Ana SayfaHaberlerYaşamUNICEF iyi niyet elçisi Kıvanç Tatlıtuğ’dan yakışıklı sözler

UNICEF iyi niyet elçisi Kıvanç Tatlıtuğ’dan yakışıklı sözler

“Dünya üzerinde yaşayan her bir birey için, her bir dünya vatandaşı için eşitlik, özgürlük, barış, refah, adalet sağlanmadığı sürece hiçbirimiz mutlu ve güvende hissedemeyiz.”

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) iyi niyet elçisi olan oyuncu Kıvanç Tatlıtuğ, Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde kurulan ve 160 ülkeden 9 bin 500 şirket ve 3 bin sivil toplum örgütünün üye olduğu kurumsal sürdürülebilirlik inisiyatifi Global Compact’in Türkiye sosyal medya yayınına katıldı.

WPP Ajansı Türkiye Ülke Başkanı Demet İkiler’in sorularını yanıtlayan Tatlıtuğ’un ABD’deki ırkçılığa karşı isyan ve pandemi ile ilgili verdiği mesajlar dikkat çekiciydi:

“Bugün dünyada ayrımcılığa karşı haklı bir isyanı görüyoruz. Hâlâ anlaşılamadığı için çevremi şaşkınlıkla izliyorum. Çok net. Dünya üzerinde yaşayan her bir birey için, her bir dünya vatandaşı için eşitlik, özgürlük, barış, refah, adalet sağlanmadığı sürece hiçbirimiz mutlu ve güvende hissedemeyiz. Bunu pandemi de çok net ve çarpıcı bir şekilde gösteriyor.”

Aslında Kıvanç Tatlıtuğ’un yakışıklı genç bir oyuncu profilinin üzerindeki bu konuşması onu yakından takip edenler için sürpriz değil.

Daha önce de attığı tweet’ler ve yaptığı konuşmalarla farkını ortaya koymuştu.

2011 yılında Alper Görmüş de Aktüel dergisinde yazdığı “Kendisini değiştiriyor, hayatını değiştirmiyor” başlıklı Kıvanç Tatlıtuğ portresinde genç oyuncunun bu farkını anlatmıştı.

Tatlıtuğ’la ilgili dokuz yıl önce yazılmış bu portreyi dikkatinize sunuyoruz.

****

Kıvanç Tatlıtuğ, “sıradanlığı” nedeniyle söyleşi ustası kadın gazetecilerde belil belirsiz bir sinirliliğe yol açan, benim ise sempatiyle yaklaştığım o “arızasız ünlü”ler arasında yer alıyor… Birkaç yerde “utangaç” olduğuna dair bir şeyler okumuştum; bunu, gündelik hayatını nasıl yaşadığına dair Nur Çintay’ın anlattıklarıyla birleştirdiğimde, ona karşı beslediğim sempati daha da arttı:

“Halk arasında ‘ütü’ tabir edilen bilmem kaç metrelik motor-yatıyla falanca Yunan adasından girip filancasından çıkmıyordu. Çeşme’de piyasada değildi. Hep böyle hafif low profile bir hali vardı. Zaten bir sürü özelliğinden önce: Efendi çocuk. İyi aile çocuğu. Temiz. Düzgün. Öyle görünüyor. Biraz teyzeliğin zararı olmaz: Mühim şeyler bunlar! Bu kadar şan şöhret gelince şirazeden çıkmamak için lazım gelen şeyler.”

“Helal olsun” dedirten muhafazakârlık…

Bu kadar şan şöhretle şirazeden çıkmamak bende sadece sempati duygusuna yol açmıyor, ona saygı da duyuyorum… Fakat hiç kuşkusuz saygıyı asıl, yaptığı iş karşısında gösterdiği olağanüstü ciddiyet nedeniyle hak ediyor.

İlk gençlik yıllarında kendisi için meslek olarak profesyonel basketbol oyunculuğunu seçmişti. Önce doğup büyüdüğü Adana’da oynadı, sonra İstanbul’a geldi, profesyonel takımlarda yer aldı… İki sezon Beşiktaş genç takımında oynadıktan sonra A takımına geçtiği yıl ayağından sakatlandı ve profesyonel basketbol oyunculuğu hayalinden vazgeçmek zorunda kaldı.

Annesi onun çok iyi bir manken olacağını düşünüyordu, fakat zihninde basketbol olduğu süre boyunca o bu düşünceye hiç itibar etmedi. Ne zaman ki sakatlandı, zaten çok sevdiği annesinin ricasını kırmayıp mankenliğe başladı. Önce “Best Model of Turkey”, ardından da “Best Model of World” oldu…

Annesi demişken…

Ayşe Arman’a verdiği bir söyleşide (2006) “Kadın denince aklınıza ne geliyor?” sorusuna, “Annem… Kadın annemdir yani” cevabını vermiş, söyleşi şu soru-cevapla sürmüştü:

– Azra Akın bozulmaz mı bu cevaba?

– Yok canım. İkisinin de yeri ayrı. Çok düşkünüm ben anneme. O da bana. Bu cevaplardan ötürü o zamanlar birileri psikiyatrist divanına yatırmaya kalkmışlar mıydı onu, bilmiyorum… Bense, kelimelerin onun dilinden, kimin nasıl yorumlayacağına fazla takılmadan, öylesine samimiyetle dökülüverilişine odaklanmış, onu bir kez daha takdir etmiştim.

