Başlığı görenler kastettiğimin ne olduğunu anlamıştır herhalde. Kimse grupla ilgili ekonomik bir konudan mesela hisse senetlerinden ya da ürettiği mallardan sözedeceğimi zannetmemiştir. Demek ki sadece İstanbul’luların değil genel kamuoyunun yeterince aşina olduğu bir konuyla karşı karşıyayız; bir gayrımenkul yatırımı olan Zorlu Center vakasıyla. Ama gayrımenkul denince ilk akla gelmesi gereken mimari boyutlarıyla yeterince ilgilenilmedi. Oysa mimariye ilgi, ortaya çıkan tesisin kentle ve kentlilerle ilişkisini anlamaya başlamak için de elverişli bir kanal olurdu. Hukuk nasıl sade hukukçuları, ve sağlık sadece hekimleri ilgilendirmiyorsa mimarlık da sadece mimarlara ait bir alan değil. Sözkonusu girişimin İstanbul’a ciddi ve kalıcı bir hasar verdiği aşikâr, ama mesele bunlarla kapanmıyor. Hem yakın, hem de uzak çevresini bastırıp yeniden tanımlayacak büyüklüğüyle sadece ölçüleri bile bıraktığı kalıcı hasarın boyutları hakkında hakkında epeyce ipucu veriyor. Ama mesele ondan (toplam metreküpünden) ibaret değil. Daha çok laf kaldırır… Hele mimarlık ve mimarlar açısından, ancak trajedi diye bakıldığında anlaşılabilecek tarafları çok.O zaman trajedinin ne olduğuyla başlayalım; insanların kaderleriyle yüzleşirken, yine kaderleriyle yüzleşen başkalarıyla girdikleri ve ancak “hayatın cilvesi” gibi deyişlerle dile gelebilen dolambaçlı ve çapraşık ilişkileri konu eden teatral [edebi] kurmaca metinler. Birisi mutlu veya mutsuz olabilir, insanlık halleridir, hatta birinden ötekine geçmesi de. Ama mesela mutlu olmasına ramak kalmışken beklenemeyecek ters bir adımla öte tarafa düşmüşse, ya da iyilik yapacakken, koşulların aniden değişmesiyle yaptığı kötülüğe dönüşmüşse, veya cebindeki ikramiye çıkmış bileti unutup, eski yoksul hayatını sürdürüyorsa, sözkonusu olan trajedidir. Vakaları yaşayanlar ise trajik karakterler. “Cilve” vurgusu da zaten sürprizli ve ani tersliklere işaret eder.“Bu kader de nerden çıktı şimdi?” Evet geleceğin önceden belli olması gibi bir teslimiyet vurgusu aşikâr. Ama ani ve sürprizli terslikler öyle bir olay örgüsü içinde ortaya çıkarlar ki, karakterlere boyun eğip akışa yol vermekten başka çare kalmaz.Örneği Shakespeare’in tipikliği konusu tartışmalı da olsa “Venedik Taciri”nin kısa anlatması kolay hikâyesi ile vereyim: Antonio tutkulu bir eşcinsel aşkla bağlı olduğu Bessanio’nun, bütün Avrupa ve Kuzey Afrika soylularının evlilik kuyruğuna girdiği esrarengiz kadın Porcia ile evlenebilmesi için alınan borcun senedine kefil diye kendi hayatını koyar. Yani aşık olduğu kişinin başkasıyla izdivacını hayatını ortaya koyarak mümkün kılar. Sonra tam borç karşılığı hayatını verecekken onu kurtaran Porcia olur. Hayatın cilvesi borcu isteyen kişiyle birbirinin rakibi iki aşkı ve borçlanma fiilini bir trajedi kalıbı içinde buluştururken, hepsini birden ters köşeye yatırıp ayrı ayrı hesaplaşabilecek manevra yeteneğine ve zekasına sahip bir tefeciyi aynı tarihsel zaman dilimi ve yerde buluşturmuş. Olan olmuş, Sonra da hayat kendi akışında seyretmiştir… Herkes kendi dertleriyle meşgulken kesişen hayatlar bu dertleri iyice çetrefilleştirmiştir. Antonio batan gemileriyle, Bessanio ihtiyacı olan parayla, Porcia eş seçimiyle, Shylock, Hristiyanların bağnaz öfkesiyle meşgulken alınan borçla birden bu sorunlar bir zincirin halkalarına, aynı hikayenin