Ana SayfaYazarlarŞimdi serinkanlılıkla, şu türbe meselesi

Şimdi serinkanlılıkla, şu türbe meselesi

[9 Mart 2015] 28 Şubat toplantısı ve Öcalan’ın silâh bırakma çağrısının açıklanmasından önce, iç siyaset gündeminin merkezine Süleyman Şah Türbesi ve Şah Fırat operasyonu oturmuştu. Öyle çalkantılara yol açtı — ve ayrıca, arka planında genellikle göz ardı edilen öyle ilginç ayrıntılar var — ki, az eskimiş de olsa hakkında bir şeyler söylemek farz oldu.Süleyman Şah Türbesi nedir, ne değildirÜlkemizde bir yığın sözde-tarihsel efsane çok yaygın olduğundan ve kolayca inanıldığından, önce, bu konudaki yalan yanlış bilgileri bertaraf etmek gerekiyor. Rivayete göre, Malazgirt’ten sonra Anadolu’ya giren Türkmen aşiretlerinin savaş başbuğlarından Süleyman Şah, Halep yakınlarındaki Caber Kalesi civarında Fırat nehrini geçmeye çalışırken boğulmuş ve nâşının gömüldüğü Caber Kalesi eteklerindeki bir kümbetin üzerine daha sonra yapılan türbe “Türk Mezarı” adıyla anılır olmuş; zamanla, söz konusu Süleyman Şah’ın, Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah olduğu efsanesi türemiştir. Oysa birincisi, bu imkânsızdır; muhtemelen, I. Kılıç Arslan’ın babası olup Rum [Anadolu] Selçukluları’nın kurucusu kabul edilen ve 1086’da öldüğü kabul edilen Kutalmışoğlu Süleyman’ın, Osman Gazi’nin 1227’de öldüğü kabul edilen dedesiyle karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Zaman içinde iki menkıbe üst üste binmiş ve hatâ içinden çıkılmaz, düzeltilemez hale gelmiştir.İkincisi, Şah Fırat operasyonundan önceki haliyle de Süleyman Şah Türbesi’nin, daha gerilere giden nakiller sonucu artık “aslı”yla hiçbir ilgisi kalmamış bulunuyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla, bugünkü Suriye toprakları Milletler Cemiyeti’nin Fransa’ya tanıdığı “manda”nın (mandate) alanı içinde kalmış; derken, Millî Mücadele’nin güney cephesinde kazanılan başarılar Sakarya zaferinin sonuçlarıyla da birleşince, Fransa savaştan çekilme noktasına varmıştı. (a) Bu çerçevede imzalanan 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması’nın 9. maddesiyledir ki, Caber Kalesi ve eteklerindeki türbe ilk defa uluslar arası statü kazandı ve Türkiye toprağı olarak kabul edildi; Büyük Millet Meclisi hükümetine buraya bayrağını çekme ve muhafız bulundurma hakkı tanındı. (b) Ardından aynı hükümler 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın 3. maddesine de kondu. (c) Cumhuriyet’in ilânından sonra ise, aynı statü bu sefer T.C. toprağı olarak devam etti. Fakat iş orada bitmedi. Suriye’nin Tabka barajının (1968-73) tamamlanması sonucu Caber Kalesi’nin ve türbenin sular altında kalacağının anlaşılması üzerine, iki ülke arasında patlak veren kısa bir krizin ardından (d) 1973 yılında türbe ve karakol, Suriye’nin Halep ili içinde, Fırat’ın doğu kıyısında, Halep’e 123 ve Şanlıurfa’ya 92 kilometre mesafedeki Karakozak köyünde tesis edilen yeni yerine taşındı. Tabka baraj gölüne, türbenin orijinal yerini gösteren bir şamandıra; göl kenarına da söz konusu konuma en yakın noktada mermer bir kitabe kondu.Bundan sonra, Suriye’nin 1995 ve 2001 yıllarındaki yeni yer değişikliği istekleri gerçekleşmedi. Ama gene de, türbenin ve karakolun, zaten Osman Gazi’nin dedesiyle ve dolayısıyla Osmanlı beyliğinin kuruluşuyla hiçbir ilgisi olmadığı gibi, Kutalmışoğlu Süleyman’la ve Rum Selçukluları’nın kuruluşuyla da ilgisi artık tamamen sembolik kaldı.