Mahalle

 

Nedir mahalle?

 

Mahalle konfordur, kucaktır… Sıcacıktır.

 

Önce içine doğduğumuz, giderek adım adım ördüğümüz; önemi üzerine çok az düşündüğümüz bir havzadır mahalle.

 

“Mahalle maçları”ıyla büyüdü bizim kuşak. Mahalle bir semtti. Sokaklar, bahçeler, komşulardı. Otobüs durağının adıydı. “Ana caddeden dön, büfeyi geç, kunduracının yanındaki yokuşun başında bir daha sor”du mahalle…

 

“Kapıcı çocuklarıyla oynama” sözünü duymadım ben hiç çocukluğumda. Belki de kapıcıların olmadığındandır. Ankara Bahçelievler’in tek katlı evlerinde herkes kendisinin kapıcısıydı. Memurluktan başka ne az meslek vardı! Fırının ekmeklerini taşıyan at arabası sürücüsü. Hepsi tıpatıp aynı lezzette ama her biri bambaşka renklerde macunları, tornavidayla tahta çubuklara sarıp 10 kuruşa elimize tutuşturan kara bıyıklı adam. Kos helvacı. Taze nohutçu. Alıççı. Bileyci. Kalaycı. Eskici. Hurdacı… Bir de zaman zaman kemirdiğimiz Keçi Boynuzu çuvalıyla gelen topal satıcı… “Özel sektör” sokaklarda yaşardı o yıllarda. Hepsi de gözümüze memur babalarımızdan daha yoksul gözükürdü.

 

En sert küskünlüklerin üç gün sürdüğü, komşuların bahçelerinden talan edilen kirazların avuç avuç paylaşıldığı, öteki mahallenin çakallarından hep birlikte dayak yenildiği yıllardı.

 

Önce tornet girdi hayatımıza. Tek ayağımızla üstüne binip, ötekiyle yeri iterek rulmanların üstünde büyük cayırtıyla sürdüğümüz bu çivi/tahta teknolojisinden, Peugeot bisiklet filolalarına yükseldik sonra. Benim gibi; sahip olmayanların, arkadaşlarından bisikletlerini ödünç isterken, sınırın çizildiği menzildi mahalle.  “Bi mahalle turu” için çok misket ödediğimiz olmuştur.

 

Topacın da ustası mı olur demeyin. Elindeki topaca kaytanı dolayıp yerde dönenin üstüne çakarak kırmak maharettir mesela.

 

Daha birçok şey… Bıraksanız sayfalarca anlatacağım büyülü çocukluk günleridir mahalle…

 

Mahalleler hep birbirine benzer zannederdik önceleri…

 

Oysa öyle değilmiş.

 

Hakikaten kapıcılar varmış. İçinde kaloriferler, müzik kutuları, çift kapılı buzdolapları, uzaktan kumandalı oyuncakları olan geniş daireli apartmanların bulunduğu mahalleler de varmış. Temizlikçi kadınların iki vasıta ile geldikleri mahalleler…

 

Mahalle sadece coğrafi bir muhit değilmiş. Ekonomik tarafı da varmış işin.

 

Mahallenin bu halini önce Kolej yıllarında sezdim. Adını koyamadım. Hazırlıkta sınıf arkadaşlarımın evlerinde yaş günlerine gitmemle başladı bu duygu. Evleri bizim eve benzemiyordu. Oyuncakları, mobilyaları, balkonları, banyoları… Hiç birisini evimize davet etmedim. Çocukken bu duyguların adını koyamazsınız. “Utanç” diyemezsiniz. Çok sonraları bir itiraf olarak gelir böyle şeyler… Sanmayın ki yokluktan yoksunluktan sürünüyorduk. Hayır, bal gibi 60’ların orta sınıfıydık. Gerçi tel dolap, su küpü az evde kalmıştı ama yaz tatillerimiz de eksik olmazdı. Belli ki kolej biraz fazla gelmişti çocuk ruhuma. Hayli zengindi onlar.

