Ermeni soykırımı elimden geldiğince tarihsel bağlamına ve zeminine oturtmak amacıyla başlattığım yazı dizisinin sonlarına yaklaşıyorum. 3-4 yazı sonunda yazı dizisini nihayete erdireceğim. Bu yazımda, Ermeni soykırımının yapısal unsurlarından biri olan ve 1948’deki Birleşmiş Milletler’in Soykırım Sözleşmesi’nde yaptığı soykırımının tanımının olmazsa olmazlarından olan ‘zorunlu asimilasyon’ ve ‘din değiştirme’ sürecinden bahsedeceğim.
Öncelikle bir noktanı altını çizmekte fayda var: Ermenilerin İslamlaştırılması süreci II. Abdülhamid dönemine yani 19. yüzyılın üçüncü ve son çeyreğine kadar götürülebilecek bir süreç.
Pek tabi burada 1894-96 arası dönemde vuku bulan Ermeni katliamları kilit nokta. İmparatorluğun daha çok doğu vilayetlerinde olmak üzere birçok bölgede Ermenilere karşı yapılan talan ve katliam olayları esas itibariyle Ermenilerin 1878’te Berlin Anlaşması ile uluslararası düzeye taşınan reform taleplerini bastırmak saikiyle kuvveden fille çıkarıldı.
Bu dönemde Ermeniler doğu Anadolu’da, Kürt ve Çerkez toplulukların, Kürt aşiretlerin ve Hamidiye Alaylarının saldırı ve tecavüzlerine maruz kalır. Ermenilerin mal varlıkları talan edilir, evleri yakılır ve bilhassa Ermeni kızları ve kadınları kaçırılır.
İlaveten, bu dönemde Ermeniler hem bu bölgelerde hükümranlığını sürdüren ve kendi aralarından da ihtilaf halinde olan Kürt aşiretlere hem de merkezi hükümete vergi ödemek durumunda bırakılmıştır. Aslında Kürt aşiretlere ödedikleri bir çeşit haraçtır. İşte böyle bir ortamda bazı Ermeniler ihtida yolunu seçmek zorunda kalmışlardır. Zira ihtida burada bir anlamda söz konusu bölgelerde mukim Ermeniler için hayatta kalma ‘strateji’dir.
Bu bağlamda zaten Abdülhamit döneminden kalma bir ihtida deneyimi söz konusudur. 1915’e geldiğimizde ise ihtida ile ilgili olarak bambaşka bir tablo ile karşılaşırız. Tehcirin bir ölüm yolculuğu olduğu idrak eden Ermenilerin Müslüman olma talepleri 1915 Haziran’ında temayüz eder.
Dahiliye Nazırı Talat Paşa, birçok vilayet ve kazaya gönderdiği 22 Haziran 1915 tarihli şifreli telgrafında bireysel ve toplu tüm din değiştirme taleplerinin kabul edilmesini ve bu talepte bulunanların—Ermenilerin—tehcirden muaf tutulması talimatını verir.
Buna göre Müslüman olan Ermeniler Suriye’ye tehcir edilmeyecek ama Anadolu içinde yerleri değiştirilecek, dağıtılacaklar. Ama bu telgraftan sadece üç hafta sonra, İttihat ve Terakki’nin ihtida politikası değişir. Talat Paşa Ermenilerin sırf tehcirden kurtulmak için ihtida ettiklerini belirtip, ¨İhtida etseler de tehcir edin¨ der. Çünkü, yüzde 5-10’luk nüfus oranı tutturamayacaklarını görmüştür.
Yüzde 5 ve 10’luk nüfus oranı esasında İttihat Terakki Merkez-i Umumisi’nin tehcir sırasında uyguladığı nüfus politikası ve etnik mühendislik projesiyle yakından ilişkilidir. Burada Anadolu coğrafyasının Türk-Müslüman bir kimlik çerçevesinde homojenleştirilmesi amaçlanır. Buna göre, tehcirden muaf tutulan Ermeniler, Anadolu’da gönderildikleri yerdeki Müslüman nüfusun yüzde 5’ini geçmeyecektir.
