Dün onun süresiz açlık grevine başladığını okuduğum anda içim burkuldu. Gerçekten büyük bir trajediydi yaşadığı. Sadece onun bireysel trajedisi de değil aslında…
Raşid Gannuşi adını yaklaşık otuz yıl önce ilk kez duyduğumda merak etmiş, Londra’da birkaç defa ziyaret ederek sohbetine katılma imkânı bulmuştum.
Genç yaşlarımdan itibaren Cotabato kasabasından Tanca’ya uzanan geniş bir coğrafyada İslam dünyasının farklı bölgelerini görme fırsatım oldu. Bu yolculuklarda beni en çok etkileyenler, tıpkı Gannuşi gibi adalet ve özgürlüğü fikrî derinlikle birleştiren maalesef sayıları çok az olan Müslüman önderlerdi.
“Çok az” diyorum; çünkü tanıma fırsatı bulduklarımın çoğu tepkiseldi; adalet ve hürriyet bilinçleri zayıf, İslam düşüncesinin evrenselliğinden ve bir o kadar da dünyanın gidişatından kopuklardı. Filipinler’in Mindanao adasından Orta Asya’ya, Fas ve Moritanya’ya kadar aynı tabloyla fazlasıyla karşılaştım.
O dönemde Müslüman hareketlerin entelektüel önderleriyle tanışmak, yaşadığım Almanya’dan geniş ve bir o kadar da bitkin düşmüş İslam dünyasına bakınca, benim için aynı zamanda bir ümit arayışıydı. Ve o ümit arayışı içinde Nahda hareketinin lideri, Tunuslu düşünce ve mücadele adamı dikkatimi çekiyordu. Sonrasında yazdığı metinleri takip etmeye çalıştım. Elbette sürgünde yaşadığı batıda önceki düşüncelerini gözden geçirmiş, kendisini geliştirmişti.
Düşünce Dünyası
Gannuşi, 1941’de Fransız sömürgesi altındaki Tunus’un yoksul bir köyünde doğdu. Ez-Zeytûne medresesinde geleneksel ilimlerle büyüyen bu genç, Cezayir savaşının, Nâsır’ın karizmatik milliyetçiliğinin, Paris’te tanık olduğu Batı düşüncesinin derinlikleri arasında kimliğini aradı. Hakkında yazılan bir biyografide belirtildiği gibi, Gannuşi’nin gençliğini belirleyen en temel fikir, Malik Bin Nebi’nin “medeniyet, insanın kendini yeniden inşasıdır” çağrısıydı. Bu çağrı, onun zihninde İslâm’ın siyasetten ahlaka, toplumdan bireye kadar bütün bir diriliş projesine dönüşecekti. Ömrü boyunca hep şu sorunun peşine düşmüştü: “Müslümanlar neden geride kaldı, diğerleri neden ilerledi? ” Gannuşi ilk gençliğinde Müslüman Kardeşler’in etkisini taşır; fakat çok geçmeden bu hareketin otoriteye dayalı çizgisini eleştirir. Otoriteye karşı özgürlüğü, cebre karşı şûrayı, kimliğe karşı ahlâkı öne çıkarır. Bu yönüyle, Seyyid Kutub’un sert bir öfkeyle beslenen İslâmcılığının karşısına “erdemli bir siyaset” fikrini koyar.
Hapishanede kaleme aldığı İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler (Al-Hurriyyat al-‘amma fi’d-Devla al-İslamiyya) tam da bu düşünsel değişim sürecinin meyvesidir. 1993’te yayımlanan bu eser, yıllar sonra Yale Üniversitesi tarafından Public Freedoms in the Islamic State adıyla İngilizceye çevrildi. Gannuşi, burada özgürlüğü imanla temellendirir: “Allah insana irade ve sorumluluk vermiştir. Bu yüzden hiçbir otorite, insanın hürriyetine ilahî bir vekil olarak dokunamaz.” Bu cümle, hem İslâm siyaset düşüncesinde hem de çağdaş Arap dünyasında radikal bir kırılmadır. Zira Gannuşi’ye göre İslâm devleti, “Allah adına hükmeden” değil, Allah’ın kullarının hür iradesine imkân tanıyan bir devlettir. Bu anlayış, 20. yüzyıl İslâmcılığının teokratik damarını tersine çeviren bir devrimdir.
Gannuşi, 1989’dan 2011’e kadar İngiltere’de geçirdiği sürgün yıllarında, Batı demokrasilerinin işleyişini yakından gözlemleyerek köklü bir fikri evrim geçirmiştir. Gözlemlediği sivil özgürlükler, çoğulculuk ve barışçıl iktidar devri; onun İslam’ı katı bir ideoloji olarak revize etmesine ve bu süreçte demokrasiyi “ithal mal” olarak görmekten vazgeçmesine neden olmuştur. Demokrasiyi, “despotluktan bin kat daha iyi evrensel bir insani başarı” şeklinde tanımlayarak, adalet, özgürlük ve şûra’nın kurumsallaşmasını sağlamak için en etkili mekanizma olarak benimsemiştir.
Müslümanlıkla Demokrası Sınavı
2011’de Tunus’ta Zeynelabidin Bin Ali rejimi devrildiğinde, sokaklarda yalnızca yoksullar değil, Gannuşi’nin fikirleri de özgürlüğe kavuşmuştu. O gün, sürgünden dönen yaşlı bir adamı havaalanında yüz binler karşıladı. Fakat onun politik mirası, “iktidar” değil “uzlaşma” kelimesiyle anılacaktı. Ennahda Partisi’ni kurdu, seçimleri kazandı, ama “İslâmî bir anayasa” dayatmadı.
