[13 Ağustos 2016] Eski Taraf’ta 2007-2013 arasındaki “Okuma Notları”mın tamamını tabii saklıyorum. Bir tanesi (no 274), örneğin, Ahlâksız teklif başlığını taşıyor. 24 Haziran 2010’da yazmışım; 26 Haziran 2010’da yayınlanmış. Ucu Önder Aytaç’a dokunuyor. Şöyle demişim, yazının sonuna doğru:
Kendimden ve herkesten özür dilemek zorundayım, bu kişinin 18 Haziran’da neler dediğinin düne kadar farkında olmadığım için. Önce Cemil Bayık’ın bir demecinde (ANF, 23 Haziran), sonra Suzan Samancı’nın köşesinde (Taraf, 24 Haziran) rastladım, Karabaş’tan da caniyâne sözlerine. Biraz aradım; neyse ki bu gazetede değil, 18 Haziran’da Küre TV’ye söyledikleri arasında, evet, şunlara rastladım:
“[Öcalan] Madem elinizde, alacaksınız karşınıza, dersiniz ki, 'Eğer Türkiye'de bir ay içerisinde bir yaprak kımıldarsa, bu terörü bitirmezsen, o zaman seni öldürürüm, seni idam ederim, seni asarım.' Bakın bakalım bu olayların hepsi bitmiyor mu ! Bitmiyor mu ? O zaman alır asarsınız, öldürürsünüz. O zaman geleceği kurtarabilirsiniz.”
Önder Aytaç’ın KCK tutuklamalarına onay ve destek vermesine de şaşmıştım geçmişte. Son “ahlâksız teklif”i ise ses duvarını aştı. Bu kadar soğukkanlı bir canavarlığa ancak yuh olsun, yuh olsun, yuh olsun diyebilirim.
2010’daki bu noktadan, 2016’daki BasHaber yanıtlarıma geçiyorum.
* * *
Cemaatin Kürt sorununda tam bir “şahin” çizgisi izlediğine ve bütün barış arayışlarını, özellikle de son yılların resmî ve fiilî Çözüm Süreci’ni her yolla sabote etmeye çalıştığına dair kanaatim yeni değil. 2009’un KCK tutuklamaları, şüphelerimi tetikleyen ilk olaydı. O sıralarda Taraf’ta “Okuma Notları” diye bir köşem vardı. Aynı Taraf’ta, Önder Aytaç ve Emre Uslu diye iki Cemaatçi polis de yer alıyordu. Başta birlikte yazıyorlardı; sonra ayrıldılar ve iki ayrı köşe edindiler. Tamamen sertlik yanlısıydılar. Döne döne yoğunlaştıkları nokta, PKK’nın ve/ya Kürt sorununun sırf askerî yöntemlerle çözülebileceğiydi. Madalyonun diğer yüzünde, AKP hükümetini fazla gevşek ve yumuşak buluyorlardı. Tabii KCK tutuklamalarını da hararetle savunuyorlardı.
Bir ara Önder Aytaç, İmralı’da hapisteki Öcalan’ın devlet tarafından öldürülebileceğini, ya da en azından Kandil’in Öcalan’ı öldürmekle tehdit edilebileceğini bile savundu. Ben isyan ettim ve yok artık dedim. Derken bir gün, o âna kadar hiç tanımadığım ve konuşmadığım Önder Aytaç’tan çok öfkeli ve tehditkâr bir telefon aldım. Bas bas bağırıyordu. Meğer bana cevaben hayli saldırgan ve hakaretamiz bir yazı yazmış; yazısı yayınlanmadığı için de ayrılmış (veya atılmış), henüz Ahmet Altan ve Yasemin Çongar yönetimindeki Taraf’tan. Öyle veya böyle, gazeteden gitmesi benim yüzümden veya sayemde olmuş; halen nerededir bilmiyorum ama, olayı hatırladıkça küçük bir mutluluk duyuyorum.