çeşitli veçhelerine dönüşüverirler. Dönüşürken de yeni çehrelere bürünürler. Yani gündelik ilişkilerin ve durumların seyri içinde karşılaşılmaları pek olası ve mümkün olmayan durumların, beklenmedik ilişkilerin içinde buluvermiştir insanlar kendilerini. Ama kurbağanın prens olması gibi doğüstü mucizeler, ya da birden zengin ya da mutlu oluvermek gibi sosyal fantaziler değildir bunlar. Pratik ve ahlaki sonuç veya ders çıkarılacak şeyler de olmaz başa gelenler, tesadüflerin ardarda sıralanmasıyla ortaya çıkıp, öylesine olup geçerler. Zorlu Center vakasının da iş dünyasının seyrine yön vermelerine alışılmış çıkar, rekabet, hırs gibi duygu durumları ve harekete geçirici enerjilerle ilişkisi yok değil tabii, ama geride hala onlarla açıklanamayacak şeyler, tesadüfler ve olaya özgülükler silsileleri kalıyor. İş ve piyasa ilişkilerinin işleyişiyle açıklanabilir tarafları artık iyice tüketildi, malum olanlar yeterince ilan edildi. Şunu anlamak da mümkün: İstanbul’un sermeye yoğunlaştırmaya en elverişli toprak parçası, devlet idaresindeki yeri de pek ön sıralarda olmayan bir bölge müdürlüğünü barındırmaya devam edemezdi. Özellikle de muhtemelen ileride kapitalizmin gayrımenkul spekülasyonu ile anılacak bir evresinde. Şuradan başlanabilir: Zorlu Center boş bir araziye yapılmadı. Karayolları 17.Bölge Müdürlüğü yerleşmesinin yerini aldı. Tarihsel koşulların değişmesi bakımından anlaşılır olsa bile yine de bir dizi trajik denebilecek hayat cilvesinin ardarda dizilmesi sonucunda gerçekleşti olup bitenler. Ben de burada, bilinenleri tekrarlamak yerine onların üzerinde durayım. Haklarını vermek için de trajedi metni perspektifiyle okuyup anlatmaya çalışayım.
Önce, Karayolları 17.Bölge müdürlüğü gibi bir resmi kurum ne arıyordu orada? Kentle ilişkisi ve mimarisi nasıldı? Sırayla… 70’lerin başında ilk Boğaz köprüsü yapılıyor. Onunla tamamlanan ilk metropolitan çevreyolu ve hatta İzmit’e uzanan ilk otoyol standardına uygun karayolu da. Trakya’nın büyük bölümünün sorumlusu Karayolları 1. Bölge Müdürlüğü bu yüksek standartlı emanate diğer yollardan farklı bir statü vermek gerektiği düşüncesiyle sadece köprü ve otoyoldan sorumlu olacak bir bölge müdürlüğü daha kuruyor ki, o da 17.Bölge Müdürlüğü. Hatta köprü ve otoyolun yanı sıra İstanbul’un en kıymetli hazinesi olacağı aşikâr metrosunun yapımı ve işletmesi de yeni müdürlüğün sorumluluğuna veriliyor. Buraya kadar her şey iyi de, kurum için yer seçimine gelince aynı isabetle karar alınamayıp, otoyolun herhangi bir noktasındaki tenha bir çevre arazisi yerine, kuruma köprüye, yola ve metroya faydası da meçhul şekilde (1) köprünün Avrupa yakasıyla kesiştiği ve inşası yeni bitmiş, köprünün şantiye artığı olduğu için o gün döküntü gibi algılanıp yeni kuruma ucuzuna arsa gibi görünmüş olmalı burası. Oysa bu yer seçimiyle sonra her biri metropolün en gözde hatları olacak Barbaros, Şişli-Büyükdere, ve Büyükdere bulvarlarının tam düğüm noktası olan Zincirlikuyu’daki eşsiz kavşak araziye yerleşmiş olacak yeni müdürlük. Trajedi bu ya tam o noktada bu kez isabetli bir karar geliyor. Kurumun mimari projesi iddiasız birine verileceğine, ya da hatta ufukları zamanın Alman yarışma pratiğiyle sınırlayan Architektur Wettbewerbe (mimari yarışma dergisi) türevli alelade bir mimariyle sonuçlanacak mimari yarışmaya açılacağına, tamamen