Yollarda olmayı mı, yol filmlerini mi daha çok seviyorum, emin değilim.
Yollarda olmaktan bu denli uzaklaştığımız bir zaman yaşamadık, dolayısıyla bu andan bu soruya adil bir cevap vermek zor olabilir. Yola çıkmayı özledik. Benim içimden en çok arabaya atlayıp, uzak yerlere gitmek geçiyor. Türkiye’nin bilmediğim, daha önce gitmediğim şehirlerine, köylerine, plansız, programsız… Normalleşme dönemi yolculuk planım bu. Zaten benim için yolculuk en çok araba yolculuğu demek.
Tabii, Avrupa’da karlar arasında ormanlardan geçen ya da Moskova’dan Sibirya’ya giden bir tren yolculuğu da hayal edebilirim ama hem şu aralar ulaşılması iyice güçleşti, hem de tren bağımlı kalmak demek.
Gemi yolculuğu deneyimim yok denecek kadar az, tahayyül edemediğim bir şey. Diğer seçeneklerden tekne yolculuğu ve ben, birbirimizi her anlamda aşarız, onu es geçiyorum, denizin ortasında olmak bana özgürlük hissinden çok kapatılmışlık hissi veriyor, ayrıca.
Otobüs, yolculuktan çok bir varış temennisi. Çabuk geçip bitmesinde fayda var.
Uçak ise yolculuk değil de, bir mucize sanki… Uçak yolculuklarını çok severim ama farklı bir kategorinin farklı bir işi o da. Ayrıca ruhumuzun uçağın hızına yetişememesi de ciddiye alınması gereken bir risk!!!
Hâlbuki araba ile hakikaten yollarda oluruz. Gelsin en içli şarkılar, tematik listeler, gereksiz atıştırmalıklar, istediğin yerde durmalar, ayran, çay, köfte… Memleketin güzelliği/sefilliği/yakınlığı karşısında giriliveren “samimiyet buhranları”.
Peki, tüm bu açık burhanlara ve hoş buhranlara rağmen iyi yol filmlerini yollarda olmakla nasıl kıyaslayabiliyorum?
Yol filmleri, evi özlemeksizin derli toplu kompakt yolculuklara çıkmak fırsatı bir anlamda. Evcil insanların yola çıkmanın ne olduğunu düşünmesi için birebir… Ama daha ilgi çekici yanı, gerçek hayatta çok zor bulunabilen dönüşmeye/değişmeye hazır ve istekli insan hikayeleri izlemek, insanların ve hayatın inatçılığının/ümitsizliğinin kırıldığı ferahlama anlarına şahit olmak. Yaptığınız her şeyde, her itirazınızda “İnsanları değiştiremezsin” diye haklı uyarılar alan insanlardan biriyseniz, bu anlara şahit olmak hiç de azımsanabilecek bir arınma sayılmaz.
Yol filmi deyince, hemen aklıma geliverenler, Into the Wild* (Özgürlük Yolu), Im Julie** (Temmuz’da), This Must Be the Place*** (Olmak İstediğim Yer) ve illâ ki Limonata****. Farklı kategorilerin filmleri olsalar da, hepsinin baskın yanı, tanım gereği yollarda geçmelerinin yanısıra, yolların hayatı dönüştürme gücü. Üstelik, tamamında yollarda “durak yeri insanları” ile karşılaşılır. Film bize, aslında bu durak yerlerinde karşılaşılanların da film kahramanları kadar aynı zamanda hem olağan üstü hem de sıradan hikayelerinin olduğunu fısıldar. Onlar üzerine de olabilirdi film. Kendini sıradan gören herhangi bir kişi anlatılmaya değerdir. Sıra dışı hissedenler ise neredeyse sıkıcıdır.
“Into the Wild” gerçek bir hayat hikayesinden bahseder. Genç ve her anlamda parlak Amerikalı Christopher Mc Candless Amerikan tarzı hayatın “olağan üstü” olarak lanse edilen her şeyinden kaçar: Eğitimli ama nevrotik, “olması gerektiği gibi” annesinden, eğitimli, çok para kazanmış ve nevrotik, “olması gerektiği gibi” babasından, “değerli” diplomasından, yüksek maaş karşılığında dayatılan hayat biçiminden. Maddiyattan kaçarken yan çizmez, ailesinin maddi imkânlarından da uzaklaşmak ister. Samimiyet de burada ortaya çıkar. Para kazanmamak, paraya ihtiyacın minimuma indirilebildiği bir hayat yaşamak ciddiye alınması gereken bir seçimdir. Ama seçimler, aracın seçiminden çok hayat biçiminde gösterir kendini. Film, yaşadığını fark etmek isteyen bu gencin Alaska’ya gitmek ve orada, o sert ve çetin doğada, diğer hayvanlarla eşit değilse de denk bir hayat sürdürmek için yollarda yaşadıklarını anlatır. Lord Byron’ın “… I love not man the less, but Nature more (İnsanı daha az seviyor değilim, ama Tabiatı daha çok)” dizesiyle başlar. Yolda dönüşen Christopher’ın “Happiness only real when shared (Mutluluk sadece paylaşıldığında gerçek)” dediği kırık dökük ama esaslı ifadesiyle son bulur. İlk anda çelişki gibi görünen bu ifadeler yolda olup bitenin sade bir açıklamasıdır.
