Türkiye gibi, “hükmetmeden yöneten” ordusunun sivil siyaset üzerinde bâriz bir vesayet odağı olarak şekillendiği bir ülkenin demokrasi yolunda ilerleyebilmesinin olmazsa olmaz koşulu nedir? Evrensel demokratik kabullerle konuşuyorsak, “bizim koşullarımıza uygun demokrasi” ve benzeri tuhaflıklara itibar etmeyeceksek bu sorunun cevabı bellidir: Askeri vesayeti lağvetmek.
Türkiye’nin vesayetli yıllarında, kendini ‘demokrat’ sayan biri olarak ben de böyle düşünenlerin arasında yer aldım, bu düşünceden hiç sapmadım.
Ne var ki peşpeşe gelen ‘başarılı’ darbelerin yarattığı vesayetin hiçbir zaman bitmeyeceği hissiyatı herkes gibi zaman zaman beni de etkiliyor, yoruyordu. Hele, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa komünizmlerinin çöktüğü, dolayısıyla Batı’nın komünizme karşı bir koçbaşı olarak kaldığı sürece Türkiye’deki rejimin niteliğini önemsemediği uzun on yılların sona erdiği koşullarda yeşeren ‘artık darbe olmaz, vesayet de sönümlenir gider’ iyimserliğini izale eden 2002-2007 arası Türkiye’sini yaşarken o yorgunluk yeniden çökmüştü üzerime.
Askeri vesayetten kurtulmak için darbeden çare uman çaresizlik
İşte o dönemde, öncekilerin tersine, girişilmiş fakat başarıya ulaşamayıp akim kalmış bir darbe ihtimali, çaresizlikten kaynaklanan bir çare olarak dönem dönem zihnimi yoklamaya başlamıştı. Böyle düşüne düşüne bunun gerçekten de bir “çözüm”, riskli fakat kesin bir çözüm olduğuna inanmaya başladım.
15 Temmuz 2016 darbe girişimini değerlendirdiğim ilk yazının “Belki de ‘akim kalmış bir darbe’den başka çare yoktu” başlığını taşımasının nedeni, işte bu kişisel fikrî tarihti.
Zikrettiğim yazıyı, “Bir daha ihtilal üretemeyecek bir ordu” (Başbakan Binali Yıldırım, NTV’ye özel söyleşi, 23 Temmuz 2016) hedefi doğrultusunda, iktidar partisi içinde ortaya çıkmaya başlayan ilk önerileri değerlendirmek üzere kaleme almıştım.
Yazının başlığındaki “akim kalmış bir darbe”nin belki de tek çare olarak gösterildiği şey, yukarıda da dediğim gibi, Türkiye’nin yarım asırdır içinde bulunduğu askeri vesayet rejimini bertaraf etme (ya da aynı manaya gelmek üzere “bir daha ihtilal üretemeyecek bir ordu” oluşturma) hedefiydi.
Önceki bütün darbeler başarıya ulaşmış, dolayısıyla sonrasında darbelerin hukuku işlemiş, ardından tedrici geri dönüşler yaşanmış, böylece bir sonraki darbenin yolları da en azından açık kalmıştı.
Oysa “iş üstünde” yakalanmış ve önlenmiş bir darbenin yaratacağı atmosfer bambaşka olurdu. Böyle bir atmosferde darbecilerin hiçbir prestiji kalmaz, darbeyi önleyen siyasi güçlerin eline de “darbeler Türkiyesi”nin kaderini değiştirecek büyük bir demokratik koz geçmiş olurdu.
“Akim kalmış bir darbe”den çare umulması ilk bakışta tuhaf gelebilir. Fakat “Türkiye’de bir daha darbe olmaz” düşüncesinin yerleşmeye başladığı 2000’lerin ilk yıllarında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) içinden yeniden duyulmaya başlayan darbe seslerinin yarattığı hayal kırıklığı, bu rüyaya inananları öyle büyük bir yeise sürüklemişti ki, o çaresizlik içinde “akim kalmış bir darbe” düşüncesi “çare” gibi görülmeye başlamıştı. Seçilmiş iktidara karşı girişilen gayri meşru atakları izledikçe içine girilen ve darbeden medet uman bir çaresizlik… Yıllar sonra, 15 Temmuz 2016’da fiilen başa gelecek olanı “çare” olarak insanın aklına getiren bir çaresizlik…
Şöyle yazmışım 25 Temmuz 2016 tarihli o yazıda: “Şimdi, akim kalmış bir darbenin yarattığı meşruiyet zeminine bakıyorum da, 12-13 yıl önce çaresizlikten akla gelen çarenin gerçekten de tek çare olabileceğine dair düşüncem daha da netleşiyor.”
Evet, yazıda dediğim gibi, çaresizliğin ürettiği bu “çare”den ben ilk olarak 2003-2007 arasındaki devirmeci hamleler bağlamında, 4 Kasım 2011’de kaleme aldığım, ulusalcı çevrelerin manipülatif sömürmelere doyamadığı bir yazıda söz etmiştim:
2004’ün bahar aylarıydı… Bir gün Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan aradılar. Vakıfta, 10-15 kişilik bir akademisyen-gazeteci grubu ile birlikte ‘askerî vesayet ve demokrasi’ konusunu tartışacaklarını söyleyip tartışmaya benim de katılmamı istediler… Olur dedim, günü geldiğinde gittim.
O dönemde memlekette acayip şeylerin döndüğünü yıllar sonra anlayabilecektik ama, bazı gazetecilerin yazmasalar da etraflarına anlattıklarından öğreniyorduk ki askerler ‘rahatsız’dı ve ‘eski Türkiye’ye ait bazı refleksler bu dönemde yeniden ortaya çıkabilirdi…
Yeni bir darbe ihtimali canımızı o kadar sıkmıştı, o kadar büyük bir çaresizlik duygusu içine girmiştik ki, aramızdan biri, belki de askerî vesayeti ortadan kaldırmanın yegâne yolunun, başarısız kalmış bir askerî darbe girişiminin ardından eski ve yeni darbecilerin derdest edilip yargılanmaları olduğunu savundu.
2011’de kalame aldığım o yazı çok istismar edildi. Gûya o toplantı, askerlere karşı kurulan ‘komplo’nun itirafıymış! Meğer o toplantıda Balyoz, Ergenekon davalarının provası şekillendirilmiş(miş)!
Sanki toplantıda “Türkiye’de askerî vesayeti kaldırmanın yegâne yolu olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı bir darbe komplosu kurmak gerekir” gibi bir fikir ortaya atılmış… Oysa toplantıda bir ‘komplo’dan değil, başarısız kalmış hakiki bir darbe girişiminden söz ediliyordu; tıpkı 15 Temmuz’da yaşadığımız gerçek bir darbe girişiminden…
Dolayısıyla önerinin sahibi, bırakın TSK’ya komplo kurma cesaretini, askerî vesayetin sona erebilmesi için hakiki bir darbe riskini dahi göze almış bir çaresizlik duygusunun içinden konuşuyordu.
Askerî vesayetin bertaraf edilebilmesine dair kişisel düşünce serencamımı böyle uzun uzun anlatmamın nedeni, 15 Temmuz gibi akim kalmış bir darbenin bende demokrasi adına ne kadar büyük bir beklenti yarattığını ifade edebilmek içindir… 15 Temmuz’un dördüncü yıldönümünde neden hiçbir coşku duymadığımı anlatabilmek içindir… Akim kalmış bir darbeden umduğumla bulduğumu kıyasladığımda uğradığım hayal kırıklığını ifade edebilmek içindir… Ve nihayet, 15 Temmuz’un dördüncü yıldönümünde, neden içimden bu hayal kırıklığını ifadeden başka hiçbir şey gelmediğini anlatabilmek içindir…
‘AK Parti-cemaat ittifakı: Vur, fakat dinle’
Darbe girişiminin hemen ardından ilan edilen Olağanüstü Hal’le birlikte, iktidarın dümeni otoriterliğe doğru kıracağı anlaşılmaya başlamıştı. Fakat ne yazık ki muhalefetin dikkati buna değil, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) Gülencilerle kurduğu ittifaktan payına düşen günahlarına yönelmişti.
Yani bugünlerde de sık sık duyduğumuz soruda olduğu gibi: “AK Parti Gülen Cemaati’yle ittifak yapmasaydı Gülenciler 15 Temmuz’da darbe yapmaya girişecek gücü ve cesareti kendilerinde bulabilirler miydi?”
Ben, bütün hayal kırıklığıma rağmen, “ittifak” meselesinde bugün de, darbe girişiminin ardından, Ağustos 2016’da kaleme aldığım altı bölümlük yazıdaki gibi düşünüyorum: “AK Parti-Cemaat ittifakı: Vur, fakat dinle…”
AK Parti iktidarının, akim kalmış bir darbeyi demokrasinin kökleşmesinin büyük bir imkânı olarak değerlendirmek yerine otoriterliğin mezesi yapmış olması, onun Gülen Cemaati’yle işbirliği yapmasında Türkiye’nin “zinde kuvvetleri”nin ve laik kesimlerin sorumluluğunu gözardı etmemiz sonucunu doğurmamalıdır.
O nedenle ben, AK Parti’nin 15 Temmuz’daki demokrasi imkânını nasıl murdar ettiğine geçmeden önce, iktidar hırsı bir darbeyi bile göze alacak kadar harlanmış bir cemaatin devlet içinde yaşayıp kökleşmesinin bütün sorumluluğunun neden AK Parti’ye yüklenemeyeceğine dair, “vur fakat dinle” yazılarında dile getirdiğim görüşleri burada bir kez daha özetlemek istiyorum.
