Yassıada’yı müzeleştirmek; 2000’lerin başında ilk genç siviller inisiyatifinin dile getirdiği bir fikirdi. Adını öyle koymasalar da geliştirdikleri çerçeve “ibret hatırası/anıtı” başlığıyla örtüşüyordu. Nasıl oldu bilmiyorum; yirmi civarı yıl sonra iktidar partisi adına demokrasi de iliştirilmiş somut bir projeyle çıktı karşımıza. Siyasi geçmişimizle alışverişini hesaba katan mimari bir açıdan değerlendirmeye çalışacağım.
1-Postmodernin şuursuz, sinik savurgan kanadı
Önümüze sürülen mimari projenin dahil olduğu mimari anlayış olan Postmodernin “everything goes” (herşey mubahtır) eğiliminin küresel öncülerini hatırladıktan sonra gecikmiş örneği olarak konumuz Yassıada projesine bakalım:
İmge yağmacı “kes-“yapıştır” tekniğiyle üretilmiş sinik projelerin çoğunda olabildiği gibi, referans kaynağı sözcüğün düz anlamından form türetmekle işe başlandığı anlaşılıyor. İçine yeşil sızmış bir kaya kütlesi olan Yassıada’nın ortalardaki tepe noktasına büyükçe bir dairesel zemin yerleştirilerek elde edilen “yassı” zemin; altındaki iri fuayenin çatısına dönüştürülmüş. Dört bir yanından saplanan toplantı salonları o dairesel yassı tepsinin içini fuayeye dönüştürmüş. Adanın köşelerini birbirine bağlayan diyagonal merdiven hattı, tepedeki (muhtemelen meydan dedikleri) yassı düzlüğün merkezindeki havuza odaklandıktan sonra (muhtemelen sokak diyecekleri şekilde) kütleleriyle farklılaşan yapıların arasında sönümleniyor. Adanın iskelesiyle rıhtım hattı da irili ufaklı binalarla donatılmış. Yassıada duruşmalarının ünlü salonu da ibretlik bir hatıra olarak korunmak yerine iskeletine indirgenip yepyeni bir salon haline getirilirken ikinci bir yassı tepsinin kenarına iliştirilmiş… Bir bütün olarak bakınca da akla Antalya sahil çizgisindeki kumsala yaslanmış tatil köylerini getiriyor.
2- Mahrumiyet köyü
Hem de aralarından tatil yaşamı standardını modern mimarlık kültürüyle donatmış Emre Arolat’ın Kervansaray’ı ya da Eren Talu’nun Su oteli gibi kayda değer modern mimari örneklerinin izini sürerek değil, turistin yazlık rehavetinin boş vermişliğini çağrı fırsatı olarak kullanmış Kremlin, Topkapı tatil köyleri gibi ilkesiz imge yığılmasıyla şekillenmiş tesislere özenerek. Üstelik onların Antalya kıyısındaki iri parsellere yayılarak uyguladıkları programın taklidini minyon bir Marmara adasına sıkıştırarak. Marmara’nın bu kadar yakınında Edremit körfezi gibi cazip bir alternatif varken tatil yeri diye minyon bir Marmara adasının seçilmeyeceğini fark etmiş olmalılar ki; kongre odaklı bir programda karar kılmışlar.
3-Kongre sarayları çöplüğü
Ama bu karar da projeyi kurtarmıyor çünkü öte yandan da İstanbul’da son zamanlarda israf sınırını aşmış bir kongre merkezleri stoku zaten savurganca inşa edilmişti. Önce 40’ların Maçka vadisi projelerinden modern mimarinin iyi örneği Spor ve Sergi sarayı acemi proje yönetimleri zincirine kurban edildikten sonra Haliç’deki mezbaha restitüsyonu koruma pratiği bakımından problemli şekilde ve plansızlık abidesi olarak aynı kapasitede ikinci bir kongre merkezine dönüştürüldü. Yetmiyormuş gibi geçende ilkinin yanına diğerinin işleyişini de darmadağın eden üçüncüsü yapıldı.
