimlikli toplum ısrarı yerine, çoğulcu bir anlayış ile farklılıkların ortak aidiyet içinde yaşayabileceği bir eğitim anlayışı benimsenmelidir. Türkiye, “anadil öğretimi” (seçmeli ders) ve “anadilde eğitim” (tüm eğitimin o dilde yapılması) gibi iki kutup arasına sıkışmak zorunda değildir; bu iki uç arasında rasyonel, dengeli ve uygulanabilir geniş bir alan bulunabilir.
Anayasal hakkın tanınması, “tüm okullar yarın Kürtçe eğitime geçecek” demek değildir. Uygulama, talebe ve bölgesel ihtiyaçlara göre kademeli ve esnek olabilir. Bu aşamada talep temelli kamu eğitimi veya özel statülü okulların açılması gibi karma modeller üzerinde durmak gerekmektedir.
Örneğin talep temelli kamu eğitimi modeline göre, yeterli sayıda velinin talebi olması halinde, devlet okulları içinde “anadili temelli” sınıflar veya programlar açılabilmektedir. Bu modelde, Türkçe (ortak dil) ve temel bilimler (matematik, fen) gibi dersler resmi dilde verilirken; sosyal bilimler, edebiyat ve sanat gibi dersler anadilde de, yani karma bir modelle de verilebilir.
Bunun yanında “özel statülü okullar” seçeneği de düşünülebilir. Devlet, anadilde eğitim vermek isteyen özel okullara izin verebilir, ancak bu okulları denetler ve hatta mali olarak destekleyebilir. Tek şart, bu okulların ulusal müfredat standartlarını karşılaması ve resmi dil olan Türkçeyi de yüksek bir yetkinlikte öğretmesidir. Bu modelde hangi sınıfta ve derslerde anadilde eğitim yapılacağı, resmi dille eğitimin ne zaman başlayacağı gibi soruların tartışılması ve planlanması gerekmektedir.
Ayrıcabu modellerin sağlıklı işlemesi için öğretmen yetiştirmek de şarttır. Üniversitelerde (özellikle bölge üniversitelerinde) Kürt Dili ve Edebiyatı, Zaza Dili, Arap Dili, Laz Dili gibi enstitülerin ve bölümlerin güçlendirilmesi, bu sürecin kurumsal altyapısını oluşturması için elzemdir.
Unutulmamalıdır ki, birlik ve beraberliği güçle değil, adaletle sağlamlaştırmak esastır. Anayasadan ilgili yasağın kaldırılması adımı, devletin bütünlüğünü de güçlendirecektir. Üniter yapıyı “rahatlatan” bu yaklaşım, Türkiye’yi çoğulculukla barışık, vatandaşının aidiyatı yüksek, özgüvenli bir devlet yapısına taşır.
Güçlü Toplumun Harcı: “Anayasal Aidiyet”
Bölünme korkusunu aşmanın yolu, “tek tipleştirme” politikalarından geçmez. Toplumu tek tipleştirmeye, makbul vatandaş olmaya zorlamadan da güçlü bir bütünlük sağlanabilir. Güçlü toplumlar, farklılıklarını bir “tehdit” olarak değil, Anayasa’ya da alınmış ortak temel değerler etrafında bir “zenginlik” olarak görebilen toplumlardır.
Mesele, vatandaşların etnik veya dilsel kimliğinden vazgeçmesi değil, bu kimliklerle birlikte kendilerini “eşit” ve “onurlu” bir şekilde anayasal devletin vatandaşı hissetmeleridir. Devletin, 20 milyon vatandaşının anadiline saygı göstermesi, bu dili koruması ve geliştirmesi, o vatandaşların “anayasal aidiyetini” pekiştirir.
Aidiyet hisseden vatandaş, devletin bekasını kendi bekası olarak görür. Bu, “bölünme” korkusuna karşı en güçlü panzehirdir. Bu noktada “Anayasal Yurtseverlik” kavramı, üniter yapıya bir alternatif değil, onun demokratik derinliğini artıran ve daha kapsayıcı hale getiren bir ilke olarak devreye girer. Böylece vatandaş, etnik veya kültürel kökeninden bağımsız olarak, anayasada somutlaşan ortak değerlere bağlılık üzerinden ortak bir kimlik geliştirir.
