Terörün, 90’larda olduğu gibi, siyasi gündemimizin ilk sırasında yer alması, ister istemez o dönemi akla getiriyor. Sonra aradan geçen 20/25 yıl film şeridi gibi gözümüzün önünden akıp geçiyor. O dönemle bugünü bir şekilde karşılaştırmış ve bir sonuca varmış oluyoruz.
Madrid Büyükelçiliği’nde görevli olduğum o dönemde İspanya’nın ETA ile mücadelesini izlerken, kafamı hep şu soru kurcalayıp dururdu: Türkiye neden Franco diktatörlüğüne son veren İspanya gibi demokratik bir anayasa yapamıyor, ayrılıkçı terörle mücadelesini demokratik bir temele oturtamıyor?
Dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in ortaya attığı “Bask modeli” tartışması, Bask milliyetçiliği ve İspanya’nın demokratikleşme süreciyle ilgili çalışmalarımı derinleştirmemi teşvik etmişti. Türkiye için örnek oluşturabilir düşüncesiyle. Ama “herkese kahve” (Café para todos) gibi simetriyi, başka bir deyişle siyasiden çok idari özellikli bir sistemi öncelemesine ve bağımsızlık yolunu sonuna kadar kapatmasına karşın, 78 Anayasası’nın özerkliklere dayalı olması sorun oluşturuyordu. “Terör sonlandırılmadan demokratikleşme olmaz” gibi son derece yanlış bir politikanın kim iktidarda olursa olsun uygulandığı, askeri vesayetin zirvede olduğu 90’lar Türkiye’sine İspanya’yı örnek göstermek kolay değildi.
İspanyol Anayasası’nın sadece demokratik niteliğinden ve Wilkinson modeline dayalı terörle demokratik mücadelesinden söz etmek bile o dönemde özerklik çağrışımı nedeniyle “bölücü” olmak anlamına gelebiliyordu. Nitekim Başbakan Çiller’in 10 Ekim 1993’te basına yaptığı “İspanya’nın tecrübesinden biz de yararlanacağız” açıklamasına Cumhurbaşkanı Demirel, “çözümü İspanya’da arama” diyerek tepki göstermişti. Ardından Çiller “ bu terör ya bitecek, ya bitecek” söylemiyle bugün artık herkesin karanlık bir dönem olduğunu kabul ettiği 90’ların devlet politikasına dönüş yapmıştı.
Oysa bu politika tek kelimeyle “çözümsüzlük” anlamına geliyordu. Bir kere terör bir türlü bitirilemiyordu. Gerekçe olarak, komşuların ve Batılı müttefiklerin de aralarında olduğu bazı ülkelerin PKK’ya lojistik ya da silah ve mühimmat yardımı yaptığı öne sürülüyordu. Bu iddiada doğruluk payı vardı tabii ama Türkiye’nin demokratik politikalar uygulamadığı için çözemediği Kürt sorununu birilerinin çözdürmek istemediğini öne sürmek ve komplo teorileri üretmek inandırıcı olmuyordu. Dolayısıyla, “bu sorunu kimler, neden çözdürmek istemiyor” sorusu havada kalıyordu.
Kabul etmek gerekir ki özürlü demokrasimizden kaynaklanan Kürt sorunu, siyasi bir çözüme kavuşturulamadığı sürece Ankara’yı, başta üyesi olduğu demokratik ülkeler ailesinde olmak üzere, uluslararası alanda sıkıştırıyordu. PKK terörü lanetlense de, bu çevrelerde Türkiye’nin Kürtlerine en azından farklı ana dilleri nedeniyle kültürel haklarını tanıması gerektiği vurgulanıyordu. Bu haklı eleştiriye, demokratik ülkeler ailesi içinde kalarak karşı çıkmak mümkün değildi elbette.
Göz önüne alınması gereken bir başka şey daha vardı ayrıca. O da Kürt sorununun olmadığı söylenerek Kürt vatandaşların başta ana dille ilgili olanlar olmak üzere demokratik haklarının inkâr edilmesinin ve terör nedeniyle Güney Doğu bölgemizde olağanüstü hal uygulamalarının inatla sürdürülmesinin PKK’ya bölgede küçümsenmeyecek bir toplumsal taban kazandırdığı gerçeğiydi. Çok daha kaygı verici olan husus da, PKK’ya yakın olmayan Kürtlerin önemli bir kısmının devleti temsil eden siyasi partilere de mesafeli durmasıydı. Eğer o dönemde, bugün olduğu gibi, Irak ve Suriye gibi komşularımızın sınırlarının yeniden çizilmesine elverişli uluslararası koşullar olsaydı, ortalıkta güncellenmiş Sykes-Picot haritaları dolaşsaydı, PKK ilan edeceği devrimci halk savaşında halkın desteğini arkasına alabilirdi.