‘Şah Fırat’ın öncesi: 2014 yılına toplu bakış22 Şubat 2015’te gerçekleştirilen “Şah Fırat” operasyonu gökten zenbille inmedi. Evveliyatı var (ve hükümete eleştiri furyasında pek değinilmemiş olması ilginç). Türbenin ve karakolun 1973’te nakledildiği Karakozak köyü ve civarı, 13 Mart 2014’te IŞİD’in eline geçti. Bir hafta sonra, yani 20 Mart’ta IŞİD, Süleyman Şah Türbesi üç gün içerisinde boşaltılıp Türk bayrağı indirilmediği takdirde türbeyi yerle bir edeceklerini bildirdi. Bunun üzerine hükümet, ânında mukabele ve karşı-müdahale niyetini belli etti. Özel bir kriz masası kuruldu. Gaziantep Beşinci Zırhlı Tugay Komutanlığı’ndan bölgeye kuvvet kaydırması yapıldı. Başbakan Erdoğan, 25 Mart’ta bir soruya verdiği cevapta, “Böyle bir yanlışlık olacak olursa gereği neyse yapılacaktır. Bu topraklar bizim toprağımızdır. Bu topraklara yapılacak bir saldırı aynen Türkiye’ye yapılmış bir saldırıdır” dedi.Derken iki gün sonra çok garip bir olay yaşandı. Paralel Yapı’nın, yani Gülen Cemaati’nin yargı, bürokrasi ve emniyet kuvvetleri içindeki örgütlenmesinin, 17-25 Aralık 2013’te başlattığı “yolsuzluk operasyonu”nun civcivli, uğultulu günleriydi. 19 Ocak’ta Adana’da iki MİT TIR’ı, gene Paralel Yapı’nın bu sefer Adana Jandarma Komutanlığı ve İstihbarat Şubesi içinde yuvalanmış unsurlarından kaynaklanan bir operasyonla durdurulmuş; dört MİT görevlisi yerlere yatırılıp hırpalanarak aranmış; komplonun düzenleyicileri tarafından kamuoyuna, TIR’ların IŞİD’e silâh götürmekte olduğu iddiası sızdırılmış; buna karşılık hükümet cephesinden, aslında Türkmenlere “gıda yardımı” gönderilmekte olduğu yolunda, daha çok gayri resmî açıklamalar yapılmıştı.IŞİD’in 20 Mart tehdidi ve Türkiye’nin buna karşı hazırlıklarının üzerine ise, bu sefer 27 Mart sansasyonu geldi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Bakanlık Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan arasında, Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu’na yönelik bir saldırı karşısında ne yapılabileceğinin görüşüldüğü, çok gizli, üstelik çok özel bir güvenli mekânda cereyan eden oplantıya ilişkin olduğu öne sürülen bir ses kaydı piyasaya çıktı. Dışişleri Bakanlığı yazılı bir açıklama yaptı; söz konusu bandı “Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik alçakça bir saldırı ve casusluk faaliyeti” olarak niteledi. Haksız da değildi, zira amacın, hükümeti her fırsatta kötü duruma düşürmenin ötesinde, özel olarak IŞİD karşısında Türkiye’nin elini kolunu bağlamak olduğu açıkça görülebiliyordu.Üzerine, 11 Haziran 2014 Musul Konsolosluğu baskını geldi. 