Uzun bir aradan sonra yeniden ‘merhaba!’ sevgili okurlar.
Ülkemizin ilginç bir cazibesi var, öyle ki, bir kez kendisini bu cazibeye kaptırmış insanlar -dünyanın öbür ucuna gitmiş bile olsalar- burada neler olup bittiğine bakmadan duramıyorlar. Çünkü gündem çok hareketli, kimi iyi kimi kötü gelişmelerle her daim bir heyecan, bir gerilim sözkonusu. Yanlış anlaşılmasın, bu pek eğlenceli bir ortamda yaşadığımız anlamına gelmiyor, hatta monotonluğu arar hale bile gelebiliyoruz. Yazmadığım yaklaşık 4 yıl boyunca ülkemizde ve çevremizde öyle şeyler yaşandı ki, bazen aradan sanki 4 değil 40 yıl geçmiş gibi geliyor. İşte bu hissiyat içinde yeniden yazmaya başlarken, son haftaların gündemini işgal eden İstanbul Sözleşmesi’ni ele alan bir yazıya niyetlendim. Ancak, biraz gerilere uzanarak başlayacağım ve muhafazakar kesimin aile ile ilgili kabullerini, bu kabuller içinde kadına biçilen görev ve konumun feminist literatürde nasıl bir karşılığı olduğunu, aradaki farklılık ve hatta zıtlıkları ele alarak konuyu İstanbul Sözleşmesi’ne bağlayacağım.
Belki şaşıracaksınız ama, ‘kadın ve aile’ başlığı ayrılmaz bir ikili olarak, neredeyse iki yüzyıldır gündemimizde. Aydınlanma döneminin etkilerini yakından hisseden ve Avrupa karşısında “geri” bir konuma düştüklerini acı yenilgiler ve toprak kayıpları ile fark eden Osmanlı bürokratları bunun sebeplerini ararken, teknik yetersizliklerin yanı sıra ‘erkekleri yetiştiren kadınların cahilliğini’ temel sorun olarak belirlediler. Cahil annelerin cahil çocuklar yetiştirdiği iddiası o günlerde Namık Kemal başta olmak üzere pek çok aydının dile getirdiği bir görüştü ve “acilen kadınların eğitilmesi” ittifak edilmiş bir çözüm önerisi olarak ortaya çıktı. Kadınlar hakkındaki geleneksel görüş ve tutumları eleştiren, ideal kadının nasıl olması gerektiğini anlatan kitaplar yazıldı. Devrin padişahları Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamit de bu fikri desteklediler; hukukta kadınların lehine çeşitli düzenlemeler yapıldı ve okullar açılmaya başladı. 1862’de kızlar için ilk Rüştiye-ortaokul açılırken 1869’da sıbyan okulları, yani ilköğretim her iki cins için zorunlu kılındı. 1870’de kadınlar için ilk öğretmen okulu açıldı ve ilk kadın okul müdürü göreve atandı. Sultan II. Abdülhamit’in saltanatı sırasında okul sayılarında hızlı bir artış ve çeşitlenme gerçekleşti.
Bu arada yayın dünyası da hareketlendi ve 1869’da kadınlara yönelik ilk haftalık gazete, Terakki-i muhaderrat yayınlandı. Adından da anlaşılacağı gibi amaç, kadınların terakkisine yani ilerlemesine katkıda bulunmaktı. Burada erkeklerle birlikte kadınlar da yazmaya başladılar. 1886’da Şükufezar, 1895-1908 yılları arasında ise dönemin önde gelen kadınlarından Fatma Aliye Hanım ve Şair Nigar Hanım’ın da yazdığı Hanımlara Mahsus Gazete yayın hayatını renklendirdi. Sonraki yıllarda siyasi ortamın hareketliliğine paralel olarak kadınların hareketliliği de arttı ve pek çok yeni gazete, dergi yayınlanırken, insani yardım ve hak savunculuğu yapan dernekler kuruldu. Bütün bu faaliyetler aracılığıyla kadınların toplumsal, ekonomik ve siyasi hayata erkekler gibi etkin bir şekilde katılımı talepleri dile getirildi. Özellikle, Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan (Kadın Haklarını Savunma) Derneği’nin yayın organı olan ve 1913-1921 yılları arasında geniş bir okuyucu kitlesine ulaşan “Kadınlar Dünyası” dergisi feminizm tartışmalarının ana mecrası oldu. Kurucusu Ulviye Mevlan gibi pek çok kadın yazarın Avrupa ve ABD’deki feminist kadınlarla benzer tartışmaları yürüttükleri bir dergiydi bu ve okuyucularının da yazara dönüştüğü bir diyalog imkanı sunuyordu. Ancak o günlerde, kadınların ailesiz bir yaşamı tasavvur edebilmesi pek mümkün değildi.
