Cumhuriyet Halk Partililer, partilerinin salt kendileri gibi “aydınlanmış” insanlara hitap ederek iktidar olamayacağını neden bu kadar geç anladılar?
Düşünüyorum da CHP ve CHP’liler bu açıdan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) öncesi Refah Partisi’ne (RP) ve Refah Partililere ne kadar çok benziyorlar. Onlar da bir yandan salt kendileri gibi “İslam’dan nasiplenmiş” insanlara hitap ediyor, öbür yandan iktidar hayalleri kurmuyorlar mıydı?
Hesap ortadaydı, rakamlar ortadaydı, buna rağmen muhafazakârlar ve seküler kesimler nasıl olmuştu da onca yıl bu imkânsız hayalin peşinde ömür tüketmişlerdi?
Pek mantıksız görünse de, cevabı zormuş gibi gözükse de bu tuhaf hali açıklamak o kadar da zor değil. Bütün mesele, tarafların karşılıklı olarak hiçbir ortak paydalarının olmadığını düşünmelerindeydi. Karşı tarafla bir ‘toplum’ oluşturduklarını düşünmüyorlardı, o kadar ki oradan birilerinin seçimde kendilerine oy verebileceklerine dair hiçbir inançları yoktu. Fakat işte, tekraren, müşkül oydu ki, bu basit hakikate rağmen seçim kazanma hayalini kurmaya devam edebilmişlerdi.
Bu kısır döngüyü ilk olarak AK Parti aracılığıyla muhafazakârlar kırdı. AK Parti kadroları, kendi tabanlarıyla zımnî bir anlaşma yaparak yola çıkmışlardı. Tabanlarını yüzyüze bıraktıkları soru şuydu: Partinizin gerçekten iktidar olmasını istiyor musunuz, o halde sadece sizin hoşlanacağınız şeyleri duymaktan vazgeçeceksiniz, bizden sadece sizin taleplerinizi yerine getirmemizi beklemekten vaz geçeceksiniz…
Tabanlarından bu sözü aldılar ve öyle çıktılar yola. Sonucu biliyorsunuz.
O esnada Cumhuriyet Halk Partisi
AK Parti böylece kendi cemaatinden topluma doğru yol alırken, CHP ve CHP’liler kendi cemaatlerini toplum zannetmeye devam ediyorlar, salt kendi cemaatlerinin üyeleri için anlamlı olan talepleri savunuyorlar, başkaları için anlamlı olan her şeyi de “çağdışı” hatta “bilim dışı” sayıyorlardı.
Seçim dönemleri hariç parti liderliği ve yönetimi de, parti tabanı da hallerinden şikâyetçi değildi. Sayıca çoğunluk olmadıklarını bilseler de “aydınlanmış, çağı yakalamış” olmanın keyfine bakıyorlar, alaylı, imâlı göndermelerle varsaydıkları üstünlüklerinin tadını çıkartıyorlardı.
Fakat seçimler işin tadını bozuyordu. O seçimler ki, hesap ortadayken, rakamlar ortadayken, partinin dilinde ve programında zerre değişiklik yapılmamışken yine de partide ve tabanda garip bir heyecan uyandırıyor, seçimlerden bir süre önce başlayan “bu defa farklı”, “bu defa kazanacağız” duygusu seçim sabahı zirveye ulaşıyordu.
Seçimler seçimleri izledi, CHP ve CHP’liler bu imkânsız hayali kurmaktan vazgeçmedi. Oysa çelişkileri dünyalara sığmayacak kadar büyüktü: Bir yandan asla değişmeyecek bir “gerici öz”e sahip çoğunluk varsayıyorlar, öbür yandan seçimleri “bu defa” kazanma hayali kuruyorlardı. “Bu halk” “koyun”sa, “göbeğini kaşıyan”sa, “bidon kafa”ysa ve değişme ihtimali yoksa, bunları yazmaktan ve okumaktan bir tür orgazmik haz duyanlar nasıl oluyordu da her seçimin arifesinde yeniden ümide kapılabiliyordular? Onların, yeni seçimde de “yanlış partiler”e oy vereceklerini varsaymaları gerekmez miydi?
Seçim önceleri ilginçti. Yeniden o boş hayalin peşinden koşanlar, kısa bir dönem için de olsa seçim sabahına kadar “oylarını mercimeğe, patatese satanlara” saldırmayı bırakıyordu. O günler zaten “göbeğini kaşıyanlar”ın da en mutlu günleriydi.
CHP’nin taşlaşmış tabanı
CHP tabanı her seçim yenilgisinden sonra parti liderliğini suçluyordu ama olan bitende kendisinin de büyük sorumluluğu vardı.