900’ü aşkın IŞİD militanı, Türkiye’ye nisbeten yakın Süleyman Şah Türbesi’ni değil ama hayli daha uzakta, müdahale menzili dışındaki Musul Konsolosluğu’nu kuşatıp zorla içeri girdi ve 49 Konsolosluk çalışanını rehin aldı. Bu olay üzerine medyada kopan fırtınayı, televizyonlarda söylenenleri, gazetelerde yazılıp çizilenleri, bugün “Şah Fırat” operasyonu bağlamında yazılan ve söylenenlerle yan yana koyarak incelemek, doğrusu çok ilginç oluyor. Şimdi olduğu gibi geçen yılın 11 Haziranı sonrasında da, bir yığın kahraman ve akıllı strateji uzmanı türemişti. Hükümeti kâh (yolların kapalı ve son derece tehlikeli olduğu bilindiği halde) Musul Konsolosluğu’nu zamanında geri çekmemekle, kâh personele direnme talimatı vermemekle suçladılar. Daha özel olarak bu “gaflet” ve/ya “teslimiyet” AKP’nin IŞİD’le özdeş, işbirliği halinde, elele ve iç içe olduğunun kanıtı sayıldı. Bu iddia, Cemaatin esas yayın organı Zaman ve artık tamamen Cemaat’in eline geçmiş bulunan, Mehmet Baransu ve Emre Uslu’ların yön verdiği Taraf gazeteleri başta olmak üzere, AKP düşmanı devirmeci medya tarafından çoğaltılıp yaygınlaştırıldı. Today’s Zaman ise söz konusu iddia ve yaftalamayı Batı basınına taşımada baş rolü oynadı.İzleyen günler ve haftalarda IŞİD’in kafa kesmeleri başladı. Bütün dünya bu benzersiz, bu iğrenç ve sefil vahşete tepki duydu. ABD’deki Barack Obama yönetimi, Irak’tan erken çekilmek, üstelik bir daha Ortadoğu’da kara harekâtına girişmeyeceğini açıklamak, bir de (İsrail uğruna) Suriye muhalefetini desteklemekten vaz geçmek ve Esed yönetimine karşı en hafif deyimiyle pasif bir tavrı benimsemek gibi vahim hatâlarından çark etmenin yollarını aramaya başladı. İslâmcı radikalizm tehlikesini hafifsediğini kabul etti ve herkesi IŞİD’e karşı harekete geçmeye çağırdı. Ama gerek kendisi, gerekse (Fransa hariç) Avrupalı müttefikleri, Esed yönetimi konusunda da, kara harekâtına girişmemek konusunda da, herhangi bir tavır değişikliğine gitmedi. Açıkçası, kara harekâtı öncelikle Türkiye’den beklenir oldu ve AKP hükümetinin — üstelik de 49 rehine hâlâ IŞİD’in elindeyken — belirli kollektif güvenlik taahhütleri gerçekleşmedikçe Suriye’ye girmeyeceğini açıklaması, bir kere daha güya IŞİD’çi olmasına bağlandı. Gene bu sırada, IŞİD Kobane’yi kuşattı ve zorlamaya koyuldu. Türkiye, doğrudan içeri girip IŞİD’le savaşmak dışında her yolla Kürtleri destekledi. Sınır kapısını açık tuttu; oradan geçip gelen on binlerce mülteciyi kabul etti ve korudu, barındırdı; gene aynı ve başka kanallardan hem Kobane’de savaşmak isteyenlere geçit verdi, hem de (herhalde her türlü) yardım malzemesi sağladı. Ama gene de, AKP’nin aslen İslamofobiden yola çıkan iç ve dış düşmanlarının son derece haksız ve yalan IŞİD’çilik suçlamasından kurtulamadı.Musul Konsolosluğu çalışanları, üç ayı aşkın bir esaretten sonra, nihayet 20 Eylül 2014’te kurtarıldı ve 49’undan (zaten Musullu olan üçü hariç) 46’sı Türkiye’ye getirildi. Konuya ilişkin adlî soruşturma daha yeni başlamış; başkonsolos ile diğer görevlilerin ayrıntılı ifadeleri basına yansımış bulunuyor. Her şey, önceden çekilmenin de, baskına karşı direnmenin de mümkün olmadığını ortaya çıkmakta. Anlaşılıyor ki, yapılabilecek ne vardıysa yapılmış ve sonunda bu görevliler, bu insanlar, daha büyük bir felâket yaşanmadan kurtarılmıştır. Buna rağmen, söz konusu kurtarma operasyonu dahi spekülatif hücumlara hedef oldu. Hükümetin IŞİD’e ne verdiği soruldu, ya da zaten her şeyin danışıklı bir dövüşten ibaret olduğu imâ edildi. Ve ne de olsa unutkan, günübirlik bir toplumuz diye, hafıza-yı beşer nisyan ile malûldür misali, 11 Haziran sonrasının radikal şecaat sahiplerinden kimse, o vakit yazıp söylediklerini düzeltmeye, geri almaya, özeleştirisini yapmaya kalkmadı.