Klasik bir tanımlama ve sınıflandırmayla ifade etmek gerekirse düz bir tarih anlayışının yöntemsel olarak içerdiği en temel öğeler yer, zaman ve kişilerdir. Böyle bir tarih perspektifi tarihte olup bitenleri yukarıda saydığımız üç ana parametre ekseninde hikâye etmeye veya aktarmaya hizmet eder. Aynı zamanda bahsi geçen tarih anlayışı belirli bir zaman ve mekânda belirli kişiler arasında vuku bulan olayları “objektif” bir biçimde resmettiğini vazeder.Tabii burada objektif ve tarafsız olduğunu iddia eden tarih anlayışını destekleyen önemli materyallerden bir tanesi belgelerdir. Tarihi belgeler tarihte yaşanmış olaylara ışık tuttuğunu iddia eder. Elbette tarih disiplini çerçevesinde bu bir yöntemdir ve bazı tarihçilere göre makbuldür de. Ancak burada hassas olan nokta “tarihi belgenin” sırf tarafsızlığı destekleyen bir kâğıt parçası olarak değerlendirilmemesi gerektiğidir. Zira böyle bir tarihi bakış tarihin kendisini mekanik kılar.Tarihin derin sularında ve geniş düşünce kıtasında yer alan birçok olay ve vakıa vardır. Bunlardan bir bölümü tarihin akışını değiştiren, yeni paradigmalar üreten, tarihsel zaman ve mekânın ruhunu yeniden biçimlendiren olaylar bütünüdür. Bunu gerçekleştirenler, tarihin kimilerince doğrusal kimilerinde rastlantısal gidişatına yön veren tarihsel edimciler/aktörlerdir.Esas itibariyle ulusal tarih veya resmi tarih anlatısı kendi tarihini “oluştururken (making)” unutulması ve unutturulması gereken bazı olayları rafa kaldırır, yeni aktörler yaratır ve yeni bir rejim için, yeni bir toplum tasavvuru yaratmak adına bazı kişileri ise unutturur-önemsizleştirir.Her toplumun muayyen bir tarihsel gelişimi süreci ve bu süreçte geçirdiği tarihsel değişimler, dönüşümler, inişler ve çıkışlar vardır. Ve bütün bu tarihi sürecin failleri olan toplumsal aktörler bu kendi tarihlerini yaparken (making) tarihle olan ilişkisellik ağı her haliyle mevcuttur ve bu ilişkisellik son derece dinamiktir. Bazı toplumlar tarihle olan bu ilişkilerini normalleştirmesini bilir; kendi tarihini açıkça tartışabilir-konuşabilir. Kimi toplumlarda ise tarihle bugün o kadar iç içe geçmiştir ki, bu durum “gerçeklik duygusu”nun yitirilmesine yol açar.“Ermeni Meselesi” ve bunun etrafında yaşananlar Türkiye’de toplumsal ve siyasal kültürümüze şamil olan “gerçeklik duygusu” eksikliğini en fazla hissedildiği mecra. Bu minvalde, Türkiye’nin geçmişle hesaplaşma konusundaki ürkekliği ve adeta Kafkavari korkularının siyasal ve toplumsal tarihimizin üst üste yığılmış nisyan katmanlarını daha da derinleştirdiğini söylemek mümkün. Nedenleri ve sonuçları üzerinde yeterli derecede kafa yorulmamış, acılarıyla / korkularıyla yüzleşme cesaretini gösterememiş, mağdur bıraktıklarıyla bir diyalog sürecine girmemiş, onlarla karşılaşmaktan imtina etmiş olayların ve dönemlerin kaba bir envanteri bile bize “nisyan katmanları” ile ilgili yeterli fikir veriyor.Bahsi geçen nisyan katmanlarının bir envanterini çıkardığımızda ana duraklar olarak “1915 Ermeni Soykırımı”, “Milli Mücadele / İstiklal Harbi”, “Tek Parti döneminin kurulma sürecindeki hesaplaşmalar”, “İstiklal Mahkemeleri”, “Kürt isyanları ve tenkil-tedip hareketleri”, “6-7 Eylül olayları”, “1 Mayıs 1977”, “Kıbrıs ve Türk Mukavemet Teşkilatı”, “27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbe ve rejimleri”, “ülkücülerin istihdam edildiği gayri nizami operasyonlar”, “Sivas katliamı”, “28 Şubat süreci”, “1984’ten günümüze Güneydoğu’daki gayri nizami harp” gibi tarihsel olayları ve süreçleri belirtmek mümkün.Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolu başlangıç noktası olarak alırsak, hiç şüphesiz ilk sıraya “Ermeni tehciri” diye sunulan olaylar bütününü koymamız gerekir. Bugün belki de Türkiye’nin en ihtilaflı meselelerinden biri “Ermeni sorunu” ve bunun etrafında dönen tartışmalarla ilgili resmi Türk tarih tezinin sorgu, sual kabul etmeksizin, onun tabularını ve kalın duvarlarla örülü setlerini zorlamaya çalışmaksızın kabul etmemizi bekleyen kamusal, resmi ve ulusal tarih yazımı. Ve bittabi Ermeni Soykırımı’nın deyim yerindeyse beşikten mezara kadar inkârı.Tabi ki 1915’te Osmanlı Devleti’nin resmi vatandaşları olan Ermenilerin maruz kaldığı eylemleri ve bu dönemi bütün boyutları, evreleri, dönüşümleri, süreklilikleri-kopuşları ile kavrayacak ve açıklayacak geniş kapsamlı, ciddi bir araştırma yapmak ve belgelemek ciddi emek isteyen bir iş. Bunun için sürekli bir çaba, sağlıklı ve eleştirel bir bakış açısına, tarihi olan vakıalara asgari derece ideolojik-politik motivasyonlardan ve angajmanlardan kaçınmayı gerektirecek bir vicdana sahip olmak gerekiyor.Bundan kastım maddi olaylara ve gerçekliklere objektif yaklaşmak ancak bunları aklın süzgecinden geçirirken bilimsel-pozitivist mekanikliğin tarafsızlık ve “yarattığı” iktidar dilinin / söyleminin etiketine yapışmamaktır. Zira söz konusu olan dönem tarihsel düzlemde kalmak kaydıyla farklı tarihsel anlatılara ve perspektiflere müsait bir alan. Bunun yanında belli bir tür belge yığınına angaje olmanın yol açtığı sınırlılık, o belge türünün nasıl kullanılacağı yönünde emsal oluşturan mevcut çalışmaların sunduğu şablonların artması, tarihçi adayının çok dar bir alanda hareket etmesine sebep olmakta.Oktay Özel’in klasik dönem Osmanlı tarihçilerini tanımladığı “belge-bilgi tarihçiliği” nitelemesi “Ermeni meselesi” ile rabıtalı tarih çalışmalarına da tahvil edilebilecek bir durum. Ancak bu tarz bir tarihçilik refleksine sahip olmak için hem dünyada hem de Türkiye’de, tarihçilik ve tarih yazımının ciddi bir dönüşüm geçirdiği bir dönemde geniş bir kültür ve bilgi birikimi temelinde, uluslararası standartlarda ve platformlarda iş yapmak, sosyal bilimlerin farklı disiplinlerine açık ve aynı zamanda arşivlere ve arşiv belgelerine vakıf olmak; Halil Berktay’ın veciz deyimiyle “ampirik temelde teorili tarih yapabilen” bir tarihçi hasleti gerekiyor.Bu bağlamda “Ermeni meselesi” gibi tarihçiler arasında en muhataralı alan olarak tanımlayabileceğimiz bir mecrada böyle önemli bir problematiği salt mekanik-fonksiyonel bir belge okuma ve bilgi sunma konformizmine teşne olmadan kavramsal / kuramsal bir çerçevede ve dönemi etkileyen toplumsal, siyasal, kültürel, ekonomik ve tarihsel süreçleri hiçbir biçimde gözden kaçırmayarak ele alınmalı. Bunlar bittabi Türkiye’deki akademik tarihçilik anlayışında ciddi bir paradigmatik değişiklik gerekliliğine işaret eden parametreler.Ancak hemen belirtmem gerekir ki buradaki akademik tarihçilik anlayışını kitabi ve pozitivist bir “objektifliğin” ve bilimsel mekanikliğin fersah fersah ötesine geçerek; gerçek hayata ve bu gerçek hayatın faillerinin siyasal-toplumsal-ideolojik edimlerine değen ve bu edimliliğin sürekliliğinin / esnekliliğinin ve yaratıcılığının öneminin altını kalın çizgilerle çizen ve bu bağlamda tavrı-duruşu ve ne söylemek istediği gayet sarih bir yaklaşımla mecz etmek elzem. Ez cümle Halil Berktay’ın deyimiyle “kuru bir dar belgeciliğin cenderesi”nde iş görmeyen bir tarihçi perspektifi olmazsa olmaz.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik