Serbestiyet’te Halil Berktay “ben de bir troldüm” başlığıyla bir yazı yazdı. Başlığının vadettiği konuyu bu kadar ince işleyen, bu kadar az sözle bu kadar güçlü ışık yaratan, böyle özgün bir metin bulmak sık rastlanan bir durum değil. Berktay yazısında, tahmin edileceği gibi, parti-hareket-lider bağlılığının en koyu kıvamını sergileyen; bu bağlılığı uğruna her türlü fikri-fiili operasyonu yapabilen, yapılanları onaylayıp savunabilen bir siyasi insan profilinin iç dünyasını tartışıyor. Yazı, özeti kaldırmayacak kadar ekonomik. O nedenle öyle bir şeye kalkışmam doğru olmaz; sadece okumanızı önerebilirim.
Bu yazının üzerimde bu kadar ani etki yapmasının belki de bir nedeni, benim de, tanıdığım birçok insan üzerinden “siyasi taraf olma” durumunun hangi psikolojik mekanizmalara dayandığı sorusuna cevap arıyor olmama denk gelmesidir. Gerçi Berktay yazısında, hareket-parti-liderle organik bağı bulunan; doğrudan siyasi aktivizm gösteren bir insan tipini irdeliyor. Benim ilgi duyduğum çevre, organik bağlantı ağının içinde sayılamayacak ama iktidara inatçı, güçlü bir bağlılık besleyen, daha dış bir halkada yer alanlar.
Sözünü ettiğim taraftar tipinin, Berktay’ın yazısında pasaj ayırdığı “çıkar” beklentisi içinden- ki yazısında bu “çıkar” kavramının çok geniş ve gerçekçi bir açılımını yapıyor Berktay- açıklanması söz konusu değil. Bunlar, yine Berktay’ın “idealist” nitelemesini yakıştırdığı ve “patika bağımlılığı” kavramına baş vurarak analiz ettiği trol modelinin akrabaları.
Çıkarcı makyavelistleri ayırırsak, Berktay yazısında esas olarak, “patika bağımlılığı” yaşayan trol davranışını, bağlandığı yolun haklılığından/ doğruluğundan kuşkuya düşmüş bir taraftarın varoluşsal hırçınlığı; hayatının anlam merkezinin çökme tehlikesine karşı bilinçaltının gösterdiği tepki olarak tanımlıyor. En azından yazının ana fikrini ben böyle anlıyorum. Benzer bir tezi Alper Görmüş de dile getirmişti. Solculuk yıllarında yaptığı gözlemlere dayanarak, davaya ve lidere bağlılığını en yüksek sesle ilan edenlerin kopuşa en yakın duranlar olabileceğine işaret etmişti (“Bağlılığın gösterişli dışavurumları sıklıkla şüpheye dairdir” serbestiyet 22.04.2020).
Patika bağımlılığı kavramı da bu “şüpheyi aşma, kendini teyit etme” teşhisini kapsayan analize elverişli bir kavram. Belli bir amaca ulaşmak için yapılmış tercihlerin zamanla o amaca çok uygun olmadığı anlaşıldığında, başka alternatiflere yönelmenin altından kalkılamayacak maliyet yaratması nedeniyle yön değiştirilememesi durumları için kullanılıyor.
Bu kavramı insanoğlunun duygusal yatırımlarına uygulamak hoş bir yaratıcılık bence. Çünkü, salt rasyonel argümanlarla bağlanmışız gibi sunduğumuz (tabii çoğu kere açık bilinç alanında kendimiz de buna inandığımız) siyasi fikir ve taraftarlık pozisyonlarımız pekala aynı zamanda duygusal yatırımlardır.
Kimliğimizi durmaksızın inşa ederken aidiyetlere ihtiyaç duyarız. Bizi kendi gözümüzde değerli, saygın, önemli kılacak aynalar ararız. İnsan birçok aidiyet geliştirirken, belki farkında bile olmadan kendi kimliğine yatırım yapmaktadır. Meşrebimize göre milleti, devleti, işçi sınıfını, çevreyi, tüm insanlığı kurtarmaya soyunurken, aslında deyim yerindeyse kendimizi kurtarmanın derdindeyizdir. Yüksek değerlerin savunucusu olmak insana iyi gelir.
Mesele bu duygusal yatırımı nasıl yöneteceğimizdir. Soyut değerlere aidiyet yalnız başına yaşanacak bir tecrübe değildir. Tasavvur, zihinde yaşanan soyut bir etkinliktir. Barışı, eşitliği, adaleti bir değer olarak tasavvur edebiliriz ama bu ihtiyaç duyduğumuz aidiyet duygusunu yaşamamıza yetmez. Aidiyet hissedebilmemiz için bizimle benzer değerleri taşıyan, onlar için çaba sarf eden diğer insanlarla etkileşime geçmemiz gerekir. Bu etkileşimin organik olması, fiziki temas içermesi de şart değildir. O insanların varlığını bilmemiz, bir topluluk oluşturduğumuzun farkında olmamız yeterlidir.