tesadüf eseri yolların kesiştiği bir mimar olan Mehmet Konuralp’in dünyanın en gözde mimarlık okulu kökenli kariyer başlangıcından ve dünya görgüsüyle vizyonundan güç alan bir inisiyatifle, tasarımı onun yapması sağlanıyor. Talep de o zamanların anlayışından ve devletinden beklenmeyecek kapsamda ve netlikte; İstanbul’un gecikmiş çevreyolunun düğüm noktası köprü kadar metrosunu da temsil edecek nitelik ve ağırlıkta bir yerleşme mimarisi sipariş ediliyor mimara. Mehmet Konuralp, iletişim imkanlarının günümüzle kıyaslanamayacak kısıtlılıkta olduğu bir zamanın içe dönük yarışma mimarisi perspektifiyle görülüp farkedilemeyecek bir ortamdan, Anglo-Sakson ile Latin-Akdeniz ekolleri kökenli Postmodern mimari eleştiri paradigmalarını bünyesine sindirmiş bir ortamda yetişip İstanbul’a dönmüş, iddiasını kanıtlayacak fırsatı kollayan taze bir mimar.
Kısacası yerinde bir taleple onu yanıtlamaya elverişli enerjik bir arz potansiyeli iyi tesadüf eseri buluşmuş oluyor. Çıkan ürüne gelince, Türkiye’nin ilk asma cepheli, Mies öncülüğündeki 2. kuşak Chicago okulu türevli, kabuğu montaja yatkın metal kaplama malzemeden ibaret, (yerleşmenin aşağıdaki yerleşme maketi fotoğrafında beton taşıyıcıları sarı boyalı bu bina doğramalarıyla birlikte monte edilen cephe kaplamaları takılmamış haliyle temsil ediliyor.) tuğlayı kapısından içeri sokmamış, zamanın Yeşilçamı’nın gökdelen imgesi bir ofis binasının yerleşmenin pivotu; yani sembolik ve baskın parçası olarak bulvar kenarını tuttuğu, kısacası inşaatı yavaşlatıp, mimariyi hantallaştıran harç ve sıva işçiliğinden kurtarıp, binayı beton taşıyıcı ve döşemelerden ve dışa açık yüzlerinin montaja dayalı metal parçalarla kaplanmasından ibaret hale getirerek, endüstrileşmiş dünyada da yüz yıl gecikmeyle ancak 1950’lerde ulaşılmış endüstriyel ürün vasfına uygun kılmış… Bu inşai teknik tabii ki Chicago’dan dünyanın her köşesine hemen yayılmamış, hatta Amerika’ya bile. Türkiye’ye de 1970’lerin başında bu vesileyle girip İstanbul’un sonra hep gözdesi olacak bir kavşağına hem de yeni köprünün ve geleceğin metrosunun sembolü olarak yerleşmiş… (2) Artık bütün yüksekçe binalar böyle yapılıyorsa ve eloksal süreçle renk verilmiş aluminyum, endüstrimizin standartlarından birine dönüşüp sıradan doğrama malzemesi haline gelmişse, bunu binanın rol modelliğine borçluyuz. O derece ki bugün artık çevreyollarının isimsiz mevkilerinde cephesiz inşa edilip asma cephelerini bekleyen ve üzerlerinde “komple kiralık/satılık plaza” ve bir cep no’su yazan tamamlanmamış inşaatları bile bu bir tür esnek/çevik üretim anlamına da gelen Post-seri-üretim kuyruğuna girebiliyor. Peki ya 17.Bölge’nin gerisi? Bu pivotun ardındaki orta boy oyuncular? İrili-ufaklı binalar? Onlar da modern kentlerin okunaksızlığı ve dilsizliğini öncelikli sorun haline getirmiş ilk kuşak Postmodernin izini sürüyor.Ama bu yitik dil sorununu Baroğa gidip dayanmış klasik kökenli bir dil oyununa dönüştürerek telafi etmeye çalışan Rob Krier ve Michael Graves’inkileri değil de Klasik yerine Moderne, dil oyunu yerine geometrik disipline başvuran keskin ve okunaklı bir bir mimari dağarcığın dilini kullanarak 17.Bölge’nin yönetim, konaklama, teknik birim, sosyal tesis, depo vs. ile yüklü parçalı programını kırk yıl boyunca taşımış irili-ufaklı binalarını işlev paralelliği aramaksızın