Osmanlı feministlerinin taleplerini ve ulaşmak istedikleri hedefleri destekleyenler, modenleşme yanlısı, pozitivist felsefeye yakın, ilerlemeci profile sahip kişilerden oluşurken; eleştirenler, kadın ve erkek cinsi arasındaki rol ve statü dağılımının Allah tarafından yapıldığını, buna göre kadınların esas vazifesinin zevcelik ve annelik olduğunu, kadınların erkeklerle eşit hak ve statüye sahip olma taleplerinin dini ve geleneksel yapımıza aykırı olduğunu savunan, aralarında din alimlerinin de bulunduğu muhafazakar gruplardı.
Aralarındaki farka rağmen aslında iki grup da, kadının aile içindeki görevleri ve annelik rolünün önemi üzerinde ittifak halindeydiler; ancak, bu rolün ifa edilmesi sırasında kadının başka neleri yapıp yapamayacağı konusunda zıt düşüyorlardı. Osmanlı muhafazakarları kadını aile içi rollerle sınırlarken, feministler ve destekçileri kadınların eğitim görmeleri ve çalışma imkanı tanınması halinde erkeklerin yaptığı her işi yapabileceklerini ve yapmaları gerektiğini savunuyorlardı.
O sıralarda bu iki grubun da Batıda muadilleri vardı. Ünlü düşünür ve yazar Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) bizim muhafazakarlar gibi, kadınların sadece zevcelik ve annelik için yaratıldığını iddia ederken, Mary Wollstonecraft (1759-1797) annelik rolünü önemsemekle birlikte, kadınların sadece bu role hapsedilmelerine karşı çıkarak, erkekler gibi eğitim almaları ve meslek sahibi olmaları gerektiğini savunmuştu. Ancak, annelik mitine karşı çıkan feminist tarihçiler tarafından son zamanlarda ingiltere ve Fransa gibi ülkelerde yapılan araştırmalar, uzun yüzyıllar boyunca çocuk bakımının pek önemsenmediğini, yoksullar tarafından yetimhanelere; burjuva aileler tarafından da süt annelere, dadılara, yatılı okullara, manastırlara havale edilmiş bir hizmet olduğunu, buna bağlı olarak çocuk ölümlerinin çok yüksek olduğunu ortaya çıkarmıştır. Çocuk eğitimi konusunda bir klasik olarak kabul edilen ve bugün hala okunan ‘Émile, ou De l’éducation’ (Emile, ya da Eğitim Üzerine) adlı eseri yazan Rousseau’nun kendisinin de 5 çocuğunu yetimhaneye bırakmış olması ve bunun, eserin itibarına bir halel getirmemiş olması, bu uygulamanın sıradanlığı ve yaygınlığının bir kanıtı olarak değerlendirilebilir.
Çocuk bakımı çok önemsenmese de, ilk kuşak feministler aileyi doğal bir çevre olarak görüp, daha çok kamusal alanda yaşanan eşitsizlikleri sorunsallaştırırken, buna aileyi de ilave edenler sosyalist kadınlar olmuştur. Flora Tristan’ın meşhur ‘Kadınlar proleterin proleteridir!’ sözüyle dile getirdiği aile içindeki emek sömürüsü ve ezme-ezilme ilişkisi sosyalist/komünist kadınların çözüm bulmaya çalıştığı konulardan biri olmuştur. Marx’ın yakın arkadaşı ve yoldaşı Engels, ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ isimli kitabında komünist kuramı aileyle ilişkilendirerek, erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliğinin, kapitalist toplumlarda burjuva sınıfının işçi sınıfı üzerindeki egemenliğine benzediği iddiasıyla eşitlikçi bir aile idealini savunmuştur. Bu ideal, Ekim devriminden sonra fiiliyata geçirilmeye çalışılmış ve kadınların aile içindeki iş yükü, mahallelere açılması planlanan ortak mutfaklar, çamaşırhaneler ve çocuk bakımevleri aracılığıyla topluma devredilmeye çalışılmıştır. Aile içindeki görevlerinden azade olan kadınların erkekler gibi işçi sınıfına katılmalarının önünde bir engel kalmayacaktır. Ancak işler pek planlandığı gibi gitmese de eşitlikçi aile ideali sosyalist/komünist kadınlar tarafından hararetle desteklenmiştir ve halen de savunulmaktadır.