‘Şah Fırat’ operasyonu ve yankılarıGelelim, geçtiğimiz haftaya. 22 Şubat 2015’te TSK, Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu’nda bulunan kırk askeri güvenceye alıp geri getirmek üzere Suriye’ye girdi. Yaklaşık 570 asker ve 50 tanktan oluşan, ayrıca F-16’ların devriye uçuşlarıyla da desteklenen görev gücü, neredeyse 100 kilometre ilerledi; Karakozak köyüne ulaştı; Süleyman Şah’a izafe edilen (ve tabii sadece sembolik değer taşıyan, yoksa kimsenin nâşını içermeyen) sanduka ile diğer bazı eşyayı alıp, türbeyi ve karakolu da imha ederek geri döndü. Böylece türbenin herhangi bir saldırıya uğraması, oradaki küçük birliğin başına kötü şeyler gelmesi, belki yeni bir rehine olayının patlak vermesi, ya da Türkiye’nin doğrudan IŞİD ile savaş içine çekilmesi ihtimali, en azından bu noktada ve bu ölçekte, ortadan kalkmış oldu. Dahası, operasyon sırasında hiçbir çatışmanın olmaması, özellikle PYD ve diğer Kürt güçleriyle anlaşmak suretiyle gerçekleştiği izlenimini yarattı. Bu, daha sonra bizzat Murat Karayılan tarafından da doğrulandı ve sonuçta 28 Şubat’ta su yüzüne çıkan silâh bırakma çağrısının ön habercisi olarak yorumlandı.Eh, iyidir, başarıdır, Irak-Suriye cehenneminde hiç olmazsa bir badire kazasız belâsız atlatılmıştır… demeye kalmadan kıyamet koptu. MHP ve CHP, hükümeti vatan hainliğiyle suçlama yarışına girdi. Musul Konsolosluğu baskınında “neden daha önce çekilmediniz” diyenler, bu sefer “neden çekildiniz” diye bağırmaya koyuldu. İlk ağızda MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu, “Bu tam bir vatan hainliğidir. Vatan toprağını IŞİD’e,  evinizi terk edip birilerine bırakıyorsunuz, ‘içeriden televizyonu kurtardım’ diye övünüyorsunuz. Kendi toprağınızı nasıl terkedersiniz? (…) Toprağınızı korumadan askerlerinizi tahliye ettiniz. Vatan toprağını IŞİD’e bıraktınız, geldiniz. Bu vatan hainliğidir, vatana ihanettir” dedi. MHP Genel Başkan Yardımcısı Tuğrul Türkeş hükümetin “kozmetik açıklama”sını kınadı. Nihayet MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Türk vatanının mukaddes bir parçası, ayrılamaz ve koparılamaz bir uzantısı olan Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu AKP Hükümeti tarafından korkakça yüzüstü bırakılmıştır” değerlendirmesini yaptı. Türkiye’nin şah damarının kesildiğini, sınır dışındaki ecdat yâdigârı toprağın teröristlerin tehdit ve şantajıyla zoraki terk edildiğini ileri süren Bahçeli — herhalde Musul baskını gibi vahim bir durum yaşanmadığına hayıflandığından olacak — “AKP’nin, milletimizin haysiyeti, devletimizin itibarını iki paralık etmesi hafife alınamayacak bir zillet, görmezden gelinemeyecek bir rezalettir” ifadesini kullandı ve (Yusuf Halaçoğlu kadar da tarih bilmediğinden) sözlerine “Aziz ecdadımız Süleyman Şah’ın ruhu kahredilmiş, yaşanmış Türk asırlarının mirası linç edilmiş, milletimizin ihtişam ve kudreti yerin dibine geçirilmiştir” diye devam etti. Geçmişte MHP orduyla çatışmamaya büyük özen gösterirken, Bahçeli’nin “Gerek Başbakanın, gerek Genelkurmay Başkanlığının, gerekse de Cumhurbaşkanının konuyla ilgili açıklamaları pişkinliğin, utanmazlığın ve acziyetin özetidir” dedikten sonra saldırısını “Özellikle Genelkurmay Başkanlığının ‘geride değerli emanetler bırakılmadı’ diyecek kadar vatan şuurundan uzaklaşması, (…) milli vakara yönelik açık bir cinayettir” biçiminde sürdürmesi, bu gelenekten sapmanın ve Türkiye’de nelerin değiştiğinin bir göstergesi olarak dikkat çekti.