birbirlerine yaklaştırıp hısım-akraba haline getirmişti. Sonuçta Modern’in Mies ile Chicago’da ulaştığı tavizsiz bir endüstriyellikle farklı kaynaklardan beslenmiş disiplinli bir geometrik kompozisyon dili dağarcığından oluşan kişilikli bir kurumsal yerleşme projesi çıkmış ortaya. Kâğıt üstünde çıkmasına çıkmış da, hemen ardından zamanın Türkiye’sinde pek sürpriz sayılamayacak bir bahtsızlık… Bu mimari dağarcığın ayrılmaz parçası olan teras çatıları hakkıyla yapamayacak bir müteahhit firma. (3) Sızan suya tedbir diye çatıların ondulin malzemelerle örtülmesiyle karakter, orijinalite ve bütünlük kaybı. Beklenmedik şekilde devlet kurumu inisiyatifiyle şekillenmiş İstanbul’un ilk, 1.kuşak eleştirel-Postmodern (4) tınılarıyla beslenmiş Modern’e de eşik atlatmış yerleşmesi, daha tamamlanamadan almış oluyor sonradan başına iyice bela olacak ilk hasarını. Hayatın cilveleri yerinde durmuyor, gidip-geliyor.Gün gelip Levent’in fabrika arazileri yerlerini AVM ve mixed use (karma programlı) 2.kuşak Postmodern yapılara bırakıp Maslak’daki ofis stokuyla birleşince bu gözde spekülatif hattın başlangıç noktası da Zincirlikuyu’ya, 17.Bölge arazisine gelip dayanmış oldu. Tesadüf değildi, İstanbul’un manzara imkanlarına sonuna kadar sahip olduğu kadar kritik hatlarının da düğüm noktasındaydı ve merkezi konumda kalmış ender, hacimli, dolayısıyla özelleştirilmeye elverişli devlet mülkü arazilerindendi. Dolayısıyla zamane kapitalizminin baskın motivasyonu spekülatif iştahın tamamını paratoner misali üzerine çekecek benzersiz bir kapasiteye sahipti ve tabii ki büyük sermaye gruplarından biri için benzersiz bir sermaye yoğunlaştırma fırsatı olacaktı. Zorlu’ya nasip oldu. Zorlu grubu da tabii ki kâr maksimizasyonunu ilk hedef haline getirecekti. İmar yoğunluğunun artması gibi kamuoyunda epey gürültü koparmış olgular da başlıca görevini sermaye devir hızını artırma diye bellemiş geç-kapitalist, neo-liberal devletin bu hedefin gerçekleşmesi için elinden geleni ardına koymamasından ibaretti o kadar.Demek ki köprünün gölgesindeki 17.Bölge arazisinin sürprizli iyimser hikâyesi kurum tesisinin projelendirilme süreciyle sonuna gelmiş oluyor… Sonrası yine sürprizsiz bir seyir, inşaat hataları; başından beri devlet desteğiyle döndürülmüş kapitalist çarkların bu noktada yoğunlaşmış sermaye birikimi kapasitesine tereddütsüzce arka çıkması. Gerisi kürenin gayrımenkul sektörü atağına maruz kalmış neresinde anlatılsa dinleyenlerin devamını ezbere getireceği standart bir senaryo. Sıkıcı derecede rutin her şey. Peki ya mimarlar? İstanbul’un yeni ikonunu yapıp kestirmeden star olma fırsatı da bu sıkıcı/rutin hikâyenin devamından öte bir gelişme değil elbet. İlk inisiyatif, işlevini İslam ülkelerine mimarlık promosyonu olarak bellemiş Ağa Han Vakfı’nda edinilmiş kariyerini ve nüfusunu Türkiyeli mimarlığı küreye açmaya adamış Süha Özkan’dan geliyor. Türkiyeli mimarlara tecrübe, İstanbul’a da geç-kapitalist ikonik mimarlıkla tanışma fırsatı gibi gözüküyor ona da. Karizması sadece Türkiyeli ve ulusötesi mimarları değil, Zorlu’yu da davetli mimari yarışmaya iknaya yetiyor. (5) Türkiye’nin kapasitesini kanıtlamış 80-90 kuşağı mimari bürolarını kurmuş mimarları (6), birer yabancı ortak seçip giriyor yarışmaya. Zaten trajedi olmaya yatkın şekilde başlamış hikâye kapasiteleri tescilli büro liderlerinin kendilerine rol modeli olmuş bir mimarın beklenmedik bir tarihsel anda yapma fırsatı bulduğu dönüm noktası niteliğindeki bir yerleşmeyi yıkıp kendi damgalarını vurmak üzere yarışa zorlanmalarıyla pekişiyor. Yarışa gönüllü olmakta tereddüt edilmiyor. Tam o sırada kapıları yeni sürprizlere iyice kapatan bir gelişme daha: Mimari yarışmalardaki görevi esasen sadece iyileri seçerek, derecelendirmekle sınırlı olmayıp kullanışlı ve gerçekçi kriterler koyarak duruma uygun sorunsalı tanımlayıp gidişata çeki-düzen vererek yarışmanın selametle sonuçlanmasının sorumluluğunu da üstlenmek olan uluslararası jürinin ve lideri Özkan’ın ağırlığı işi salimen sonlandırıp kontrolsuz gelişmeleri savuşturmaya yetmiyor. Ve yarışmaya son noktayı kararsızlığıyla jüri değil, iradesiyle Ahmet Zorlu koyuyor. O noktada iş mimariden iyice kopup, büro ölçeği yarışına ve işverenin sözünün mimarlara geçme testine dönüşüyor. Zorlu bahsi iyice yükseltiyor ve İstanbul’un işletme ölçeğindeki iki bürosunu proje çalışmasını birlikte sürdürmeye zorluyor. Böylece eksen proje seçmekten büro seçmeye kayıyor ki, o zaman bu kadar zahmete girilmesinin ve Zorlu’nun mimarını en baştan seçmeyip araya diğer mimarları ve jüriyi soktuktan sonraya ertelemesinin anlamı tamamen yitirilmiş oluyor. Emre Arolat ve Tabanlıoğlu birlikte çalışmayı kabul etseler de, aslında ilk yaptıkları projeler biraraya gelip ortak ürün çıkartmaya yatkın değil. Yine de deneniyor ve bir süre birlikte çalışılıyor. Ama muhtemelen işletme ölçekli büroyu ilk ve erken kurmanın tecrübesiyle Tabanlıoğlu gidişatın kontrolsuzluğunu ve mimari önceliklerin tamamen konu dışı kalışını erkenden sezip, devre dışı kalıyor. Bu kadar çok aktörlü bir işin yükü ve sorumluluğu da sonuçta tek başına Emre Arolat’ın ve bürosunun üzerine kalıyor. Oysa Emre Arolat, mesleki olarak, mezuniyet ertesinde “Everything goes”(her şey mübahdır)ın statükocu ve evetleyici (affirmative) oyunlarıyla oyalandıktan sonra, yeni arayışlara girip 90 ve 00’leri mesleğin ve kentin derinliklerini keşifle geçirirken bürosunu da işletme haline getirmiş, hem sermaye hem de meslek çevrelerinde muteber, önü açık, geleceği parlak bir mimarken (7) geleceği de puslu gözüken bir işle birlikte anılma bahtsızlığına maruz kalmış oluyor. İstanbul’un kaybettikleri zaten yazılıp, konuşuluyor. İstanbul’un Haliç’le yarışacak yegâne hattı olan Boğaz’ı domine edecek tesisin, ister -istemez Haliç’in dominantı Süleymaniye Külliyesi ile rekabete gireceği de düşünüldüğünde, tesis olarak Zorlu Center’in de kazanması pek mümkün gözükmüyor. Zorlu grubundan başka kazananı olmayan bu oyunun bir kaybedeni daha varsa o da mimarlık. Çünkü kamuoyunda sermayenin zorlaması, yetkili mercilerin de teslimiyetiyle imar hakkı genişlediğinde yapacak şey yokmuş, imar katsayıları kendiliğinden ve otomatik olarak tekil örnekte bile mimarlığı belirlermiş gibi bir kanaat oluşuyor. Üstelik mimarlar arasında bile taraftar bulabiliyor. Oysa imar kodları yapılı çevrenin karakter ortalamasını belirlese de tek tek projeler bu ortalamadan bağımsız olarak kendi karakterlerini oluşturur, ve hatta oluştururken ister-istemez o ortalamaya da yorum getirmiş olurlar ki, Modern mimarlık da zaten her zaman bilinçli yapılıp adı konmasa da kısmen bu reaksiyonlarla şekillenmiştir… Zorlu dahil özel isimler bir yana, işin mimarlık kısmıyla ilgili konuşup tartışacak çok şey var. Bu rant potansiyeli ve imar motivasyonuyla ortaya çıkanın kaçınılmazlığı algısının geçerli olmadığını söyledim.