Mesela Adana’da ihtida edenler belli köylere dağıtılacak ama o köylerdeki Müslüman nüfusun yüzde 5’ini aşmayacaktır. Eğer Suriye’ye gidenler ihtida etmişse, oradaki Müslüman nüfusun yüzde 10’unu geçmeyecektir. Zaten tehcir başladığında, Halep’e giden Ermenilerin sayısı 400 bine yakın olduğundan, yüzde 10’luk barajı bir hayli geçtiği için ikinci, üçüncü bölgelere tehcirleri yapılır, bu Ermeniler bir çöl bölgesinden diğerine gönderilir. Kitlesel ölümler ondan sonra başlar.
Osmanlı arşivlerindeki belgelerden anlayabildiğimiz kadarıyla, Ağustos 1915’ten itibaren Kastamonu, Konya, Karasi, Urfa, Eskişehir ve Edirne’den gelen bütün ihtida talepleri reddedilir. Ama ihtida, İttihat Terakki döneminde, bir kez başlatılıp daha sonra ara verilen bir süreçtir. İhtidayla ilgili tek bir mevzuat, tek bir uygulama yoktur.
5 Kasım 1915’te, ihtida kurallarının belirlendiği bir talimatname hazırlanır. Burada da “Merkezin tek tek güvenlik soruşturmasından geçirerek kalmasına izin verdiği Ermenilerin ihtida talebi kabul edilecektir” denir.
30 Nisan 1916 tarihinde ise dul kalmış Ermeni kadınların ve kızların zorla evlendirilmesine ilişkin bir talimatname düzenlenir. Buna göre aile reisinden mahrum kadınlar ve çocuklar Ermeni ya da yabancının olmadığı köy ve kasabalara dağıtılacaktır. Söz konusu talimatnamenin ikinci maddesinde de genç ve dul kadınların, tezviçleri yani evlendirilmeleri emredilir.
Tehcir sırasında yetim kalan Ermeni çocuklarının durumu ise Maarif Nezareti tarafından çıkartılan bir talimatnameye göre ‘12 yaşının altındaki çocuklar ‘talim ve terbiyeleri’ için devlet yetimhanelerine yerleştirilecek.” Geriye kalan çocuklar, nüfuzlu ailelere dağıtılacak. Diğerleri de, Müslüman köylerine, fakir ailelere 30 kuruş aylık bağlanarak dağıtılmalı.dır denir.’ Bu şekilde Müslüman ailelerin Ermeni yetimlerini evlat edinmeleri teşvik edilir.
Ayrıca, aileler köle pazarlarından, özellikle anne babası zengin olan çocukları alır, çünkü, evlat edinen aile o çocuğa kalan mala ve mülke de konar. Burada altı çizilmesi gereken bir diğer nokta söz konusu yetim Ermeni çocukların Türkleştirilmesi meselesidir.
Örneğin, Halide Edip’in rolü burada başlar. Beyrut’ta Cemal Paşa’nın kurduğu Ayn Tura yetimhanesinde üst düzey yöneticilik yapan Halide Edip oradaki çocuklara Türkçe öğretir, bu çocukların Türk kültürüne göre yetişmelerini sağlar. Çocukların Ermenice konuşması yasaktır.
Çocukların zaten 12 yaşın altında olması da Türkleşmesi için gereklidir. Öbür türlü ihtida etse bile Ermeniceyi, ana-babasını unutmayacak, Ermeni bilincini koruyacaktır. Bunun önüne geçilmek istenmektedir. Yine evlat edinilen ve Türk kültürüne, örf ve adetlerine göre ‘terbiye’ edilen bu Ermeni yetimleri aynı zamanda ucuz iş gücü kaynağıdır.
Yukarıda izah etmeye çalıştığım bütün bir süreç İttihat ve Terakki’nin asimilasyon politikalarının ta kendisidir. Ve bu bile Ermenilerin başına gelenlerin 1948’deki tanımına göre soykırım olarak nitelendirilmesi için yeterlidir.