Bunun yanısıra aidiyet hissettiğimiz kesimin yapısal olarak da, liderlik düzeyinde de kamusal alanda etkili temsil edilebilmesini isteriz. Siyasal aidiyetler aynı zamanda çatışma içerir. Onaylandığımız, yüceltildiğimiz kadar, karşıt aidiyet sahiplerince aşağılanır, reddedilir ya da yok sayılırız. Bu durum genellikle aidiyet duygumuzu pekiştiren, yapıya ve lidere bağlanma ihtiyacımızı güçlendiren bir işlev görür. Özellikle doğal çevremiz, eski arkadaşlıklarımızla bizi karşı karşıya getiren; dolayısıyla önemli bir sosyal maliyet içeren tercihlerde bulunmuşsak yaptığımız duygusal yatırıma daha da fazla bağlanırız. Benim siyasal davranışlarını gözleyip üzerine düşündüğüm insanlar da tam böyle (benim gibi), eski siyasal aidiyetleriyle yüzleşmeyi, o tercihlerden kopmayı ve demokratik değerler olarak kodladıkları yeni bir anlam dünyasına yönelmeyi seçmiş insanlar. Bahsettiğim sosyal bedeli ödemeyi göze aldılar ve büyük ölçüde ödediler de. Hal böyle olunca, aidiyete yapılan duygusal yatırımın aynı zamanda ciddi bir patika seçimi olduğu daha da iyi anlaşılır.
Bu duygusal yatırımın idaresini zorlaştıran da işte bu canlı kanlı etkileşim dünyasıdır. Patika bağımlılığı kavramı tam burada gerçekten açıklayıcı olabilir. 2000’li yılların başında evrensel demokratik normlara dayalı bir devlet ve toplum düzeni oluşturmanın en temel mesele olduğuna karar vermiş ve siyasal tercihlerini bu perspektif üzerine inşa etmeye başlamış bir kısım insanlar sosyalist teori ve pratikle ilişkilerini kestiler. Askeri vesayete karşı mücadele veren, demokratik reformların savunuculuğunu yapan AKP’yi destekler bir siyasi pozisyon aldılar. Yüksek bir politizasyon ve polarizasyon ikliminde bu duygusal yatırımlarını yönetmeye çalıştılar. Evrensel demokratik standartlara sahip bir ülkede yaşamamızı sağlamak amaç; bunu vadeden AKP ve onun liderliği ise araçtı.
Peki, onca sert çatışmayı, kopuşu, iddialı tartışmaları gerektiren bu araç, gerçekten amaca götüren doğru bir patikayı mı ifade ediyordu? Bu sorunun ayrı bir tartışma konusu olduğunun farkında olarak, bu yazının odağını kaydırmasını istemediğim için kestirmeden geçiyorum: Evet, benim cevabım o günün somut koşullarında doğru bir tercihti bu.
Arada yaşanan olayları sıralayacak ya da bir milat önerecek değilim. Sadece, bugünün manzarasına artık baktığımızda “amacımız evrensel standartlarda demokrasi, aracımız da AKP ve lideri; doğru patikadayız” diyebilmenin traji-komikliğine işaret edeceğim.
İşte bu durum, zamanında yapılmış duygusal yatırımın bir süredir işlemediğini; yüksek değerler üzerinden üretilmiş aidiyet duygusunun “araç”a takılı kaldığını, patikadan çıkmanın duygusal maliyetinin bilinçli veya güdüsel olarak göze alınamadığını gösteriyor. Benim duygusal yatırımın iyi yönetilmesi dediğim şey de, kimliğimizin inşasında çok ciddi rolü olan aidiyetlerin ihtiyaç karşıladığı kadar güçlü bir tuzak da oluşturabileceğini akılda tutmak.
Bu patikanın tıkandığını ama dönme cesaretinin gösterilemediğini apaçık ortaya seren cümleyi söyleyeyim mi?
“Türkiye Norveç değil…”
Demokrasinin en temel mesele olduğuna inanıyorsunuz. Eski mahallenizle hesaplaşıp, helalleşip yola koyuluyor, yeni güçlerle manevi bir aidiyet bağı peydahlıyorsunuz. Askeri vesayete karşı yan yana mücadele ediyorsunuz. Askeri vesayeti savunan, sizin demokrasi adına talep ettiğiniz reformlara direnen çevrelerin size karşı ileri sürdüğü en temel argüman, Türkiye’nin gelişmiş Batı ülkelerinden farklı, özgün bir ülke olduğu. Oralardaki sistemin buraya uygulanamayacağı. Yani, diyorlar ki sizin reform isteklerinize karşı çıkarken; “Türkiye Norveç değil.”
Sonra bugünlere geliyoruz. Manzara ortada. Demokrasi yerine, karikatürü bile denemeyecek bir tuhaf rejimin içindeyiz.
Ve siz diyorsunuz ki askeri vesayetin kulaklarını çınlatarak…
“Türkiye Norveç değil”
Demokrasi patikasında ilerlerken mücadele ettiğiniz argümanı, bugün mevcut duruma mazeret bulmak için kullanır hale düşüyorsunuz.
Bir duygusal yatırımın çöküşünü bu cümleden daha iyi ne anlatabilir?
Çok hazin…