“Evet, orası abicim; atıver bir zahmet!” Kelimeleri ağzımızın içinde hafif ıslamaya bırakıp, üzerlerine karşılıklı olarak kaş göz hareketlerimizi ve ellerimiz ile çizdiğimiz resimleri boca ettik. Hızlıca çitiledik; astık. Çabucak kurudu cümleler. Anlaştık. Taksici abimle anlaşmanın verdiği haz ile “atıver”i yapıştırdım ricamın sonuna. Aslında “atıver” tâbirini kullanmamın nedeni, suçluluk duygumu bastırmak için. Eğer gitmek istediğim yer yakınsa, kendimi kötü hissediyorum. Sanki bir çeşit “fırsat maliyeti”ni yüklüyorum abimin sırtına. Beni almasa, yerime taksisine alacağı kişi, ne benim kadar yakın bir yere gitmek isteyecek belki; ne de, trafikte saatlerle boğuşacağı kadar uzak. “Atıvermesini” istemek, örtük bir şekilde, “bak tatlı abicim; yakın olduğunu biliyorum gideceğimiz yerin; gülümsemeni esirgeme yüzünden” demek. Evet, “atıver” isteği, gidilecek yerin yakın olması kadar, oraya çabuk varılacağının; böylece yeni bir işin daha kısa zamanda alınacağının da müjdecisi.
Taksici abim gözlerini gözlerimle buluşturdu aynasında; önceden süzdüğü, deşifre ettiği kişiliğimi bir de aynaya “tarattı.” Suçluluk ile hafif kırıştırdığım alnımı, hayretle gerdi: “Niye atayım canım kardeşim; güzel güzel götürürüm!” Sigara ikram edildiğinde, bırakmış olduğunuzun utancı ile sağ elinizi böğrünüze kavuşturup belirli belirsiz “eyvallah” dediğinizde çıkan sesi biraz daha toklaştırırsanız, abime verdiğim yanıta denk bir “eyvallah” çıkarabilirsiniz. Sanki bütün gün hep bildiği yerleri, arabanın kapısını açar açmaz testten geçirdiği ve kendisini hiç yanıltmayan müşterileri ile dolaşmaktan canı sıkılmıştı. Biraz macera arayan bir hali; “hadi şaşırt beni” diyen muzip genç kuzen tavırları vardı. Yanlış adam diye düşündüm kendim için. Yerin dibine batırıldığım bir sunumdan dört metro istasyonu, bir kıtalararası metrobüs seyahati önce çıkmıştım. Bir yanım, “canım olur böyle şeyler” diyerek özgüven pompasının ibresini kontrol ediyor; diğer tarafım sunuma yanlış kelimelerle başladığımı bilinç üstüme çıkarmak için kibir dalgalarıyla boğuşuyordu. Akşam için söz verdiğim arkadaşımla, çok sık gitmediğim bir kahvecide buluşacaktık. Olup biteni anlatsam mı, anlatmasam mı diye düşünürken, “güzel güzel kahveciye götürülüyordum.”
Gideceğim kahveci, geçtiğimiz yirmi sene içinde tüm dünyaya yayılmış olan bir zincirin üyesi. Serbestiyet’e yazarken hep danıştığım arkadaşıma sordum, “eğer adını söylesem birşey olur mu” diye. Attığı kahkahayı duymanız lâzım. Burayı tercih etmemizin nedeni, her yaştan öğrencilerin ve danışmanlarının ortak mekânı olması. Bu grupların gürültüsü “ince” oluyor. “Kalın” gürültüden farkı, kahvenin ortasına anılarını, ortak seyrettiklerini, bir zaman paylaştıklarını boca etmekten çok, bulamadıkları veri kümelerinden, yanlışlatamadıkları hipotezlerinden, düzenli gözlediklerine aykırı davranan durumlardan yaptıkları “faslı geçiyorlar.” Havalandırma var, nem az; müdavimseniz müziğin şiddetine müdahale edebiliyorsunuz; şimdi hesabı kim verecek, ortalama almak ucuz birşey içene ayıp gibi “pasif-agresif” dertleriniz yok. Birim zaman için, gruptaki bir kişinin ödediği ücret düşük. Hiçbir şey satın almadan, nemsiz, sâkin ve ince ortamı, isterseniz kendi grubunuzla paylaşabilirsiniz; isterseniz ortak dertlerinizi haiz başka arkadaşlar edinebilirsiniz. Okuduğum üniversitenin bir zamanki kantinine çok yakın. Farkı, kantinime göre çok pahalı olması. Nemsizliğin, biraz daha rahat koltukların, daha sık temizlenen etrafın, amaan ne uzatıyorum, farklı bir sınıfın kantini işte. Bu sınıfın üyeleri arasındaki fark belki az; şöyle ki, sadece bazı üyeler bile yiyecek-içeceklerini satın alsalar, diğer üyeler almadığında, kahveci hâlâ kazanabiliyor. Fiyatlar böyle ayarlanmış yani. Yine öyle bir sınıf ki bu, bu söylediğimi bütün
mensupları biliyor; ama kabullenmiş, ses çıkarmıyor. Bir dahaki sefere de ben almam, benim varlığımın fiyatını başka biri öder diye düşünebiliyor. Unutuyorum; “52” yok. Yani kâğıt oynanmıyor; birşey oynanacaksa, herkesin kendi cihazı var. Hazır Serbestiyet denizinde kayak yaparken ekleyeyim. Bizim kahvede 52 destesinin kaybolması gibi, bu sınıf için cinsellik de böyle kaybolacak mı acaba?