Andrew March’ın On Muslim Democracy adlı kitabında anlattığı gibi, Gannuşi’nin asıl devrimi, “İslamcı demokrasi”den “Müslüman demokrasi”ye geçiştir. Yani dinî referanslı bir devlet değil, dinî duyarlılığa sahip bir toplumun demokratik düzeni. 2016’da Ennahda kongresinde şu tarihi cümleyi kurdu: “Biz artık siyasi İslam değil, Müslüman demokratlarız.”
Her ne kadar başka bölgelerde de çok defa söylenmiş fakat söylenenin ağırlığı idrak edilememiş olsa da bu cümle, Arap dünyasında duyulmuş en cesur söylemlerden biriydi. Çünkü Gannuşi, İslamcılığın kendi içine kapanan tepkisel dilini aşarak, insanların hür iradesi ve eşit katılımıyla belirlenen hürriyetçi bir düzeni “imanın bir gereği” olarak yorumluyordu. Ona göre şûra, Kur’an’ın emri; demokrasi ise şûranın çağdaş biçimi. Sandık, istibdada karşı ümmetin iradesidir. Bu yönüyle o, yalnız Tunus’ta değil, bütün İslam dünyasında “siyaseti ahlakın hizmetine veren” bir örnek oldu. Ne var ki, bu örnekliğin bedeli de ağır olacaktı.
Diktatörlükle Savaşan Vicdan
Raşid Gannuşi’nin hayatı, despotlukla bitmeyen bir hesaplaşmadır. 1981’de ve 1987’de tutuklandı, işkenceden geçti, idamla yargılandı, 20 yıl sürgünde yaşadı. 2011’den sonra yeniden parlamentoya döndü, fakat “iktidar sarhoşluğu”na kapılmadı. Tam tersine, seküler liderlerle koalisyon kurarak anayasanın temel ilkelerinde uzlaştı. 2014 Anayasası’nda ne şeriat vurgusu ne dinî vesayet vardı. Bunun yerine “Tunus halkı, İslâm’ın öğretilerine bağlı ama sivil bir devlet kurmuştur” ifadesi yer aldı. Nahda eşitliği savundu, çoğulculuğu benimsedi, kadınların siyasete katılımını destekledi. Doğal olarak Arap otoriteryanizmi ondan nefret etti. Çünkü o, İslam dünyasında hem özgürlük hem iman adına konuşabiliyordu ve bu tutumuyla kitleleri harekete geçirebilecek bir potansiyele sahipti.
Fakat tarih bir kez daha tekerrür etti. 2021’de Başkan Kais Saied, anayasayı askıya alıp parlamentoyu feshettiğinde, hedef yine Gannuşi oldu. Demokratik kazanımların üzerinden bir “anayasal darbe” geçti. Arap dünyasının otoriter liderleri bu durumu alkışladı, batı dünyası da bu otoriter dönüşe göz yumdu; çünkü artık aynı zamanda Tunus, Avrupa’nın göç duvarıydı.
Bugün Gannuşi, “devletin iç güvenliğini tehdit” suçlamasıyla hücrede. Aynı davada onlarca muhalif 66 yıla varan hapis cezalarına çarptırıldı. Tunus’un, Arap Baharı’nın “tek demokrasisi” olarak anılan on yılı, şimdi bir tek adam rejiminin gölgesinde dikta rejimine doğru evriliyor.
Tunus’un Trajedisi
Bugün Tunus, on yıl önceki umutla taban tabana zıt bir tabloya sahip. Ekonomik kriz, genç işsizlik, göçmen karşıtlığı ve polis devleti uygulamaları ülkeyi yeniden karanlığa sürüklüyor. Avrupa Birliği ise demokrasiye değil, rejimin otoriterliğinin istikrarına güvenip, sınır güvenliğine yatırım yapıyor. 2023’te imzalanan göç anlaşmasıyla Tunus, Akdeniz’in “bekçi devleti”ne dönüştü.
Gannuşi’nin hücredeki durumu ne ise, İslam dünyasında hürriyet ve adalet düşüncesinin hali de o. Fakat ne hazin ki Müslümanların ekseriyeti için bu durum bir medeniyetin vicdan krizi değil. Oysa Gannuşi, İslam dünyasında “demokrasi, imanla çelişmez” diyebilen nadir seslerden biridir. Onun cezaevine kapatılıp susturulması, aslında Müslüman toplulukların günümüzdeki trajedisine de işaret etmekte.
Bugün 84 yaşındaki Gannuşi’nin bedeni zayıflıyor ama düşünceleri hâlâ güçlü: “İslam, insanı özgürleştirmek için geldi. Diktatörlük, İslam’ın en büyük düşmanıdır.” Bu sözü, yıllar önce söylediğinde kimse bunun bir gün kendi hayatını özetleyeceğini tahmin etmiyordu. Şimdi o sözüyle yaşıyor, o söz uğruna özgürlüğünün gaspına açlıkla direniyor.
Türkiye, demokrasi ve hukuk devletini ezen kendi gidişatı sebebiyle sözünün ağırlığı çok zayıf olsa bile, Tunus‘taki bu apaçık zulme karşı kayıtsız kalmamalı. Diplomatik olarak elinden geleni yapmalı, Raşid Gannuşi‘nin özgürlüğüne kavuşması için tüm imkanları kullanmalıdır.
Olur ya, belki kendisi için de bu trajediden bir ders çıkarır.