Ulusötesi Boyut, Stratejik Bir Fırsat
Üniter devletin geleceğini tartışırken, bu meselenin yalnızca iç politikayla sınırlı olmadığını; aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel konumunu, güvenlik paradigmasını ve diplomatik etkisini de doğrudan ilgilendirdiğini görmek gerekir. Dil, kimlik meselelerine hak temelli yaklaşımın diğer bir yönü de “ulusötesi” boyuttur. Kürtlerin sadece Türkiye’de değil, komşu ülkelerde de (İran, Irak, Suriye) yerleşik olduğu gerçeği, genellikle “bölünme korkusunu” tetikleyen bir güvenlik argümanı olarak kullanılmıştır.
Oysa bu durum, geniş bir vizyon ve stratejik bir akıl ile değerlendirildiğinde Türkiye için tarihi bir stratejik fırsat sunmaktadır.
- Türkiye, üniter yapısı içinde, kendi Kürt vatandaşlarının anayasal haklarını en ileri demokratik standartlarda çözdüğü takdirde, bölgedeki tüm Kürt nüfus için bir “cazibe merkezi” ve model ülke haline gelir.
- Güneydoğu şehirlerimiz kültürel, akademik ve sanatsal üretim merkezlere dönüşmesi, Türkiye’nin yumuşak gücünü derinleştirecek en güçlü araçlardan biridir. Üniversitelerimiz, enstitülerimiz ve yayınevlerimizle Kürtçe edebiyatın, sinemanın ve düşüncenin kalbi Türkiye’de atabilir.
- Kendi içinde barışı sağlamış, vatandaşlarının aidiyetini güçlendirmiş bir Türkiye, “bölgesel dinamikleri” artık bir “tehdit” olarak değil, işbirliği potansiyeli olarak görebilir. Komşu ülkelerle bir “ekonomik ve kültürel işbirliği köprüsünü” geliştirecek kültürel, ekonomik ve akademik bağlar, Türkiye’yi bölgesel düzeyde birleştirici bir köprü haline getirir.
Türkiye, iç barışını demokratik çoğulculukla güçlendirdiği ölçüde, bölgesel barışın da en güvenilir mimarlarından biri olacaktır. İçeride korkularla değil güvenle yönetilen bir ülke, dışarıda da istikrarın, adaletin ve ortak geleceğin sesi haline gelir. Bu yüzden bugün Türkiye’nin önünde, bölünme korkularını aşarak bir “ortak gelecek” vizyonu kurma fırsatı vardır. Bu fırsat, yalnızca iç barışı değil; Türkiye’nin bölgesel nüfuzunun da meşruiyet temelinde yeniden inşasını mümkün kılacaktır.
Korkuyu Değil, Geleceği Yönetmek Mümkün
Türkiye bugün tarihsel bir kavşağın eşiğindedir. Önünde iki yol var; ya tarihi travmaların ve bölünme korkularının esiri olarak, kendini içe kapatan, vatandaşını dışlayan ve bu katılık yüzünden “kırılganlaşan”, kırılganlaştıkça da vehimlerle baskıyı artıran dar kalıplı bir üniter devlet modelinde ısrar etmek ya da “sürdürülebilirliği” temel alarak, anayasal aidiyeti güçlendiren, esnek ve kapsayıcı bir üniter devlet modelini cesaretle benimsemek.
Yani milyonlarca vatandaşın anadil hakkını bir “fırsat” olarak görmek, sadece bir iç barış adımı değil, aynı zamanda Türkiye’nin ulusötesi bir vizyonla bölgesel bir güç ve model ülke olmasının da stratejik anahtarıdır. Ortak ve güçlü bir gelecek inşa etmek, korkuları tetikleyerek değil, anayasal sorumluluklarımızı yerine getirerek ve akılcı, cesur fırsatları hayata geçirerek mümkündür.
Bugün atılacak her adım, yalnızca bugünün değil; geleceğin de mimarisini şekillendirecektir. O mimaride korkular değil, eşit vatandaşlık ve özgüvenli bir ortak aidiyet belirleyici olmalıdır. Türkiye, geçmişin gölgesinde değil, geleceğin ışığında yürüyebildiği gün, gerçek anlamda “bölünmez bir bütün” olacaktır.