Oysa biraz çevresine bakmayı bilen becerikli bir yönetim Barcelona’nin sahil bandının şehri boydan boya kesen diagonal bulvarıyla buluşma noktasını Port-forum adıyla kongre, sergi vb. etkinliklerle de bütünleştirmiş cazip bir kamu alanına dönüştürülebildiğini farkedip ilham alabilirdi.
4-Kayanın şiirsel konforu
Kayalık arazide mimarlık deyince mimari hafızada öncelikli yer tutmuş Mallaparte evine gelince: Cazibesi öncelikle Akdenizin mavisiyle kuşatılmış o dikkat çekici yekpare kaya kütlesine onun esrarını daha da müphemleştirecek şekilde yerleşmesinden kaynaklanır. Evi mimari hafızanın ötesine aşırtıp kuşağımın popüler hafızasına taşıyan Brigitte Bardot ve Michel Piccoli’nin oynadığı ve hikayesinden ziyade hikayenin sahnesi olan villa ile hatırlanan Jean Luc Godard’ın Nefret (Mepris) filmi olmuştu.
Ancak sadece Mallaparte villası değil, denizin ortasındaki dev bir taş kütle olan Capri adasının tamamı kayalık bir araziyle mimari olarak nasıl ilişki kurulabileceğine dair ilham verici ipuçlarıyla doludur. Çünkü kalesi, mahalleleri, köyleri, meydanları ve manastırlarıyla kaya üzerine de tıpkı toprak üzerine yerleşildiği gibi inşa edilip yaşanabileceğinin kanıtıdır.
Mallaparte örneği ile mimarları bu karizmatik bina vesilesiyle fantezilerini bu türden nefes kesici yerlere boca etmelerini teşvik için vermedim. Üstüne üstlük Yassıada’nın bir de gelişigüzel fikirlerle şekillendirilmesine engel olacak önemli bir siyasi hafızası var.
5-Yassıada projesi: Hatırlatarak hesaplaşma yerine örtbas
Tutunacak dal bulamayıp safdil benzetmelerle yapıldığı besbelli projenin neleri hasır altı ettiğine gelince:
Yassıada’nın Cumhuriyetin kurulmasından sonraki siyasal/sosyal tarihinin en önemli dönemeci olduğu aşikâr. 27 Mayıs 1960 darbenin siyasal cinayetlere hukuki zemin oluşturma senaryosunun sahnesi olarak taşıdığı sembolik anlam biliniyor. Sanıklar yargı süreci boyunca tutuklu olarak adada tutulup orada yargılandılar.
Konuya dönmek üzere kaçırıldığı besbelli ibret anıtı potansiyelini örneklemek üzere Berlin’deki Stasi ve duvar müzelerine değinip devam edeyim. Stasi Sovyetik otoriter doğu-Alman rejiminin sivil hayata nefes aldırmayan devlet güvenlik polis teşkilatının adı. Rejimin kozmik odası da olan binası duvarın yıkılıp rejimin çökmesiyle birlikte işlevini kaybetmiş, ama yıkılıp darmadağın edilmek yerine o gün bulunduğu şekliyle, tozu-toprağı, çeri-çöpüyle aynen korunup içinde tutulan dosyaların, dinleme bantlarının olduğu şekliyle izleyiciye açıldığı bir müzeye dönüştürülmüş. Rejimin en mahrem, gizli-kapaklı dünyası en aleni ibretlik malzemesi olarak dünya kamuoyuna teşhir edilmiş. Artık tarihe karışmış rejimin yaşattıklarının ve hasarlarının daha iyi anlatıldığına tanık olmadım.
