Yaklaşık 2 hafta önce gece yarısı aniden oluşan bir ağrıyla kendi bildiğim yöntemlerle geçmesi için uğraşırken, endişeli sevdiklerim beni hemen hastanenin güvenli kollarına ulaştırma arzusuna yenik düşünce dayanamayıp, kendimi acil müdahale alanında buluyorum. Acil müdahale alanı o kadar dolu ki, kimi hastalara oturdukları sandalyede serumları takılmış. Görevli yüksek sesle bağırıp, hastalardan sırası geleni yanına çağırıyor. Her metrekareye düşen hasta ve refakatçisiyle hınca hınç dolmuş bir alan. Her bir hasta için bir refakatçinin yeterli olması imkansız gibi. Çünkü istenen tetkiklerin gerçekleştirilmesi, takip edilmesi ve bu arada belgelerin tamamlanabilmesi için birkaç kişiye ihtiyaç var. Gideceğiniz yerleri bilmediğinizden refakatçilerle birlikte sürekli oradan oraya yolculuk ediyorsunuz.
Acil müdahale alanından acil müşahade alanına götürülüyorum. Bu arada hızla yarışılan bu yerde sabrı zorlayacak kadar her hareketi yavaş yaptığımdan yardımımıza güzel yürekli bir hastabakıcı geliyor. Ağrıyı çekedururken, sürekli koluma bir şeyler takılıyor. Kan alınıyor, ultrasona gönderiliyor, olmadı ağrının neden olabileceği başka branşlara yönlendirilip, uzmanların fikirleri alınıyor. Hasta olarak kandaki değerlerim, iç görüntüm “ne hissettiğim”den daha önemli hale gelmiş durumda. Tomografi alanına götürülüyorum, zorlukla hareket edebildiğimden bana şırınga edilen maddeleri sorgulama mecalim de yok. Koluma iç görüntümün daha iyi görüntülenebilmesi için yeni bir ilaç enjekte ediliyor. “Makineden çıkmaya çalışmayın! Hareket etmeyin!” gibi uyarılar eşliğinde bu faslı da tamamlıyorum.
Hastanede yapılan her bir acılı, yorucu şey bizim iyiliğimiz için… Bu kadar cihazla donatılmış hastanede basit bir teşhis saatlerce sürebiliyor. Her bir analiz ve görüntü hastanın vereceği bilgiden çok değerli olmalı ki, hastaya en az soru sorulup, çok az açıklama yapılıyor.
Sabaha doğru, ağrının nedeni ile ilgili bazı ihtimaller artıyor ama hala kesin bir teşhis yok. Oradan oraya sürüklenmiş ve hırpalanmış bir hasta olarak sonunda yatarak tedavi edilmeme karar verilip, yukarıya çıkarılıyorum. Küçük bir oda, hemen yanımda ileri yaşta ve sürekli ses çıkaran cihazlara bağlı bir teyze, onun yanında safra kesesinden şüphelenilen, “ben bu duruma düşecek insan mıydım” sözünü sıkça tekrarlayan genç bir hanım kalıyor. Sabah doktorların toplu halde geldikleri muayene saatinde bölümün başkanı ve etrafındakiler, hemen ameliyata hazırlanmam gerektiğini söylüyor, hasta olan bedenin sahibi olan ben de ameliyat zorunluluğum ile ilgili soru sormak için konuşmaya çalışıyorum, bölüm başkanı doktor gözlerinden ateş çıkan birine dönüşerek “buranın başkanı benim ne yapılacağına ben karar veririm” sözüyle konuşmaya son noktayı koyup, odayı terk ediyor. Konuşan masa gibi hissettirildim bir an. Marangoz ve masa ilişkisi içinde olmalıyım, Marangozun vakti yok. Çok fazla şekillendirilmesi ve onarılması gereken masa var. Marangoza vakit kaybettirmeden onun dikkatini dağıtmamak için sessizce kendimi ellerine bırakmalıyım.