“Şah Fırat” operasyonunu kâh “korkaklığın ismi,” kâh “al at operasyonu” diye niteleyen Bahçeli ve diğer MHP önde gelenlerine, CHP’den Kemal Kılıçdaroğlu ve Gürsel Tekin aşağı yukarı aynı ifadelerle ve aynı hamaset söylemiyle replik verdi. Bahçeli’nin “Türk milletinin, mücadele etmeden, kan dökmeden, bedel ödemeden hiçbir vatan toprağından, hiçbir kutsal ülküden vazgeçmediği” hakkında söyledikleri, aynı günlerde “8-9 Haziran’da iktidara gelip kirli basına el koyacakları” sözleriyle de temayüz eden Gürsel Tekin’in “Şah değil Mat operasyonu olmuştur. Doksan yıllık Cumhuriyet tarihinde ilk defa savaşmadan topraklarımızı kaybediyoruz, bu kabul edilebilecek bir durum değildir” retoriğinde simetriğini buldu. Bir zamanlar “Gandhi Kemal” sıfatına lâyık görülen CHP Genel başkanı Kılıçdaroğlu, Gürsel Tekin’e arka çıkmakta gecikmedi. Twitter açıklamasında “Teröristin önünde eğilen, vatan toprağını satan hükümet, yarın karşılaşılacak diğer tehditlere karşı ilk işinin ‘kaçmak’ olacağını gösterdi” sözleriyle büyük bir şecaat örneği veren Kılıçdaroğlu, “Kendi karakolunu yıkıp, kendi askerini geri çekip, kendi toprağını terk etmeyi ‘başarı’ diye sunmak danışıklı bir dövüşün kanıtıdır” iletisiyle de, AKP’yi IŞİD’leştirme dezenformasyonunu sürdürmeye kalkıştı. Ama kimse, illâ kalıp savaşmalı mıydılar, bunun insanî ve siyasî bedeli ne olurdu sorusuna dürüst bir cevap veremedi, bulamadı.Muhalefet türbenin ve karakolun başına bir şey gelmesine çok mu bel bağlamıştı acaba? Musul’dan sonrakine benzer bir patırtı çıkarmaya hazırlanıyorlardı da hayal kırıklığına uğrayıp, alenen savaş kışkırtıcısı bir söyleme rücu etmek zorunda mı kaldılar? Veya, hükümetin öncelikle Kürt örgütleri ve savaşçılarıyla anlaşarak bu gidiş-gelişi sağlaması mı çok sinirlerini bozdu? Öyle veya böyle; AKP’ye karşı bir CHP-MHP-HDP cephesi oluşturmaya çalışanlar açısından, gerek barış sürecinde Öcalan’ın çağrısıyla gelinen noktada, gerekse “Şah Fırat” operasyonuna gösterilen tepkilerde, üzerinde düşünecek çok şey olmalı. Sol denen küçük kesimlerin durumu ise daha patetik; kendilerini “türbeden petrol çıktı” gibi zekice esprilerle, ya da “AKP’nin dış politikasının iflâsı”nı (herhalde on beşinci defa) ilân etmek suretiyle avutmaya çalıştılar.Siyaset yelpazesinin anti-AKP kanadında yer alan yorumculardan, görebildiğim kadarıyla bir tek Murat Belge, bu saçmalığın dışında durdu (28 Şubat 2015). Türbenin taşınmasını son tahlilde “makul bir karar” diye niteledi. “Erdoğan-Davutoğlu ikilisi”ni de şovenizm ve hamasetle suçlamakla birlikte (ki bunun da ne kadar türevsel olduğu tartışılır, ama girmeyeceğim), yazısının büyük bölümünü asıl muhalefetin yukarıda özetlediğim tavır ve söylemlerinin eleştirisine hasretti. 

- Advertisment -