“Im Juli”nin büyüleyici yanı ise neşesidir. Fizik öğretmeni “akıllı” Alman genç, hayatla ilgili hesaplamalarının ikide birde boşa çıkmasına rağmen, neşelenmeyi öğrendiği ve kendisini yollara emanet ettiği sürece, hayatın ona tartışmasız daha güzel seçenekler sunmasıyla gerçekten yaşamaya başlar. Büyülü Türk-Alman gerçekliği! Filmin İstanbul’da Ortaköy’de sona ermesi de İstanbulcular için ayrı bir büyülü faktördür.
“This Must Be the Place”, “65+”ya merdiven dayamış eski rock yıldızının (görüntü ve belki de ruhsal olarak The Cure’un solisti Robert Smith’in) Auschwitz’de babasına işkence etmiş olan Nazi subayının izinde yaptığı ABD yolculuğunu anlatır. Yolculuk esnasında tekerlekli valizi icat eden adamdan, Iggy Pop rolündeki Iggy Pop’a kadar birçok insanla hemhâl olur. Dönüşte, “marjinal” olmanın hayattan kaytarmak ya da sorumluluk almamak olmadığını bilmektedir artık. Uçuk kaçık eski bir rock yıldızı için, bundan daha güzel ve samimi bir içe dönük çıkarım olabilir mi?
“İllâ ki” Limonata mevzuuna gelince… Sıkıcı olabilecek bazı uzun sahneler de dahil olmak üzere, her sahnesi ayrı bir samimiyet manzumesidir. Kardeşlik gibi, insanların arasındaki görünmez bağlar gibi hayati bir konu böyle içtenlikle işlenince, filmin kahramanlarını, futbol takımındaki çocukları, çingene düğünündekileri ve cenaze evindekileri, tamamını, yakından tanıyormuşuz gibi hissederiz. Film boyunca onlarla olmak çok hoş bir duygu bırakır çoğumuzda. İstanbul’da kendi kabuğunda itimat hissinden uzak yaşayan Selim rolündeki Serkan Keskin’in bu uzun yolun sonunda girdiği gibi, en “insanlardan kaçan” insanı bile samimiyet buhranına sokabilir Limonata. Yakınlaşabildiğimiz maskesiz herkesi sevebilirmişiz demek ki!
Burada andığım ya da anmadan geçtiğim iyi yol filmlerinin hiçbiri birbirinin yerini tutamaz aslında. İhtiyacınız olan “mühim” mesajı her seyrettiğinizde başka bir sahnede bulursunuz. Hepsini ya da herhangi bir tanesinin bütün sahnelerini seyrettikçe seyredesiniz gelir.
Yol dediğimiz şey, mesafeleri olduğu gibi kıyıda köşede kalmış gibi görünen ama bütün bir hayatı fark ettirmeden engellerle kuşatan blokajları geride bırakmak, aşıp gitmektir. Bu engelleri gözümüzde büyütüp durduğumuz ve herhangi bir yüzleşmeden korku duyacak kadar kaskatı kaldığımız zamanlarda, yollarda olacak cesareti/imkânı bulamasak bile, yol filmleri ile ferahlayabiliriz.
Eduardo Galeano’nun “Binbir Gece Masalları”ndaki veciz sözleri hatırlattığı şu birkaç cümle de, istikrar ile hayatı karıştırmaya başladığımız acil ve sıkıcı durumlarda limonata niyetine kullanılmak üzere bir kenarda dursun:
“‘Binbir Gece Masalları’nın sayfalarında şu tavsiyede bulunulur:
“Çek git, dostum! Her şeyi terk et ve çek git! Yayından çıkıp gitmeyen ok ne işe yarar ki? Odun olarak kalmaya devam etseydi, ud o ahenkli sesleri çıkarabilir miydi?”
* Sean Penn, 2007
** Fatih Akın, 2000
*** Paolo Sorrentino, 2011
**** Ali Atay, 2015