 

Sonra babam öldü, “mahalle okulu” na geçtim. Rahat ettim.

 

İnsan kendi mahallesinde rahat ediyormuş…

 

Ne zaman çıktı mahalle hayatımdan? Herhalde üniversite yıllarıydı. Bahçelievler’de MHP’lilerden sağlam bir dayak yemem yetmedi. Ancak katliamdan sonra bıraktım çocukluk sokağımı; sonra da ne mahallem oldu bağlandığım, ne de kaydımı yaptırdığım muhtarlığın adını bilmişliğim. Gezgin kiracılık yılları. Kaçak göçek günler…

 

Derken, herkesle birlikte öğrendim ben de, aslında gerçek mahallenin bu memlekette ne olduğunu. Onun sınırlarının, sokaklarla, zenginlik ya da yoksullukla değil, kültürle çizildiğini.

 

Biz “Batı Yakası Hikâyesi”nin oyuncularıymışız. Bir de “Doğu” tarafı varmış. Bizimki gerçekten biraz hikâye, orası ise fazlaca hakikatmiş… Sentez mentez masalmış.

 

Karşılaşmamız hazin oldu doğrusu. Hiç hazır değilmiş bizim mahalle. Ne kendisinin yaratılmış bir mahalle olduğunun farkındaymış ne de “Doğu”sunda başkalarının yaşadığının.

 

Ben de şaşırdım. Dönüp bir daha baktım bizim mahalleye. Subay, öğretmen, memur, bankacı çocuklarıydık hep. Okulluyduk hepimiz. Giyimimiz kuşamımız, yediğimiz içtiğimiz, sevgililerimiz hep birbirine benzerdi.

 

Sonraları fark ettim ki, sadece sevdiklerimiz değil sevmediklerimiz de; yücelttiklerimiz kadar küçümsediklerimiz de benzermiş.

 

Bir şey daha öğrendim: Batı’sıyla Doğu’suyla; mahalle sarar sarmalar boğarmış. Hizayı bozana kızarmış. Mahalle sıcakmış. Isıttığı gibi, yakarmış da… Sartre’ın dediği gibi; “Cehennem başkalarıymış.”

 

Sokaklardan, apartmanlardan, cehennemlerden geçerek geldim. Bütün mahallesizler gibi özgürlüğün bedelini efendice ödedim. Kulaklarım, “bu kadar da olmaz” çığlıklarına; “çıkarın mı var” sataşmalarına alıştı. “Savrulmuşluktan” girip “satılmışlıktan” çıkan mahalle sopası incitir ama korkutmaz beni. Hayır, hiç de cengâver biri değilim. Haddimi bilirim. Dövüştüğümden çok kaçtığım olmuştur. Ne bir meydan okuma, ne bir kahramanlık; sadece sıradan bir kader benimkisi…

 

Artık, nerede bir “mahallesiz” görsem tanırım. Elimi omzuna atasım gelir. Ama bilirim; mahallesizlerden bir mahalle çıkmaz. Ne insanın içindeki yaralar izin verir buna, ne de aklı.

 

Ayrıca bakmayın bıdıbıdı yaptığıma. Şanslı bir hayat yaşadım. Mahallesiz kaldım ama hiç yalnız olmadım. Çok sevdiğim arkadaşlar edindim. Eskileri yeniden keşfettim. Beş yaşında sokağa çıkıp ilk tanıştığım arkadaşım Hamit, 10 yaşında dövdüğüm Fethi; benden dayak yiyince beni dövmek için yanına alıp geldiği, beni birlikte paraladıkları Murat ve tabi kavga deyince akla gelen tek isim Yaşar… Bugün hâlâ en yakın arkadaşlarım arasındalar… Yani bir bakıma Bahçelievler yaşıyor, savaşıyor…

 

Her şey iyi güzel de… Hayat da çok hızlı geçmiş. 

 

Şimdi bağırsam duyan olur mu acaba?

 

“Çocukluğumun mahallesini verin bana”

 

- Advertisment -