Ana SayfaYazarlarDış ilişkilerde neler eskisi gibi olmayacak? (1)

Dış ilişkilerde neler eskisi gibi olmayacak? (1)

15 Temmuz kalkışmasının yakın siyasi tarihimizin önemli dönemeçlerinden biri olduğunu düşünenlerdenim. Önemli çünkü toplumdaki keskin kutuplaşmanın ve Batı medyasının ölçüyü kaçırmış yalan haberlerinin yarattığı anormalliğe karşın daha sekiz 8-9 ay önce sandıktan çıkmış hükümetin yeterli çoğunluğunun bulunduğu bir ortamda demokrasiye karşı askeri bir darbeye girişilmesi için iç dinamiklerden kaynaklanan en ufak bir bahane yoktu. Generaller eskisi gibi hamasi siyasi açıklamalar yapmadıklarından darbe olabileceğine dair kuşku uyandıran herhangi bir somut gösterge de yoktu. Belli ki eskiden yaşadıklarımızdan farklı olarak bu defa doğrudan dışarıdan dayatılan bir darbe girişimiydi söz konusu olan. Bu nedenle ben de, 15 Temmuzun sadece askeri bir darbe değil, Türkiye’yi içeriden işgal girişimi olduğu görüşüne katılıyorum.

 

15 Temmuzdan sonra kaleme aldığım yazılarda hep altını çizdiğim gibi, sokaktaki adam ilk andan beri bu kalkışmanın arkasında, dünyadaki darbelerin çoğunu planlamış ve desteklemiş olan ve FETÖ liderini barındıran Amerikan derin devletinin, dolayısıyla Washington’un olduğuna inanıyor. Kalkışmanın başarısız kalmasının ardından Amerikan yönetiminden gelen tepkiler ve medyasında yer alan darbecileri değil de, Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden Türkiye’yi tüm halkıyla birlikte karalayan yalan haberler de bunu doğruluyor.

 

2000’li yılların başında işgaline zemin hazırlamak için Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine ilişkin sahte delillerle haberler yapanların yalanları o kadar insan yaşamını kaybettikten sonra ortaya çıktı. Sonuçta bu iddiaların doğru olmadığı ilk bakışta anlaşılamayacak teknik bir konuyla ilgiliydi. Ama darbe girişiminin başarısız kalmasından sonra Türkiye’nin İslam Cumhuriyeti’ne dönüştüğü gibi yalan olduğu apaçık belli haberlerle bu girişimin arkasına geçmeyi aklamak mümkün değil. Bu yalan haberler suçüstü yakalananların üste çıkma gayretini değilse, ortaya çıkan şeytani planlara devam etme arzusunu gösteriyor ki bundan da Türk-Amerikan ilişkileri, Türkiye’de kim iktidarda olursa olsun, olumsuz etkilenir elbette. Ama sadece Türk-Amerikan ilişkileri mi?

 

15 Temmuzdan bu yana geçen uzunca süre içinde AB’nin bazı başkentleri de Washington’la benzeri bir tutum içinde görülüyor. Amerikan medyasıyla birlikte Erdoğan düşmanlığı üzerinden Türkiye’yi karalama kampanyasını çılgınca yürütmekte olan Batı Avrupa medyası da şimdi aynı perspektiften hareketle Türkiye’nin İslam Cumhuriyeti’ne dönüştüğü yalanını pompalıyor. Yetmiyor olmalı ki hedefine şimdi bir de, darbeyi başarısız kıldığı için herhalde, tümden İslamcı yaftası yapıştırdığı halkımızı da koymuş durumda.

 

Bundan, 15 Temmuzda belki Amerikan derin devleti kadar kilit rol oynamamış ama aynı amacı paylaşmış bir Batı Avrupa bloğunun da bulunduğu izlenimi ediniliyor. Sadece medyaları değil, siyasetçileri ile de, saldırıda bulunan, demokrasiye kasteden, suçlu olan sanki darbeciler değil de Türkiye’ymiş gibi açıklamalar yapan, gerçekleri ters yüz eden bazı Batı Avrupa ülkeleri var. Derin bir güven bunalımına yol açan bu durumda, AB üyesi olan bu dost ve müttefik bildiğimiz ülkelerle ilişkiler de artık eskisi gibi olmayacak elbette.  Bu ilişkileri bir sonraki yazımda ayrıntıyla ele almak üzere kapıyor ve bugün Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceği üzerinde yoğunlaşmak istiyorum.      

 

Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceği

 

İade şart ama yeterli değil” başlıklı yazımda belirttiğim gibi, “ABD Türkiye ile ilişkilere önem veriyorsa, Fetullah Gülen’i Türkiye’ye iade etmekten kaçınma lüksüne sahip değil.” ABD bu konuda kuşkusuz uzun sürecek hukuki bir sürecin işleyeceğinden söz ediyor. Bu doğru veya en azından Türk-Amerikan ilişkilerinin hasarsız devamını sağlayacak bir yaklaşım değil. Burada söz konusu olan bürokrasisinin içinde örgütlenmek suretiyle o ülke yönetimini ele geçirmek gibi sadece Türkiye’ye özgü olmadığı da anlaşılan yukarıda belirttiğim gibi son derece şeytani bir plan var. Darbelere desteği tüm dünyada kanıksanmış olsa da, başarısız kalarak artık deşifre olduğu için ABD için utanç verici bir plan bu.