Çünkü mimarlık, zaten böyle olmasın, frenlenmemiş hırslar ortaya otomatiğe bağlanmış sonuçlar doğurmasın, yapılı çevrenin üretimi kaçınılamayacak bir kader haline gelmesin diye var. En azından Rönesansdan beri, yani ekonomik ve siyasi güçten görece özerkleşmiş profesyonel mimar ortaya çıkalı beri de böyle olmuş. Mimarlık herhangi bir yapı tipine, inşai yöntemine ve şekil-şemaline mahkum olunmamasının teminatı olmuş bir disiplin ve meslek. Hatta bırakalım çıkar, hırs, kar, şöhret vs. hasara meyilli sakarlık motivasyonlarını, halı/kilim, kap/kacak, türkü,lezzet misali kültüre, geleneğe malolmuş, yapı tipleri ve inşaat tekniklerine, ötesi imparatorlukları ayakta tutarak klasikleşmiş yapı ve inşaat tekniklerine bile mahkum olunmadığını kanıtlayıp durarak yazdırmış çok erken zamanlarından beri kendi (Modern mimarlığın) tarihini. En azından kaçınılmazlıkları frenleyici bir bariyer olmuş.Görece küçük parçalarla kurulmuş bir çevreye herhangi bir nedenle programı şişerek yeriyle orantısız bir yapılaşma tasarlamaya zorlanmanın mimarinin en zorlu problemlerinden olduğuna kuşku yok. Ama ne olursa olsun çaresiz kalınmayacağının görkemli bir anıtı 19-20. yüzyıl dönümünde yapıldığından iki yüzyıla birden maledilmiş Amsterdam mal borsasıdır. H.P.Berlage iki büyük meydanımsı holüyle devasa bir kütle isteyen bu programı Ortaçağ Amsterdam’ının eşbüyüklükteki ufak-tefek tüccar/zanaatkar hanelerinin içine züccaciye arasında dolaşan fil haline getirmeden ustalıkla yerleştirmeyi başardığı gibi Modernin en prestijli binaları ve küresel mirası arasına da sokmuş. Berlage bunu yaparken binanın iki yapı adası arkasında, dev ve kırık-dökük kütlesiyle bu dokunun içinde yüzyıllardır yadırganmadan duran Oude Kerk (eski kilise)’den ilham almış. Ama bu ilham, doğrudan veya dolaylı bir şekil-şema tekrarı olmaktan ziyade yazılarını derlediği kitaba “Stil ve Form” adını verebilmiş bir ustanın görgüsü ve birikimiyle mümkün olmuş bir buluşmadır.Yine de bu örneği ve söylenenleri çözümün ancak Berlage gibi ustaların ulaşabileceği yükseklikte bir çıtanın üzerinde durduğu gibi imkansızlıklara da sürüklememek gerekir. Makul ve gerçekçi olduğu kadar parlak çözümler için de ne yüzyıllara malolmuş ustalıklar, hatta ne de tescilli profesyonel tecrübe kaçınılmazdır. Bunlardan ziyade koşulları ve programı yorumlayıp, sorunsallaştıran önceliklerin belirleyici olduğunun kanıtı da yarışmacılardan Han Tümertekin atölyesinde aynı yerde ve programla çalışan master öğrencimiz Maksat Recepbayev’in ürettiği projedir. Maksat’ın projesi, programıyla ölçüyü zaten çoktan kaçırmış bu girişimin mimarisinin, çevresiyle cüsse yarıştırıp kendini can havliyle ortaya atmak yerine, hassas terazilerin kantarından geçmiş bir varoluşu benimsedikten sonra onlara göre eksilerek yerine tutunan bir tasarım stratejisinin içe sindirilebilir, hatta bulunduğu yerin değerini ortaya çıkaran sonuçlar doğurabileceğini göstermektedir. Bu proje öte yandan da kulelerin sadece adetleriyle değil, basitçe ölçüleriyle uğraşılmasının bile, nihai ürünü ne kadar değiştireceğinin kanıtıdır. Mesela Atakent’te standart hale gelmiş gözüken kule-blok ölçüleri