Sadece annesine değil, bütün ailesine; babasına, ablalarına, onların çocuklarına da bağlı… Yazın bütün aileyi alıp deniz kenarında tatil yapmış. Biriktirdiği paraları da babasına teslim ediyormuş, birlikte onları nasıl değerlendireceklerini konuşuyorlarmış…

Eski arkadaşlarından ve çevresinden kopmamış olması, mutluluğunu oralarda araması da kayda değer… Her şeyi hızla tüketip, yeni geçici mutlulukların peşine düşenler dünyasında böyle bir muhafazakârlığa ben ancak “helal olsun” derim:

“Değişen bir şey yok. Dostlarım aynı, yani hiçbir şey değişmedi hayatımda.”   Bütün bunlar, bu kadar “normallik” ve “düzgünlük” birilerine fazla geliyor olabilir, Fakat Kıvanç Tatlıtuğ’un, izleyicilerinin çoğunun kendisinden ne beklediğini bile bile “kendisi olmaya” devam etmesi, dediğim gibi, bende sadece sempati ve saygı duygusu yaratıyor.

“Çok acayip, çok güçlü bir insan…”

Gelelim, saygıyı asıl hak ettiği alana…

Televizyon dizilerinde oynamaya başladığında, oyunculuk performansı “manken için idare eder” diye özetlenebilecek bir seviyedeydi ve doğrusu “işlenirse olur” umudu da vermiyordu…

Şunu söylemem size tuhaf gelebilir: Ben ilk kez “çanta”lı, “vay vayvay”lı Mavi Jeans reklamında “iyi bir yönetmenle çok şey değişebilir” duygusu edindim. Tabii o zaman da Ezel’deki ve bilhassa Kuzey Güney’deki olağanüstü performansına ulaşabileceğini aklımdan bile geçirmemiştim. Çünkü o zamanlar onun çalışkanlığı, sabrı ve azmiyle ilgili şimdiki bilgilerimize sahip değildik…

Bu çerçevedeki karakter özelliklerinin gerçek boyutlarını ancak geçtiğimiz yaz öğrenebildik… “Nerede bu adam, neden ortalarda yok” sorusunun cevabını Kuzey Güney dizisinin ilk bölümünün televizyonda izledikten sonra aldık… Bu dönemi oyunculuk eğitimi ile dizideki rolünün gereğini yerine getirmek için vücudunu geliştirmeye, değiştirmeye adamış meğer.

Hocalarının anlattıklarını dinledikçe onun çalışkanlığı, sabrı ve azmiyle ilgili daha net bilgilere ulaştık.

Önce oyunculuk dersleri aldığı İpek Bilgin’in sözleri:

“Kıvanç’la günde 5-6 saat, kimi zaman da 10 saate yakın çalıştık. Daha önce çalıştırdığım çok insan oldu ama hepsi Kıvanç olamadı. (…) Bu iş karakterle çok bağlantılıdır. Sanıldığı gibi karakterden bağımsız bir şey değildir. Kıvanç’ın karakteri bütün bunları taşımaya çok müsait. Kıvanç çok acayip, çok güçlü bir insan. İnsanlar onun bu kadar üzerine gelirken karakterini bozmayıp hâlâ oyunculuk çalışıyor olması kolay bir şey değil. Kıvanç’la bu sene çalışırken onu aşkla seyrettim. İşine verdiği değer müthiş.”

Şunlar da, onu profesyonel bir dövüşçüye dönüştüren TonyHill ile beslenme uzmanı eşi Karen Hill’in sözleri:

“Kıvanç çok inatçı ve istekli bir öğrenciydi. Bunun zor bir süreç olacağını biliyordu ama vücudundaki değişiklikleri fark ettikçe heyecanlandı. Sözümüzden çıkmadı. Çok sabırlıydı. Haftada minimum üç gün birlikteydik. Antrenmanımız da 1,5 saat sürüyordu. Vücudun dengeye oturması için ek olarak uyku saatlerini de dengeledik. Sabah 07.00’de kalkıp akşamları en geç 23.00’te uyudu. Her gün 500 mekik, 150 şınav ve 100 barfiks çekiyordu.”

Herkes çalışkan olabilir, hırslı, azimli olabilir, fakat ilerlemek için her şeyden önce mütevazı olmak, “oldum ben” dememek gerekiyor… Bence Kıvanç Tatlıtuğ’un başarısının temelinde asıl bu yatıyor. Şu sözler ona ait:

“Bu eğitimin hayat boyu bitmemesi gerektiğini biliyorum. Türkiye’de Haluk Bilginer gibi bir üstat, ‘Ben daha yolun yarısındayım’ diyebiliyorsa, biz susalım.”

Bu portreyi bir itirafla bitireceğim…

Aklıma çok zaman geldi Kıvanç Tatlıtuğ’u yazmak… Kendinden söz ettiğinde, anlattığı adam alçakgönüllülüğüyle, basitliğiyle, sıradanlığıyla sevip sayabileceğim, arkadaş olmak isteyebileceğim biriydi ama, onun dünyasında o kadar çok “mış gibi” yapan adam vardı ki sözlerinin sahiciliğine bir türlü şöyle ferah bir duyguyla ikna olamıyordum… “Herkesin kasım kasım kasıldığı bir dünyada” diyordum, “belki o da alçakgönüllülük ve basitlikle sürüden ayrılıp farklılaşmaya, oradan bir rant kotarmaya çalışıyordur…” Böyle düşünüyor ve mahçup olmaktan korkup bir türlü yazmaya cesaret edemiyordum.

Şimdi mi? Şimdi en küçük bir kuşkum bile kalmadı…

- Advertisment -