 

Bu itibarla, Washington Gülen’in iadesini uzun bir hukuki süreçle geciktirebilir belki ama bu planı artık ne Türkiye’de, ne de bölge ülkelerinde veya dünyanın başka yerlerinde uygulama imkânı olamayacağı gibi, ayrıca siyasi faturasını da ödemek zorunda kalabilir. Peki, nasıl bir siyasi fatura söz konusu olabilir?   

 

Akla belki ilk başta NATO’dan, Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 13. maddesi uyarınca çıkmak ya da Fransa’nın 1966’da yaptığı gibi askeri kanadından çekilmek geliyor. Dr. Nejat Tarakçı gibi, öteden beri bunu savunan strateji uzmanları var. Tarakçı, TASAM’da kalkışmadan sadece 45 gün önce yayımlanmış olan “Türkiye’nin NATO’dan çıkma zamanı geldi mi?başlıklı yazısında bu görüşünü şöyle gerekçelendiriyor: “bölgedeki gelişmelerin ve gizli ittifakların önümüzdeki 2-3 yıl içinde Türkiye’nin bizzat NATO müttefikleri eliyle benzer bir tehdide maruz kalacağını gösterdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. “ 15 Temmuzu, ABD’nin Türkiye’ye karşı Contras gibi kullandığı açık olan PKK’nın Van’da, Elazığ’da, diğer yerleşim yerlerindeki bombalı saldırılarını, hatta Daesh ’in canlı bombalarını belki artık bu çerçevede değerlendirmek durumundayız. Bunlar, dostlukla, müttefiklikle bağdaşmadığı gibi, doğrudan düşmanlık değil midir?

 

Türkiye’nin NATO’ya üyelik başvurusu resmi olarak Sovyet tehdidi (Molotof’un Boğazlar ve Kars ve Ardahan’la ilgili talepleri) ile ilişkilendirildiğine ve ulusal güvenlik ihtiyacının doğal bir sonucu kabul edildiğine göre, bu ihtiyacın 15 Temmuz sonrası sorgulanması normal. ABD Suriye ve Irak’ta en azından Türkiye’nin güvenliğini öncelemeyen bir stratejiyi inatla izliyor. NATO içinde beraberken bütün bunlar oluyorsa, dışında kalırsak bundan daha kötü ne olabilir diye sormak mümkün. Ama Batı medyasında yayımlanan “Türkiye’yi NATO’dan atalım” gibi mesnetsiz yazılar dikkate alındığında, yalan söylemekten utanmayan bazı üyelere sahip bir askeri bloğu tümüyle karşımıza almaya gerek var mı?   

 

Gülen’in derhal “siyaseten” verilmemesi halinde, NATO’dan çıkmak değil belki ama 15 Temmuza tanker uçaklarıyla katkıda bulunduğu anlaşılan İncirlik’le ilgili bir karar alınması gündeme gelebilir diye düşünüyorum. En azından bu yönde bir kamuoyu baskısı olacağını dikkate almak gerekiyor.

 

 İncirlik Hava Üssü resmen 1954’te faaliyete geçmiş olsa da statüsü, diğer üs ve tesisler gibi,  bugün 1980 tarihli Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması ile belirlenmiş bulunuyor. Bu anlaşmanın 5.maddesi, öngörülen savunma işbirliğinin kapsamının NATO Antlaşmasından doğan yükümlülükler ile sınırlı olmasına hükmediyor. Dolayısıyla İncirlik’in 15 Temmuzda bu hukuki sınırların dışına çıkılarak kullanılmasına Amerikan tarafının da katkıda bulunduğu tespit edilirse, ikili ilişkilerde yeni ve çok büyük bir sorunla karşılaşılacağına kuşku yok.

 

Bu durumda ya da böyle bir durum söz konusu olmasa bile, Gülen’i kısa sürede iade etmediği takdirde, ABD’ye tepki olarak, İncirlik Üssü’nün Amerikan kuvvetlerince kullanımının uygun görülen ölçüde kısıtlanmasının gündeme gelebileceğini düşünüyorum. Bu kısıtlamanın hangi boyutta olacağını, ABD yönetiminin Türkiye’nin Suriye’deki güvenlik kaygısına göstereceği saygı belirleyecek olasılıkla. Örneğin Mümbiç- El Bab hattında ilerleyen ve Washington’un açıklamasına karşın bölgeden geri çekilmeyeceğini söyleyen PYD’nin Türkiye’yi güneyden kuşatabilmesi için federal veya simetrik/asimetrik özerk bölge ya da kantonlardan oluşacak yeni Suriye’ye ışık yakılması bardağı taşıracak son damla olur kuşkusuz.  Böyle bir olasılıkta, ABD’nin Suriye’deki ortağı PYD’nin kurucusu PKK’nın Türkiye’deki bombalı eylemlerini tırmandırdığı da dikkate alınarak, İncirlik’teki kısıtlamanın NATO faaliyetleri dâhilindeki personel ve ekipmanın çekilmesini de kapsayacak şekilde olabildiğince geniş boyutlu olması gündeme gelebilir.

 

Kısacası, ABD Başkan Yardımcısı Biden’ın ziyareti arifesinde Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceği pek de parlak görünmüyor. Kabul etmek gerekir ki 15 Temmuz kalkışması özünde Amerikan karşıtı olmayanların bile ABD’ye olan güvenini onarılamayacak ölçüde sarsmış bulunuyor. Dostluğun, müttefikliğin, artık kötü bir şaka olarak algılanan stratejik ortaklığın böylesine derin bir güvensizlik ortamında yürütülebileceğine inanmak ne derece gerçekçi olabilir ki?   

 

    

 

             

 

- Advertisment -