muhtemelen manzarayı bu kadar hazmı zor hale getirmezdi… Mimarlığın gözlükleriyle bakılınca şu an ortada olan ürünün mimari iradeden, ve kamu denetiminden yoksun, kontrolsuz bir sürüklenişin cilveleriyle belirlenmiş olmasının sonucu büsbütün hazmedilemez noktalara taşıdığı anlaşılıyor. Teşbihde hata olmaz!” da izlenimde mi olur?.. Maksat’ın buraya koyduğum çizimlerini jürisinde ilk gördüğümde bu zarifleşerek sıkışmış kulelerin de New York’da Brooklyn köprüsünden Manhattan’ın iş merkezine inişi davetkar hale getiren o cehennemi gökdelen yığınının biraradalığından gelen pastel ve keskin renk ahenginin gökyüzünün dingin parlaklığıyla girdiği kontrasttan kaynaklanan çekiciliği hatırlatır şekilde berisindeki köprüye davetkar bir akis bırakacağını da düşündürmüştü.Ne olursa olsun, bunca zamanın birikimiyle mimarlık diye bir disiplin ve adına sivil toplum denebilecek bir kentlilik varoluşu hâlâ mümkün olduğu sürece, çaresiz olunmayacağı aşikâr.Mimarsız mimarlık değil belki ama, mimarın nerede girip nerede çıktığı belirsiz cılız bir aktör olmanın ötesine geçemediği de her yanından belli oluyor.Frankenstein olmaya yazgılı bu heyüla o kadar ölçüsüz ki, küçük olması gereken yerde büyüdüğü gibi, büyümek durumunda olduğunda da ufak kalıyor. Kuleleri sadece kalın değil, kısa da; lise psikoloji derslerinden kalma piknik tip adeta, AVM tablasının duvardan duvara halı misali arazinin tamamına yayılması da kulelere ölçü vermek ne kelime, daha da ölçüsüzleştirip hantallaştırıyor. Frankenstein’lığı sırf iri-kıyım boyutlarında da değil, öyle konumlanıp ölçülenmiş ki, kaçarı da yok. Ortaköy ve Ihlamur vadilerinden itibaren sokaktan bayıra, oradan bulvara, bulvardan bulvara ve tünele nereye sapılsa dikiliyor karşıya gölgesiyle ve gölgeyi iyice koyultan pelerin etkili AVM’siyle, orası-burasında bitki olması zerafet değil, üstüne- bir de meydan okuma gibi duracak hep…O zaman hızlı geçilen belirleyici bir konu yerli yerine oturmaya başlıyor ki, o da İstanbul’un neleri kaybettiği. Evet, zamanla iyice değerlenerek “rant”ın odak noktası haline gelmiş bir yerinde ekonomik değerine inat edercesine Modern mimarlığın en nadide ürünlerinden birini barındırmaya devam edeceğine Ömer Kanıpak’ın Radikal’deki yazısının (8) hesabına göre potansiyel ekonomik değerleri bile savurganca harcamış. Mimarinin estetiğe endeksli ince hesapları bir yana, muhasebenin dört işlemli hesaplarını bile tutturamamış bir tesisi barındırmaya devam edecek bundan böyle.Öte yandan 17. Bölge yerleşmesinin zamanında da arka planda kalmış binaları ise orijinalliklerini en başından yitirip tescilli “kültür varlığı” statüsüne geçememekle iz bırakmadan silindikleriyle kalacaklar. Sırf onlar değil, yeni mimar kuşaklar da bütün İstanbul’un gözü önünde, reklamı ve haberiyle, bile-isteye, güle-oynaya yitip gitmiş bu uygulanmış tarihsel örnekten mahrum kalıp resimleriyle oyalanacaklar… Ne uğruna? Sermaye döngüsü bir vites daha yükselsin, Galeria’dan beri hep birer gömlek atlatılarak yarıştırılmış AVM’ler zincirine bir çentik daha atılsın diye. Bir de Levent-Maslak spekülasyon hattının tutarlı sınırı gibi duran Zincirlikuyu’ya uzasın diye. Değer miydi? Bütün küreyi sarmış spekülasyon ekonomisinin ardında bıraktığı yapılı çevre hasarının hesabı tutuldumu ki bunun tutulsun? Kapitalizmle gelen düğün-bayram tweetleri