[28 Ekim 2019] Gene kısa tarih bilgileriyle başlayayım. İngiltere’de kilise iki büyük başpiskoposluğa ayrılır: güneyde Canterbury, kuzeyde York. Hiyerarşi bakımından Canterbury daha yukarıda sayılır. 16. yüzyıl ortalarına kadar Papalık egemendi. Daha sonra Kral VIII. Henry İngiliz kilisesini Papalıktan kopardı ve kendine bağladı. Ayrı bir Anglikan Kilisesi (Church of England) haline getirdi. İlk başta sadece Roma ile ilişki değişti. Doktrin ve ibadet değişmedi, Katolik özelliklerini korudu. Ama zamanla, yeni şişenin içindeki eski şarap da dönüşüme uğradı. Giderek Protestanlaştı. Lâkin bütün bu gelişmeler sırasında (şimdiki II. Elizabeth dahil, gelip giden kral ve kraliçeleri saymazsak), Canterbury Başpiskoposu hep Büyük Britanya’nın en yüksek din adamı konumunu korudu.
Dün okudum. Halen Canterbury Başpiskoposu olan Justin Welby uzun bir demeç vermiş, 27 Ekim tarihli Sunday Times gazetesine. Geçtiğimiz ayın fırtınalı Brexit tartışmalarının ardından, şimdi ise yeni genel seçimlerin arifesinde, uyarmak ihtiyacını duymuş politikacıları. Tahrik edici ifadeler kullanmamalarını istemiş. “Kutuplaşmış ve değişken [istikrarsız]” bir toplumda “rastgele konuşma”nın (veya “dikkatsiz sözler sarfetme”nin) “son derece tehlikeli” olduğuna işaret etmiş. Son haftalarda parlamentoda kullanılan “hain” veya “faşist” gibi sözcüklerin, bazı milletvekillerini hayatlarından endişe edecek duruma getirdiğinin altını çizmiş. Boris Johnson’ı zerrece esirgememiş. Tersine, başbakanın bu açıdan özel bir sorumluluğu olduğunu vurgulamış. Diline dikkat etmesi gerekir demiş.
Geçtiğimiz haftalarda Başbakan Boris Johnson’ın Brexit bağlamında karşıtları için [Avrupa Birliği’ne] “teslimiyet” suçlamasında bulunması çok aşırı bulunmuştu. Hele kadın milletvekillerinin aldıkları ölüm tehditlerine ilişkin şikâyetlerini (üstelik de İşçi Partisi’nden kadın milletvekili Jo Cox 2016’da Brexit’e karşı olduğu için öldürülmüşken) humbug (“zırva” veya “saçma” veya “palavra”) olarak nitelemesi çok tepki doğurmuştu. Sunday Times muhabirinin bu konudaki görüşünü sorması üzerine, Başpiskopos Welby “şoke olduğunu” söylemiş ve bu tür kaygıların “asla bu şekilde terslenmemesi gerektiğini” belirtmiş. “Ölüm tehditleri ciddidir ve ciddiye alınmak zorundadır” diye eklemiş. “İlgili bütün tarafların, ‘Bu asla va kat’a kabul edilemez’ diyebilmesi gerekir.” Başpiskopos Welby, siyaset yelpazesinin her köşesinden politikacı ve seçmenlerin kullandığı “tahrik edici söz”lerin sosyal medyada büsbütün “abartıldığı”na da dikkat çekmiş. “Siyasî kararlar konusunda hakaretâmiz ve sadece iki seçenekten ibaret bir yaklaşıma müptelâ olduğumuz kanısındayım: ‘Ya bunu kabul edersin, ya da tamamen düşmanımsın demek.’”
Başpiskopos son olarak, siyasî kutuplaşmanın yarattığı stres yüzünden birçok milletvekilinin kendisinden ruhanî yardım talep ettiğini; “sıfırı tükettik” dediklerini; özellikle “yılların dostluklarının yıkılıp gitmesi”nden acı duyduklarını kaydetmiş.
Ek bir bilgi: Sunday Times’ın Canterbury Başpiskoposu ile yaptığı röportaj, son bir yıl içinde İngiltere ve Galler Bölgesi’nde “nefret suçları”nın yüzde 10 arttığına ilişkin İçişleri Bakanlığı açıklamalarının üzerine gelmiş.
Ne diyeyim? Ne denebilir? Çok âşikâr değil mi, Türkiye için çağrıştırdıkları?
İngiltere ölçüleri içinde, “teslimiyet” ya da “zırva, saçma, palavra” gibi sözcükler siyasî âdâb ve nezaket kurallarının tümüyle dışında sayılıyor; gerilimi arttırıcı, dolayısıyla demokrasiye zarar verici bulunuyor. Ya biz? Başpiskopos Welby ülkemize misafir gelse, faraza bir yıl kalsa ve güzel dilimizi öğrenip siyasette kullanılışını birinci elden izleyebilse (meselâ sırf 31 Mart – 23 Haziran arasının bantlarını dinlese ve gazetelerini okusa), ne der acaba?
Tabii tersinden, şöyle de sorabiliriz: “ulu’l-emr’e itaat”ten ibaret midir, bizim din adamlarımızın sorumluluğu? Olabilecek en kısa vâdeli siyasî faydacılığa karşı, ortak bir ahlâkın basit kuralları adına konuşacak kimse kalmadı mı (ya da öyle ortak bir ahlâkımız da mı kalmadı) bu memlekette?