Ben, CHP’nin Baykal’lı uzun yıllarında ve Kılıçdaroğlu’lu başlangıç yıllarında bir yandan her iki liderliğin statükocu siyasetlerini eleştiriyor, bir yandan da CHP’nin asıl sorununun yeni fikirlere, yeni açılımlara kapılarını tümüyle kapatmış parti tabanı ve geniş laik kesimler olduğunu savunuyordum.
Şu satırları Baykal’ın gittiği, Kılıçdaroğlu’nun da henüz geldiği günlerde (Kasım, 2010) kaleme almıştım:
“Gelelim şu, CHP’nin seçim kazanması için özgürlükçü bir çizgiye yönelmesi gerektiği tezine…
“Bu tez bu haliyle hayli afili ve ikna edici duruyor; özgürlükçülük iyi bir şey olduğuna ve tartıştığımız parti de ‘sosyal demokrat’ olduğuna göre, partinin bu yönde değişmesi durumunda oylarının da doğal olarak artması gerekir.
“Buraya kadar ‘ezber’de bir sorun yok. Fakat ne zaman ki ‘özgürlükçülük somut olarak ne demektir’ bahsi açılır, ne zaman ki ‘CHP tabanının bu özgürlüklerle arası nasıldır’ sorusu sorulur, işte o zaman ezber ânında bozulur.”
Ardından birtakım somut özgürlük kalemleri saymış, şöyle devam etmişim:
“CHP’nin tavanı bu taleplerle gitsin bakalım tabana, elinde talep falan kalıyor mu… Hiç kuşkunuz olmasın; CHP’liler o talepleri onların başına geçirirler, oylarını da gider MHP’ye atarlar.
“Kimse kimseyi kandırmasın, ‘özgürlükçü CHP’ şimdiki yüzde 20’yi bile göremez! Yirmi yıldır ekilen korku rüzgârları özgürlük düşmanı bir fırtınaya dönüştü çünkü; bu da onun hasadı.”
Kılıçdaroğlu’nun başarısı
CHP liderliğinin bu ölçüde taşlaşmış bir tabanı dönüştürme şansının çok zayıf olduğunu peşpeşe gelen yazılarla anlatırken, tartışmaya Gürbüz Özaltınlı da katıldı ve CHP tabanına dair tespitlerimi paylaşmakla birlikte, siyasi liderliklerin tabanlarını değiştirme gücünü de küçümsememek gerektiğini yazdı. Sanıyorum Kılıçdaroğlu’nun “bu böyle olmayacak” demeye başlamasından, onun ilk işaretlerini vermesinden hemen öncesine tekabül ediyordu Özaltınlı’nın itirazı.
Kılıçdaroğlu’nun partisini ve tabanını ağır ağır değiştirdiği, dönüştürdüğü bir olgu olarak ortaya çıkmaya başladığında bir yazı yazarak Özaltınlı’nın haklı çıktığını teslim ettiğimi hatırlıyorum. Nihayet, geçtiğimiz yıl Mayıs ayında, 2010’da kaleme aldığım olumsuz Kılıçdaroğlu portresini revize etmiş, yanılgımın kaynağını açıklarken de şöyle yazmıştım:
“Bugün geldiğimiz noktada, dokuz yıl önce Kılıçdaroğlu’na yönelttiğim ve aşabileceğine hiç ihtimal vermediğim temel eleştiride açıkça yanıldığımı teslim etmeliyim: Evet, o zaman, Kılıçdaroğlu’nun, partisinin tabanındaki seçim kazanmayı imkânsız kılan ideolojik taassubu onaylamadığını, fakat bu eğilimle mücadele yerine ona teslim olduğunu yazmıştım. Bugün ise, Kılıçdaroğlu’nun bu katı eğilimle mücadeleyi uzun vadeye yayarak epeyce yol aldığını görebiliyorum. Belki de bir siyasetçinin katı eğilimleri yumuşatmak için seçebileceği tek doğru yolu seçmişti Kılıçdaroğlu. Ben ise acul bir tavırla bu ihtimale hiç prim vermemiştim.”
Kendisine benzemeyenleri, kendisinden farklı taleplere sahip olanları, kendisi için anlamı olmayan talepleri anlamlı bulanları on yıllar boyunca küçümsemiş, dışlamış bir ‘cemaat’e, “toplum senden ibaret değil, toplumun parçası olmak için herkes senin gibi olmak zorunda değil” diye seslenmek hiç kolay bir şey değil. Seslenmeye başladıktan sonra ise sabırlı olmak, adım adım gitmek gerekir.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun, partisini en azından ‘toplum’ kapısının önüne getirdiğini artık söyleyebiliriz. Son kurultay bunu bir kez daha teyit etti.
Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin girmekte olduğu kapıdan, Erdoğan’ın ve AK Parti’nin çıkmakta olduğunu görmek de tarihin bir cilvesi sayılmalı.