çoktan atıldı, yazıları da yazılıyor bile, yakında baskıya girerler… Doğru ya spekülasyon hattı neden bir modül kısa kalsın? Ve sermaye eksik biriksin?..Kent ve kentliye gelince, hesabını ille mahkemelerde arayıp soracak değiller ya, Kabullenmemek, hatıraları arasına katmayıp ancak kabuslarının arasına sızabileceği şekilde bilinçaltı çöplüğünde tutma kozları da var.Sonuç olarak meslek pratiği kapasitelerinin görmezden gelinip aciz kalınmasının abidesi gibi dikilmiş olacak Zorlu Center frapanlığa hevesli AVM’si ve cüretkâr kuleleriyle İstanbul’un tepesine. Sadece mimarlar değil, farkına varmadan geçip gitmiş olanlar da arayacaklar 17.Bölge’nin üzeri siyah tülle örtülmüş brüt betonuyla onun ardına saklandıkları için silikleşmiş diğer yapıların belli-belirsiz silüetini. Bu da 17.Bölge’nin kaderi olacak, ayaktayken, mesela Gezi gibi kendini savundurmaya teşvik edecek derecede belleklere kazınmadığından, ancak yitip gittikten sonra yokluğuyla farkedilmek. Yokluğu hatırlatacak varlığını. Ki, ona da hatıra diyoruz. Bunca iddiayı ve yeniliği kibirden uzak taşımış olmanın hatıraya dönüştükten sonraki karşılığı da ardında militan bir travmadan ziyade sağlam bir inat bırakmak olur herhalde. Kentin belleğine gecikmeyle de olsa sinmişliğin inadı. Zorlu ise lanetli başlangıcının iziyle öfkeyi ve tehditi hatırlatacak. Daha belirdiği anda reddedilmiş olduğu kolay silinmeyecek kentin hafızasından ve hınç olarak geri dönecek imgesi kente, hıncı çağrıştıracak her türden reddoluşun aynası olmaktan kaçamayacak. Psişik gücüyle militan travmayı kenara ayırıp 17.Bölge ve Zorlu’ya dönersek: Hangi iz daha belirgin olur kentin hafızasında? Hâlâ ayakta olup hınç çağrışımıyla tehdidini sürdüren mi? Yoksa yavaş yavaş unutulurken, bir yandan da da inat çağrışımıyla kendini hatırlatan mı?Sanırım yarışmasıyla bitmediği gibi kullanımıyla da kapanmayacak Zincirlikuyu’daki hesap. İnadıyla hafızaya yerleşerek hatıra haline gelecek 17.Bölge’yi bir kere oraya yerleştikten sonra nasıl artık hınç ve öfke imgesi olarak geri dönerken tasavvur etmek zorsa, Zorlu Center’in de fazla kaba-saba ve teklifsiz olduğu için lanetli damgası yiyerek başlamış yaşamını da herkese şimdiden dar ettiği kentte kendine de hatıraya dönüşecek manevra alanı bulurken düşünmek kolay olmayacak.Bir aralığı hızlı geçtik. Bir de Afife Batur var. Kültürel/doğal çevre korumanın duayeni… Tecrübesiyle sürecin kritik bir evresinde gidişatı görüyor ve 17.Bölge yerleşmesinin “kültür varlığı” olarak tescillenmesi için kamuoyunda “Anıtlar Kurulu” diye anılan kültürel/doğal çevreyi korumakla görevli yetkili kuruma başvuruda bulunuyor. Ama kurul, diğerlerinin çatılarına müdahaleler sonucunda orijinalliklerini yitirmiş olmaları nedeniyle sadece pivot ofis binasını tescil ediyor. Ama Zorlu Center’in o iri-kıyım, kalabalık ve yangından mal kaçırma misalli telaşlı inşaat sürecinde fazla narin kalmış olmalı ki o da yıkılıp molozun arasına karışmış… Zorlu, koruma ve telif yaptırımları gereği yokolmuş tescilli binayı yapmak ve restorasyon projesini de müellif mimarına hazırlatmak zorunda. Zorlu vakasının cilvesi bu kez de mimarına aynı projeyi kırk yıl arayla ikinci kez çizdiriyor. Bunun ek bir maddi ve/ya manevi kazanç getirip mimarını kazananlar hanesine yazdırmayacağı da hikâyenin gelişinden bellidir artık herhalde….Dipnotlar