Serbestiyet’te ocak ayı içinde kaleme aldığım biribirini izleyen üç yazıda (“Temel saflaşmanın ekseni değişiyor: Laiklik yerine ‘millî’lik”, 1-2-3), Türkiye’deki büyük siyasi mücadelelerin 1960’lardan bu yana hangi eksenler etrafında şekillendiğini özetledikten sonra, günümüzde yeni bir eksenin doğmakta olduğunu öne sürmüştüm.
Hayli uzun olan o yazılara dönmeyi göze alamayacaklar için kısa özet:
Benim bakış açımdan 1960’ların ikinci yarısı ve 1970’ler sağ-sol; 1990’lar ve 2000’lerin ilk 15 yılı laik-dindar eksenli mücadelelerle geçmişti. 1980’ler ise, 12 Eylül etkisiyle belirgin bir kutuplaşma eksenini içermeyen bir geçiş dönemiydi.
O yazılarda, 2015’ten sonra iktidar blokunun formüle ettiği yeni bir siyasi eksenin öne çıktığını savunuyor, şöyle diyordum:
“Düşünüyorum ki, Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarı 2015’ten itibaren ‘millîlik’ diye tanımladığı yeni bir eksen belirleyip ülkenin siyasi güçlerini bu eksene göre sınıflamaya başlamış, onları bu eksene göre saf tutmaya zorlamıştır.
“Türkiye’nin neredeyse kurumsal bir özellik taşımaya başlamış güçlü iktidarı ülkede artık ‘laiklik’ eksenine göre belirlenmiş bir saflaşma yerine ‘millîlik’ eksenine göre belirlenmiş bir saflaşma olduğunu ilan edince de bunun ilk anda şaşırtıcı görünen doğal sonuçları olmuştur. Mesela, pozisyonlarını önceki laiklik eksenine göre belirlemiş siyasi güçler durumlarını yeniden gözden geçirmeye başlamışlardır.”
Aradan geçen zaman içinde gördük ki: Gerek başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere iktidar çevrelerinde, gerekse de iktidar blokunu destekleyen yazarlar arasında “millîlik”, en sık başvurulan kelime ve değer haline gelmiş bulunuyor.
‘Millîlik’ siyasetinin pratiği
Yazıların üçüncüsünde, ülkenin bir beka sorunuyla karşı karşıya olduğu tespitinden üretilen “millîlik” siyasetinin, eşyanın tabiatı gereği ifade özgürlüğünü sınırlayıcı sonuçlar doğuracağını da söylemiştim:
“Öyle ya da böyle, doğru ya da yanlış, ‘beka’ tespiti ve onu izleyen ‘millî çizgiye davet’ her zaman otoriterleşme lehine ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere özgürlükler aleyhine işleyen sonuçlar doğurur. Türkiye’de bir süredir böyle bir süreç yaşanıyor.”
Aradan geçen iki ayda farklı fikir ve yaklaşımlara gösterilen tahammülsüzlüğü; onların sahiplerine yönelik kampanyaları; hazırlanmakta olan bazı sınırlayıcı-kısıtlayıcı kanun ve kararnameleri “millîlik” siyasetinin doğal, kaçınılmaz sonuçları olarak görmek abartı sayılmamalıdır.
Peki, millîlik siyaseti neden “doğal ve kaçınılmaz olarak” otoriterleşme lehine ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere özgürlükler aleyhine sonuçlar doğurur?
Bu yazıda bu soruların cevabını vermeye çalışacağım.
Tehlikeli bileşim: Büyük korku – büyük ideal
Millîlik ekseninin etrafında oluşacak bir siyasi mücadelenin, tıpkı önceki (sağ-sol, laik-dindar) eksenlerin etrafında oluşan siyasi mücadeleler gibi şiddetli kutuplaşmalar yaratacağı âşikâr… Fakat bu nevzuhur eksenin, öncekilerden daha şiddetli bir kutuplaşmaya yol açacağını; sahiplerine, “karşı taraf”a yönelik baskıları meşrulaştırmada daha geniş imkânlar sunacağını söylemek yanlış olmaz.