Bugün PKK’nın Güney-Doğu’da ilçeleri işgal politikalarında başarılı olamamasının temel nedeninin AK Parti hükümetinin yürüttüğü Çözüm Süreci’ni 7 Haziran seçimleri ertesinde tek yanlı olarak bozması olduğu genel kabul görüyor. Ağır aksak yürümüş olsa da, Çözüm Süreci bölge halkının gözünde devletin 90’ların çözümsüzlük politikasının kökünden değiştiğini ortaya koydu. Çünkü Kürtler zaten Helsinki Zirvesi’yle başlayan demokratikleşme sürecinde farklılıklarıyla ilgili haklarının önemli bir bölümünü kazanmıştı. Bu süreçte de en azından 30 ay gibi uzunca bir süre şiddetten arındırılmış ortamda yaşamanın tadını almıştı.
Aslında Çözüm Süreci’nin başlamasının ardından patlak veren Gezi olayıyla birlikte sürecin baş aktörü AK Parti’ye yönelik kalkışmalar ve dönemin Başbakanı Erdoğan’ı hedef alan nefret kampanyaları kafaları karıştırmıştı. Zihinlerde bu kez sorunu çözdürmek istemeyen birilerinin -kimlerse onlar- sahneye başka bir sorun yaratmak suretiyle yeniden çıktıklarına ilişkin soru işaretleri oluşmuştu. Çünkü Türkiye, İspanya’nın ETA’ya silah bıraktırdığı yoldan ağır, aksak yürümeye başlamışken, 90’larda haklı olarak önerilen demokratik çözüme doğru ilerlerken, bu kampanyaları Kürt sorununun çözümüyle ilişkilendirmemek mümkün değildi. Peki, ama çözüm için daha uygun koşullar mı oluşacaktı ki öncelikle Erdoğan ve AK Parti iktidardan söküp atılmak isteniyordu?
Altını çizmem gerekir ki 90’lardan bu yana İspanya’yı örnek göstererek savunduğum çözüm, Türkiye’nin sivil bir anayasanın taçlandıracağı kapsamlı bir demokratikleşme süreci sayesinde Kürt yurttaşlarının yeniden entegrasyonunu sağlamayı hedefliyordu. Bu süreç, PKK’nın silah bırakması ve yönetici ve militanlarının demokratik ülkelerde uygulanan ölçütlere uygun şekilde topluma kazandırılmasını da kapsıyordu. Bugün geldiğimiz noktada görünen o ki bu hedefin ancak ilki, siyasi gündemin ilk sırasındaki Yeni Anayasa ile gerçekleşebilecek.
PKK yukarıda çizdiğim denklem içinde yer almıyor. Başta KCK Eş Başkanı Cemil Bayık olmak üzere, terör örgütünün liderleri, “Türkiye’deki ilk hedefin AKP iktidarını düşürmek” olduğunu yineleyip duruyor. Bayık bunu nasıl yapacağını da şöyle dile getiriyor: “Bu temelde bir demokrasi bloku kurarak demokrasi güçlerinin mücadelesiyle AKP iktidarına karşı mücadeleyi geliştirmek istiyoruz.” Bu strateji yukarıda yönelttiğim soruyu daha da anlaşılmaz hale getiriyor. Öyle ya, AK Parti dışında böyle bir blok var mı, son 14 yılda hiç oldu mu? Bundan sonra olabilir mi, hangi siyasi partilerle? Olmadıysa ve yoksa -ki doğrusu bu- PKK 14 yıllık iktidarında yavaş, yavaş da olsa 90’ların çözümsüzlük politikasını kökünden değiştiren AK Parti’ye neden karşı? Yoksa PKK bu sorunun anladığımız şekilde çözümünü değil de çözümsüzlüğünü mü savunuyor?
Aklımızı bir kişi veya bir siyasi parti nefreti gölgelemiyorsa, bu ve benzeri soruları daha da arttırabilir, hatta komplo teorilerine girmeden bile PKK’nın kimlerle birlikte hareket ettiğine, arkasında hangi güçlerin bulunduğuna, bunu neden ve hangi amaçla yaptığına ilişkin gerçekçi çıkarsamalarda bulunabiliriz. PKK’yı bir tarafa bırakıp, Kürt sorununun çözümünü kimlerin istemediğini, çözülecekse olması gerektiği gibi değil de, kendi istedikleri şekilde -kuşkusuz Türkiye’nin aleyhine- bir çözüme kavuşturulmasının arzu edildiğini anlayabiliriz. Daha da ileri gider, çözümsüzlüğü garantiye alan 90’ların devlet politikalarının arkasında da aslında onların bulunduğu sonucuna varabiliriz.
Aslında bütün bunları tüm çıplaklığıyla görebilmemizi sağlayan, bir anlamda “dekoder” işlevi görmeye başlayan AK Parti’nin ana dille ilgili siyasi reformlarından sonra 2013’te ete kemiğe büründürdüğü ama PKK’nın geçen yıl bozduğu Çözüm Süreci. Bu dekoder siyasi tarihimize ilişkin çok daha ilginç kodları çözecek ileride belki de kim bilir…