Lâkin o sırada Emre Uslu kaldı maalesef. Kaldı ve 2010-2011’de (mealen) “bize bırakın, PKK’yı üç ayda bitiririz” yazıları yazmayı sürdürdü. Sonra 2013 başlarında, Taraf’ın toptan Cemaatlaştırılması komplosunda bu sefer başta Oral Çalışlar olmak üzere bizler (toplam 22 kişi) istifaya itilip tasfiye edildik. Daha da sonra Emre Uslu galiba 17-25 Aralık 2013 “yolsuzluk” girişiminde de rol aldı (MİT tırlarında da parmağı var mıydı bilemiyeceğim) ve akabinde kapağı yurt dışına attı. Yakın zamandaki bazı tweet’lerinde, çok manidar bir şekilde “Temmuz 2016’da” döneceğini iddia ediyordu Türkiye’ye. Ne tesadüf; 15 Temmuz darbesini ilk saatlerinde coşkuyla selâmladı, zafer naraları atmaya koyuldu ve hattâ “Erdoğan’ın Almanya’ya sığınmaya hazırlandığını” bile yazdı. Bunu hangi üst düzey darbeciden “öğrendi” bilemiyorum ama, bazı Amerikan televizyon kanalları muhtemelen Emre Uslu’dan duyup yayınladı. Şimdi, Voldemort’un bebek Harry Potter’a yaptığı öldürücü Aveda Kadavra büyüsünün geri tepmesi yüzünden bütün cismanî varlığını yitirerek “Arnavutluk’ta bir ağacın kökleri arasına” sığınmasını andıran bir şeyler yaşıyorsa, hiç şaşırmayacağım.
Bilvesile, görüyorsunuz, Cemaatin Kürt düşmanı yüzüyle bir ara nasıl bizzat tanışır gibi olduğumu hatırladım. Sorularınıza dönecek olursak; 28 Aralık 2011’in Uludere/Roboski katliamı da tam bunların “üç ayda biter, bitirilir” yazılarıyla aynı döneme rastlar. Gene o yıllarda, Hrant Dink cinayeti mahkemesinin de habire uzayıp gittiğine; soruşturmanın derinleştirilmesine ilişkin en basit ve en haklı talepleri dahi savcılığın ve mahkemenin sabır taşını çatlatacak bir umursamazlıkla reddettiğine tanık oluyorduk. Her iki soruşturmanın bloke edilmesi, benim kuşağım için çok tuhaf değildi bir bakıma. “Derin devlet”ten haberdardık ve fakat sadece alıştığımız askerî-bürokratik vesayetle ilişkilendiriyorduk. Şahsen, Cemaatten hep nefret etmekle birlikte, çoğu insan gibi ben de güçlerini tam bilemediğimden ve orduya (hele jandarmaya), yargıya, bürokrasiye bu kadar sızmış, bu kadar dal budak salmış olabileceklerine ihtimal veremediğimden, “çomak sokan unsur Gülenciler olabilir mi?” şüphesi bir süre uyanmadı kafamda. Sanırım 17-25 Aralık 2013’ten itibaren kafamda bir ampül yanar gibi oldu. Özellikle Uludere/Roboski konusunda hükümetin hareketsizliği ve suskunluğu o kadar belirgindi ki! Nasıl olur da yanlış istihbaratı kimin sağladığını ve yanlış emirleri kimin verdiğini tesbit edemezler diye sorduğum anda, bir yerden sonra Cemaatin örgütlü ve her bir noktayı, her bir mevzii başka mevzilerle koruyan müdahalesi, en akla yakın hipotez olarak şekilleniyor, ama (böyle karanlık koridorlarda o kadar da çok dolaşmayan benim gibi birinin sınırlı bilgileri temelinde) bir türlü kesinlik kazanamıyordu.
Öyle veya böyle; Gülen Cemaatinin Türkiye’ye yıllardır yaptığı çeşitli kötülükler arasında, AKP hükümeti ile Kürtleri her fırsatta yeniden karşı karşıya getirerek düşmanlaştırma, dolayısıyla Çözüm Sürecini sakatlama ve imkânsızlaştırma çabasının da çok önemli bir yer tuttuğu, hem yepyeni bir tesbit değil, hem de yenik darbecilerin verdiği ifadelerin üstüste binmesiyle artık iyice netlik kazanıyor. İçinden geçmekte olduğumuz haftaların özel zorlukları vardır kuşkusuz. Ama hükümet bu konuya da er geç el atacaktır diye umuyorum. Atmak zorunda diye düşünüyorum. Esasen Numan Kurtulmuş gibi AKP sözcülerinin demeçleri de bu yönde. Bu yolda yürümek, devleti yeniden yapılandırmak kadar Çözüm Sürecini bir şekilde yeniden başlatmak açısından da fevkalâde önem taşıyor.