Bunun temel nedeni, millîlik çağrısının çok daha geniş kitleler üzerinde çok daha derin etkiler yaratabilme gücüdür. Çünkü sağ-sol ya da laik-dindar eksenli siyasi mücadeleler, özünde iç iktidarı ele geçirmeye yönelik siyasi mücadelelerdir. Oysa millîlik siyaseti, kendi önerisinin etrafında toplanılmadığı takdirde, içindeki herkesle birlikte bütün bir ülkenin felakete sürükleneceği yönündeki çağrısı sayesinde çok daha büyük, çok daha yaygın bir etki yaratma yeteneğine sahiptir.
Bu çağrı hem büyük bir korkuyu (ülkenin çökmesi) hem büyük bir ideali (ülkenin bekası) imâ eder ve gücünü de esasen buradan alır.
Büyük korkular da büyük idealler de, o korkuları ve idealleri kullanarak siyaset yürütenlerin eline, “karşı taraf” üzerinde sınırlayıcı-baskılayıcı tedbirler uygulama hususunda çok geniş meşruiyet imkânları verirler. Yasaların sağladığı-sağlayacağı meşruiyetten söz etmiyorum: Büyük korkuların ve büyük ideallerin insanda yarattığı, neredeyse ona her şeyi yapma meşruiyeti sağlayan yüksek haklılık duygusundan söz ediyorum. (Mikro bir örnek olarak: Mesela çocuğuna işkence edilen babanın, eline geçirdiği tabancayla işkencecileri öldürmeye giderken taşıdığı yüksek haklılık duygusundan söz ediyorum.) Keza, aynı korkuları ve idealleri paylaşan geniş kitlelerin, “karşı taraf” üzerinde sınırlama-baskı politikaları uygulayan siyasetçileri desteklerken taşıdıkları yüksek haklılık duygusundan söz ediyorum.
Öte yandan millîlik, “kutsal”ın sınırlarında gezinen, geniş kitlelere “selâmet” (kurtuluş) vaat eden bir kavram olarak da sahiplerine çok yüksek bir haklılık duygusu verir. Buradan devşirilen yüksek haklılık duygusunu da mutlaka hesaba katmalıyız.
Bir siyasetçi, yönettiği toplumu, ülkelerinin beka sorunuyla yüz yüze olduğu hususuna ikna edebilirse, yegâne selâmet yolunun, aykırı seslerin silindiği bir millîlik çizgisinden geçtiğine de ikna edebilir.
Rumen felsefeci Emil Cioran’ın yerinde saptamasıyla: “Yaşadığımız dünya insanın selâmet saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer, toplum ise bir kurtarıcılar cehennemidir.”
Yalnız ‘dış’a karşı değil ‘iç’e karşı da müsamahasız
Büyük korkulara ya da büyük ideallere atıfla üretilen bütün siyasetlerde görülen ortak bir özellik de, “çatlak ses”lere karşı duyulan öfkedir. Yani böyle siyasetler yalnız “dış”a karşı değil kendi içlerine karşı da müsamahasızdır. Çünkü bu türden siyasetlere yön veren esas güdü “inanç”tır; tartışma ve “çatlak ses” inancı zayıflatan bir şey olarak reddedilir ve derhal boğulur.
Yüksek haklılık duygusunun mutlaklık boyutlarına vardığı, yani “ne yapılıyorsa doğrudur ve haklıdır”a ulaştığı durumlar ise kelimenin tam manasıyla boğucu siyasi atmosferlere yol açar. Isaiah Berlin, “Hiçbir şey bir kişinin ya da milletin hatasızlığına inanması kadar yıkıcı değil. Bu, başkalarının vicdan azabı duyulmadan yok edilmesine yol açar” demişti.
Elbette henüz millîlik siyasetini üretenlerin “hatasızlığına” inanıldığı bir noktada dağiliz. Fakat o siyasetin medyadaki taşıyıcılarının performansının bizi o noktaya taşımakta olduğunu sanırım söyleyebiliriz.
Millîlik siyaseti yavaş yavaş onlar aracılığıyla bir “ilâhiyat” haline geliyor ve galiba süreç böyle devam ederse Cioran’ın dediği şey gerçekleşecek: “Hiçbir ilâhiyat, kendine tapan zihniyetten daha bağnaz değildir.”