Yassıada’yı da yaşattığı ibretlik geçmişten ders alınacak bir araca dönüştürmeyi hedefleyen bir demokrasi projesi travmatik siyasi hatırasını diri tutacak irili ufaklı tüm maddi unsurlarını koruyarak işe koyulurdu:
Tüm ibret anıtlarında olduğu gibi bu malzemeyi de yaşamsal/kültürel kalitesi ile değil, hatırlattığına işaret etme gücüyle değerlendirebiliriz:Stasi müzesinde Berlinlilere hayatı zindan etmiş dosyaların dizildiği raflar beğenilmeyip iyi tasarım yeni raflarda sergilense o kasvetli havaları bozulunca sovyetik bürokrasinin tüm hayatı kuşatmış kasvetli havasına işaret güçlerini yitirirlerdi. Berlin Duvar Müzesi’ndeki döküntü duvar üzerindeki grafitiyle birlikte saklanmasa ve hatta yaratıcı bir sanatçı marifetiyle o beton duvar taşıyıcıları demir[arme]lerle tamamlanmasaydı Berlin’lilerin 90’lara kadar yarım yüzyıl boyunca yaşadığı içi boşalmış kent deneyimini temsil gücü olmayacaktı. Çağdaş yaratıcılığın malzemesi sadece efemeran değil elbette: Berlin’de duvarın yıkılışı; 25 yıl sonra eski duvar hizasına boylu boyunca dikilen şehir aydınlatmasından farklılaşmış aydınlatma elemanlarıyla duvar deneyimine işaret eden bir sanatsal proje eşliğinde hatırlandı.
Adını bu uğursuzluklarla anmanın bile haksızlık olacağı Hrant Dink’in insanlığın barış içinde birarada yaşamasına adanmış abidevi yaşamını ve mücadelesini çalıştığı Agos gazetesi ortamında eşyalarıyla da birlikte ve geleceğe aktaran sanatçı Sarkis, yerleştirmesi “hafıza mekanı”nı yerleştirirken o toplantı sandalyelerini ona yakıştıramayıp, Dink odayı bugün düzenleyip bizlere danışsa önereceğimiz daha rahat ve iyi tasarım iskemlelerle doldursa ya da pencereleri kapladığı parlak renkli filmlerle üzerindeki iyi tasarım yazılarla yetinseydi orası ve dolayısıyla Dink’in hepimizin hazin acısına dönüşmüş katliyle nihayetlenmiş hatırasına işaret gücünden çok şey kaybederdi.
Kıssalardan hisse: Yassıadanın üzerindeki yapılı çevre stoğunun herhangi bir mimari/kültürel değer taşımadığı aşikar olsa da oraya uygulanacak renovasyon programının siyasi cinayetlere zemin hazırlamak üzere hazırlanmış bir sahnenin dekoru olan uğursuz hatıralarla yüklü mevcudiyetini örtbas etmeyecek bir koruma stratejisiyle işe koyulması gerekirdi ki, yirmi küsur yıl “hürriyet ve anayasa bayramı” diye kutlanmakla tüm toplumun hafızasındaki yeri bastırılıp kıyı köşesine saklanarak suç ortaklığına zorlandığı yılların bastırılmışlığı geri dönüp kendini yeniden inşa edebileceği bir aralık bulabilsin.
Fırsat bulsa geri dönecek olanı artık biliyoruz: Hitlerli yıllarda Ankara’da okuduğu ortamı bir sabah okuldaki en sevgili hocalarının Dil-tarih operasyonu diye bilinen bir devlet kararıyla okuldan atıldığını öğrenmenin travmasıyla anlatan sosyoloji duayeni hocam/dostumdan dinlemiştim:
Mealen; 1940’larda Ankara’da Almanlarla Amerikalılar arasında Türkiye devletinde söz sahibi olma yarışıyla sert bir gizli servisler savaşı yaşanmış. Her akşam birkaç kişi ölü bulunurmuş. “Maalesef o savaşı Naziler kazandı.” diye bitirirken eklemişti: “Sonra da nazi subayları askeri okuldaki bir mangayı rütbe aldıktan sonra Türkiye siyasetinin geleceğinde nazi perspektifiyle rol oynama misyonuyla yetiştirdiler.” İşte 27 Mayıs’ı örgütleyen de daha sonra faşizan siyasi faaliyetleri aralıksız sürdürecek olan da bizatıhi o grupmuş.