Bana o yazıları yazma ilhamını, Hidayet Şefkatli Tuksal’ın, darbenin üçüncü haftasında Serbestiyet’te (6 Ağustos 2016) kaleme aldığı bir yazı vermişti.
Gülen Cemaati kadrolarının devlet bürokrasisinde hızla yükselişlerine dair çok ilginç bir yazıydı bu. Tuksal, yazısında çok sorulan bir soru ile hiç sorulmayan bir soruyu birlikte mütalaa ediyordu:
“Gülen kadrolarına bürokraside büyük yer açan AK Parti’nin günahları yüzüne vurulurken, nedense pek kimse, asıl büyük günah sahiplerine dönüp bir şey söylemiyor. Onların da şöyle bir özeleştiri vermeleri gerekmez mi? (…) ‘Bir yandan bu milletin dinî inançlarını, örfünü, âdetlerini, alışkanlıklarını, gündelik yaşam pratiklerini aşağıladık; bir yandan da bütün kapıları tutup, onları küçük, verimsiz, elverişsiz dış alanlara hapsetmeye çalıştık. Onların kendileri olma haklarını engelledik, çünkü onları o halleriyle sevmiyor, hattâ nefret ediyorduk. Bunu da pek gizleme gereği duymadık.”
Tuksal, Türkiye’nin seküler-modern sosyolojisinin bu kibirli ve dışlayıcı tutumunun, Cemaat kadrolarının devlet içindeki örgütlenmelerinde nasıl elverişli bir zemin yarattığını da, büyük bir içtenlikle şöyle anlatıyordu:
“(…) Polise ve askere sızmalar olduğunu da bir şekilde duyuyor, öğreniyorduk, ancak kimse bunu yadırgamıyordu. Hattâ gerekli, iyi bir şey diye düşünülüyordu. Çünkü Türkiye’nin Jakoben – batıcı – laik elitleri, aslında küçük bir azınlık olmalarına rağmen, silâhlı kuvvetleri de arkalarına alarak, bu ülkenin ‘ilerici/batıcı’ şablonuna uymayan köylü, kasabalı, muhafazakâr, dindar insanlarına sistem içinde yer açmıyor, engelliyor, sistem dışına itiyorlardı. Bu yüzden dinî gruplar, bir yandan çok basit bir şekilde evlerden, yurtlardan başlayarak zaman içinde çok çeşitli unsurların dahil olduğu alternatif bir kamu yaratırken, bir yandan da normal yollarla dahil olamadıkları sisteme ‘sızarak’ dahil olmaya çalışıyorlardı. Ve üstüne basarak söyleyeyim, bu sızma o şartlarda herkes tarafından -gasp edilen hakları elde etmek adına- meşru bir yöntem olarak görülüyordu. Gülen cemaatinin geniş halk kesimlerince takdir edilmesinde, hizmet adı verdikleri işlevler kadar, bu kapalı kapılara nüfuz etme başarısı da rol oynuyordu.”
Madalyonunun öbür yüzü: Siyasi sıkışmışlık ve çaresizlik
Tuksal’ın yazısının asıl önemi, okuyanın zihninde şu soruyu uyandırmasındaydı: Ülkenin dindar kesimlerini, normal koşullarda ahlakî açıdan mahkûm edecekleri bir fiil (‘sızma’) karşısında ‘takdir’ hissiyle dolduran toplumsal-siyasi atmosferin müsebbiplerinin rolünü hesaba katmadan, bu noktaya nasıl geldiğimizin mufassal ve hakkaniyetli bir dökümü yapılabilir mi?
Ben bu soruya, hiç de hayalci olmayan bir hayali murdar etmesinden ötürü iktidara beslediğim büyük öfkeye rağmen bugün dahi “hayır, yapılamaz” cevabı veriyorum.
Nedenlerini “Vur fakat dinle” yazılarının birinci bölümünde şöyle izah etmiştim:
“Devletin kapılarının, onun sahibi olduğunu öne sürenler tarafından tutulması muhafazakâr kesimlerde ‘Helal olsun şu Cemaat’e, nasıl da ustalıkla sızıyor devlete’ ruh haline yol açarken, somut iktidar kademelerinde de derin bir çaresizlik duygusu hüküm sürüyordu. Çünkü AK Parti, 2002’de iktidarı almadan önce Millî Görüş geleneğinden gelen bir hareket olarak, Cemaat’in tersine açık ve şeffaf bir siyaset izlemiş, devlete sızma ve orada gizlenme gibi bir stratejiden uzak durmuştu. İktidara geldikten sonra, kendi anlayışına yakın kadrolarla çalışabilmeyi ummuştu. Ne var ki mevcut bürokrasiyi değiştirmek bir yana, o bürokrasi silahlı ve silahsız kanatlarıyla daha ilk günden AK Parti’yi geldiği gibi gönderme hedefine kilitlenmişti. “‘Yüzde 34 ile geldiler, Parlamento’nun üçte ikisini kontrol ediyorlar’ eleştirileri, kısa bir süre sonra ‘yüzde 99 da alsalar ülkeyi yönetemezler’ noktasına varacaktı.