Trafik hafif sıkıştı. Taksici abimin bıyıklarının altına yerleşmiş, ha şimdi kıkırdamaya döndü, ha şimdi dönecek dediğim, gamzesiyle birleşmeye hazırlanan tebessüm kayboldu. Şöyle hafif hareketlendim kayıtsız kalmadığımı göstermek için. Artık alıştık; gözlerimiz arada bir, bize bile çaktırmadan aynada buluşuyor. 70’li yıllardaki filmler geldi gözümün önüne. Kesin Ceren’in son yazısı yüzünden bu çağrışım. Muhteşem manzaralı kahvecilerde buluşurlardı. Ne güzel unutmuştum yaptığım kötü konuşmayı. Taksici abim-kahveci-ayna-buluşma; hoop tekrar kahveci gelince, çağrışımlardaki gelişigüzellik bozuldu. Bozulunca da, hafızam yerine geldi. Yüzüm değişmiş olmalı bu nedenle. Taksici abim hemen anladı. “Sıkılma kardeşim” dedi. “İstersen gel; şu yan sokaktan kaçalım!” Düşünsem, imkânı ihtimâli yok, hayatta yapmam, yapamam. “Ne kaçıyoruz abicim” dedim. “Göğsümüzü gere gere gidelim!” Dedim, demesine. Allahtan abim düşünmeme fırsat tanımadı. “Haa” dedi; alenen geriye döndü, bir eliyle “hadi bakalım” der gibi yaptı. Tekrar önüne baktı; az önce direksiyonu kavradığı elinin işaret parmağını şakağına doğru işaretleyip, kendi ekseni etrafında bir çevirdi. “Anladıım” dedi. “Atıver, ha!” Bir yandan gülmeye devam etti, bir yandan “tamam abicim” dedi. “Gidiyoruz göğsümüzü gere gere!”
Arife diye mi, bilmiyorum. En güzel yol hatıralarımdan birini anlatmak istedi canım. Hayır. Son sözü söyledim diye değil. Aşk olsun. Hiç beceremem. Hazırcevaplığım Orhan Veli’nin “zavallı sol eli”ne benzer. Bu durumda sanırım araya uzun bir zaman dilimi ve düşünce silsilesi girdi; kimbilir, içimde birşeyler demlendi herhalde. Hazırcevap olabilsem, neyse boşverin! Bu hatırayı zor unutmamın nedeni, belli ki, abimle ikimizin canımızın en sıkkın olduğu zamanda, bu kadar samimi bir iletişim kurmamız. Anlamadığı bir şekilde yaramazlığı ortaya çıkmış çocuk gibi donuk donuk bakakaldığım diğer yol hatıram, paramın üstünü vermek için para bozdurmaya çalışan taksici abimin, biraz da fahiş fiyatla almak zorunda kaldığı çikolatadan bana ikrâm etmesiydi. Daha komik olan rastlantı, kahvecide buluşacağım arkadaşımla, “vikipedia”nın ücretlendirilme(me)si üzerine o takside yaptığımız muhabbete, taksici abimin “komünizm” çözümlemesi ile katılmasıydı. Nasıl oldu; ne kadar uzun sürdü; sonrasında neler konuştuk, söz, bir sonraki arifeye.
Not. Haydi ortak bir mekân bulalım bayramlaşmak için. Yerin bir önemi yok. Etrafı çevrili bir yer olsun yeter. Kalender bir meşrepten gelirim. Yere bir karış iskemleleri, mekânı çeviren yer boyunca dizelim. Kurulalım üzerine. Ortada bir çay olsun, kâfi. Herkes birbirinin yüzünü görsün. Seçkisizce, tadında hikâyeler anlatsın birimiz. Zamanı hoyratça kullanalım; herkese sıra gelsin. Eskilerden olabilir, gelecek olabilir. Aman dört bir yanı açık bir alan olmasın. O zaman kümeleniriniz ayakta. Allah bilir, bir de bir elimize bardak almamız gerekir; diğerine de başka bir şey tutuşturmaya kalkarlar. Ne elinizi kullanabilirsiniz konuşurken, ne de diğerinin elini sıkabilirsiniz kuvvetlice. Grup maçlarına çıkan takımlar gibi, birileri elenir; kalanlar diğer kümelerden birilerine katılır. Oradan birileri ayrılır. Nasıl konuşacağız hep birlikte o zaman? Evet, etrafı çevrili olsun. Önüm, arkam, sağım, solum sınırlarımı bileyim. Serbestiyet işte. Elbette üstü açık. Maksat temas olsun. Bayramlaşalım yani harbiden. Ama gaile çok. Velev ki olmadı. Hepimizin canı sağolur. Öyle olursa, minörleri kullanır kutlarım; ama, olsun varsın. Hepinizin bayramı şimdiden kutlu olsun.