O kongre programlı olarak ilan edilmiş ezik tatil köyü görünümlü Yassıada projesi ile örtbas edilecek tatsız hatıralardan iz taşıyan ve bastırılanın geri dönüşüne aracılık etmeleri beklenseydi neler bulunacaktı orada?
Tabii önce bütün döküntülüğü ve derme çatmalığıyla sanıkların ziyaretçileriyle görüşebildeği yegane yer olan adanın giriş kapısı iskelesi. Ardından da duruşmaların yapılıp, marifetmiş gibi zamanın tek sesi devlet radyolarından Türkiye’ye naklen yayınlandığı duruşma salonu. Dikkate değer bir mimari ürün beklenmeksizin kendi halinde rutin bir mühendislik hesabı projesi olması içe sindirilerek bütün döküntülüğüyle korunup müze olarak gezilmesi müzeyi anlatmaya çalışıp örneklediğim hafıza tazeleme yaklaşımıyla buluşturacak başlıca anıtsal obje olurdu.
Yargılanan sanıkların kaldığı 50’lerin demode geç-modern postürlü otel görünümlü nokta blok yapısı da yüklü hatıralarıyla mutlaka ayakta tutulmalıydı. Tabi Senaryonun planlandığı gibi işlemesini ve güvenliği sağlayan bir askeri garnizon da vardı. Yıllar sonra oradaki günlük hayatın ayrıntılarını o hayatın bekçisi olmuş askerlerden öğrendik.( https://www.aa.com.tr/tr/demokrasinin-infazi-27-mayis/menderesin-muhafiz-subayi-yassiadayi-anlatti/1488954 )
Böyle bir yaklaşım tabi ki listelenmeye yatkın değildir. O zaman ayrıntıları geçip işin esasına gelirsek: Önümüze konan devlet projesi tıpkı 60 yıl önceki darbede ve devamında olduğu gibi bizleri tekrar devletle işbirliği içinde temsili demokrasiyi geri dönülmez şekilde zedelemiş olayların son maddi izlerini de silerek unutmaya davet ediyor. Demek ki demokrasiye yakın bir pozisyon almanın yolu siyasi manipülasyonlara aldırmayıp önce bu projeyle araya mesafe koymaktan geçiyor. Öte yandan Yassıada sonuçta bir binalar toplamı olduğundan inşai bir iş olsa da, Sarkis, Serhat Kiraz, Ayşe Erkmen gibi sanatçıların katkısı olmaksızın bu işin üstesinden gelinemeyeceğini de unutmamak gerekiyor.
60 darbesi ertesi siyasi cinayetlerinin ardından 70’lerin cinayetleri geldi: Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının katli sağ tarafından bu üç siyasi cinayetin kan davası karşılığı gibi algılandı ve o üçünün yanı sıra kapitalist sistemin işleyişine başkaldırmış gençler yeni bir siyasi cinayet serisinin kurbanı haline getirildiler. Sonra iş 80’lerde onlu yaşlarındaki Erdal Eren’in idamına kadar vardı.
Bu arada sağ ideolojik manevralarla 60 darbesinin ve siyasi cinayetlerinin sorumlusu sanki CHP imiş ve CHP de solu temsil edermiş gibi bir sağ-sol çatışması miladı havası yarattı. İşin ilginç tarafı CHP ve her renkten solun da buna inanıp 2000’lerin başarısız darbe girişimleriyle darbelerin ipliği pazara çıkana kadar 60 darbesine ayrıcalık tanımayı sürdürmesiydi.
Oysa 60 darbesi ve ertesinde olan faşizan sağın ortalama/merkez sağın içine bir daha çıkmamak üzere ve sağın rengini belirleyecek derecede sızmasıydı.