Daha sonraki süreçte, belli vakitlerde topluca gelen doktorlar için seyirlik gibiyiz. Sanki her gelen doktorun muayene etmesi şartmış gibi, can acıtan bu işlem sürekli tekrarlanıyor. İlerleyen saatlerde sürekli ameliyata hazırlanmam gerektiği söylenip gidiliyor. Ancak teşhisin bile henüz netleşmediği böyle bir durumda ameliyat fikri beni son derece endişelendiriyor. Pek halim olmadığından gelen doktora sadece olmak istemediğimi söylüyorum. En son gece 3’te gelen doktor, kabul etmiyorsam o zaman bir belge imzalamam gerektiğini söylüyor. Ağrılarımla oturup, ortaya çıkabilecek olumsuz bir durumun sorumlusu olduğumu belirten cümleyi yazıp imzalıyorum. Ancak yine de hastaneden hemen çıkamıyorum.
Sevdiklerim endişeli, bu operasyonun bir an önce iyileşmeme neden olacağına peşinen inandıklarından, doktorların kararını sorgulamamamın pek faydalı olmayacağını, çok yorulduklarını, onlara zaman kaybettirmemem gerektiğini, hatta bunun bir çeşit bencillik olabileceğini anlatmaya çalışıyorlar.
Kendi kendime objektif düşünmeye odaklanıp, doktorlarla empati kurmaya çalışıyorum. Oldukça yorucu bir ortamda geçen, sürekli inleyen sızlayan insanlarla beraber oldukları bu meslek anlayış göstermeyi hak ediyor elbette ama hastanın durumu ne olacak? Teşhis, analiz, operasyon… hiçbir yerinde değil müdahil olmanıza, soru sormanıza bile izin verilmeyen bir sürece kayıtsız bir imanla teslim mi olmalıyım? Hiç sanmıyorum.
Tıbbın kurucusu Hipokrat’ın “ Önce zarar verme” ilkesi ile alışılmışın dışındaki doktorlardan biri olan Dr. Joseph Mercola’nın “kendi sağlığına sahip çık” sözlerini hatırlıyorum.
Doktorlara kayıtsız iman edenler ile hastalarını kaybeden kişilerin doktorların işlerini iyi yapmadığını düşündükleri için onlara saldırıp zarar verenlerin ortak paydası, doktorların bir çeşit sağlık dağıtan tanrı olduğunu düşünmeleri. Oysa metabolizmamızın iyi olmasını sağlayan şey, aslında içimizdeki iyileşme gücü, hekimler bu güce olabildiğince katkı sağlamaktalar. Hiç kimse tanrı değil ve tanrı rolü oynamaya yetkili değil. İş yoğunluğu fazla olsa da hastayı gerçekten dinlemeye ve gerçekçi açıklamalar yapmak için ayrılacak birkaç dakika, saatler süren acılı, yorucu teşhis sürecini anlamlı derecede kısaltabilir.
Çocukluğumda annemin aile hekimi Ermeni asıllı doktorunu hatırlıyorum. Uzun uzun hastasını inceleyen, dinleyen hatta benim çocukça merakla sorduğum tüm sorularıma sabırla cevap veren, eşyalarını karıştırmama izin veren bilge bir hekim. Kimilerine nostaljik ve günümüz için mantıkdışı gibi gelecek ancak hatırladığım bu şifacı tavrın gerçekliği, teknoloji ve zaman ne kadar değişirse değişsin daima doğru bir metot olarak kalacak.
Sağlık sisteminin gerçekten faydalı olabilmesi için devasa boyutta inşa edilen, teknolojik cihazlarla donatılmış, kalabalık içinde kendinizi yapayalnız ve korku dolu bir masa gibi hissedeceğimiz hastanelerden daha çok, hastayla gerçek bir iletişim kuran hekimlere ve hastanın kendi sağlığı ile ilgili bilinç düzeyinin yükselmesine ihtiyaç var.