“Seküler-modern ‘sivil’ toplum da bürokrasiyle aynı çizgide hizalanmıştı ve oradan gelen ‘elini taşın altına koyma’ çağrılarına hiç sektirmeden icabet etmekle meşguldü.
“AK Parti’nin 2002’de içine düştüğü deniz, işte böyle bir denizdi. O denizde olup bitenleri şimdi hatırlamanın sayısız faydası var… Böyle bir hafıza tazelemesi her şeyden önce, yaşadığımız melanetin panzehirini, darbe yapmanın imkânsız olduğu bir Türkiye’de değil, darbe yapma hakkının sadece Kemalist askerlerin uhdesinde bulunduğu ‘eski’ Türkiye’de görenlerin yakın geçmişlerini ortaya serecek. Onları yakın geçmişleriyle birlikte mütalaa etmek, bize, şimdiki ‘demokrat’ pozisyonları hakkında daha gerçekçi bir değerlendirme yapma imkânı verecek.”
Sonrası çok fena geldi
Sonrası çok fena geldi ama… Ben bu hak teslimi yazılarını yazarken, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibi “Allah’ın nimeti” diye adlandırdıkları akim kalmış darbeden herkesin sustuğu, susturulduğu bir yeni rejimi kurmada nasıl faydalanılacağı üzerine kafa yormaya başlamışlardı bile.
Doğrusu, bu olayın ‘nimet’ bilinmesi başlangıçta sadece 15 Temmuz’un darbecilerden hesap sorulması ve Gülencilerin devletten temizlenmesi için bir fırsat sayıldığı biçiminde yorumlandı. Fakat sonraki gelişmeler bunun ne kadar naif bir bakış açısını yansıttığını çıkardı ortaya. Meğer nimet, akim kalmış bir darbenin sessiz, muhalefetsiz bir ülke yaratılmasında sunduğu imkânlarla ilgili bir şeymiş.
AK Parti 15 Temmuz ‘nimet’inden faydalanma sürecinde, etkisi on yıllarca sürecek çok büyük iki yanlış tercihte bulundu.
Birincisi: 15 Temmuz’u sadece darbecilerle hesaplaşmak ve Cemaat kadrolarını devletten uzaklaştırmak için değil, bütün bir muhalefeti susturmanın bir imkânı olarak gördü ve görmeye devam ediyor.
İkincisi: Gülencilerle mücadele, teşkilatı da sempatizanı da aynı çuvala dolduran bir yargı pratiğiyle sürdürüldü ve bu da telafisi çok güç büyük bir adaletsizlik doğurdu. “Bitişik olan, temasta olan” anlamına gelen “iltisaklı” kelimesi, 15 Temmuz’dan sonra hayatımıza girmiş bir kelime: Gülen örgütünün yalnız “kriminal merkez”ini değil, etrafındaki geniş sempatizan ağını da cezalandırma niyetini ve arzusunu ifade ediyor.
Ortaya çıkan adaletsizlik, hepimizin bildiği nedenlerle halının altına süpürülüyor ama bunlar bir gün anlatılmaya başlayacak ve o zaman herkes çok şaşıracak.
Yargı sürecinde o kadar büyük yanlışlıklar yaşandı ki, başlangıçta iktidara yakın kalemler, bunların iktidarın kendi ayağına kurşun sıkması anlamına geldiğini, dolayısıyla da “hâlâ içeride kalmış kripto FETÖ’cüler”in marifeti olduğunu öne süren yazılar yazdılar.
Ne var ki iktidar bunların hepsine sahip çıkınca onlar da geri adım attılar. Bu tez çöktükten sonra bir dönem de, “iktidarın ayağına kurşun” mahiyetindeki yargı adaletsizliklerinin “yargıdaki Kemalistlerin işi” olduğu öne sürüldü. Tabii o da sürdürülemedi, çünkü iktidarın tepesinden sadece “bütün davaların doğru, bütün cezaların yerinde” olduğuna dair sesler geliyordu.
İktidar, 15 Temmuz’dan sonra içine girdiği iki büyük yanlış hatta ilerlemeye bugün de devam ediyor. Bakalım bu yolun sonunda nereye varacak?
(*) perspektif.online