Kadının aile içi rollerden kurtulması ve hatta aileden özgürleşmesi daha sonra radikal feminizmin de ana meselesi olmuş, Batı’yı epey salladıktan sonra 1980’lerin sonlarına doğru Türkiye’ye ulaşmıştır. Radikal feminizmin patriyarka odaklı analizlerini benimseyen Türkiyeli kadınlar bir yandan bilinç yükseltme toplantılarıyla farkındalıklarını arttırırken, bir yandan da evliliklere ve evliliğin getirdiği yükümlülüklere karşı çıkmışlar, kadınların tüm baskılardan kurtulmasını, cinsel özgürlüğe kavuşmasını ve kadın- erkek eşitliğinin her alanda gerçekleşmesini ideal olarak benimsemişlerdir. Bu anlamda kanun, gelenek, görenek, din ve töreleri eleştirmişler; ‘kadın’ başlığını aileden kurtarmaya özel bir önem atfetmişlerdir.
Radikal feminizmin dünya çapında ses getirmesi, lobicilik faaliyetleriyle etkili olması küresel ölçekte politik sonuçlar yaratmış; BM ve AB’ye bağlı çeşitli kurumlar nezdinde imzaya açılan çeşitli metinler ve sözleşmelerle, kadınların her türlü aidiyet ve otoriteden bağımsız birer birey olarak kabulü temelinde, cinsiyetleri sebebiyle maruz kaldıkları tüm ayrımcılıkların, hak kayıplarının ve şiddetin ortadan kaldırılması için kadın-erkek arasında tam bir eşitliğin sağlanması hedef olarak belirlenmiştir. Radikal feministlere göre kadınlara karşı ayrımcılığı ve şiddeti yaratan kurum erkek egemen sistem ve bu sistemin sürdürücüsü olarak bizzat erkeklerdir. Kadın cinayetlerini protesto eden feminist grupların pankartlarında sıklıkla gördüğümüz ‘Erkekler bugün de 3 kadın öldürdü!’ gibi sloganlar, faillerin erkekler olduğu bir zulüm sistemini işaret etmektedir. Ayrıca aile kurumu da, erkeklerin ayrıcalıklarını ve eşitsizliği pekiştiren bir tuzaktır radikal feministlere göre. Kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti önlemeye yönelik İstanbul Sözleşmesi de kullandığı kavramsal çerçevenin işaret ettiği üzere, hem radikal feminizme hem de daha sonra radikal feminizmi de aşan beden, cinsiyet ve cinsellik politikalarına dair izler taşımaktadır.
Muhafazakar kesimi rahatsız eden bu izler, sözleşmenin aileyi parçalayacağı, eşcinselliği meşrulaştıracağı ve cinsiyetsizliği yaygınlaştıracağı iddialarıyla söze dökülmektedir. Ancak günümüzde AB‘yle bağlantılı herhangi bir anlaşma ya da sözleşmenin veya herhangi bir proje metninin bu izler olmadan yazılabilmesine imkan yoktur; zira, insan hak ve özgürlüklerinin korunması ve ayrımcılık yasağı bağlamında, insanlar arasındaki farklılıklar ve çeşitlilikler dikkate alınarak en geniş ve en kapsayıcı çerçevelerin kurulması etik açıdan zorunlu hale gelmiştir. Bu zorunluluk, herhangi bir sebeple (cinsiyet, din, etnik köken, mültecilik durumu, cinsel yönelim vb) ayrımcılığa uğraması ve hak kayıpları yaşaması; Istanbul Sözleşmesi bağlamında da şiddete uğraması muhtemel olan kişilerin en geniş çerçevede tadad edilmesi (sayılması) yoluyla ihmalinin önlenmesi hassasiyetinden kaynaklanmaktadır. Sözleşmenin ana hedefi bu bağlamda, kadınların ve ev içi şiddete maruz kalma ihtimali olan her bir bireyin şiddetten korunması ve şiddeti doğuran ataerkil sistemin ıslah edilmesi, dönüştürülmesi ve etkisiz hale getirilmesidir. Yani bir yandan sivrisineklerle mücadele yoluyla kurbanları korumaya çalışırken, bir yandan da bataklığı ne şekilde kurutacağımıza dair öneriler içermektedir.
Kadına karşı şiddet meselesi bütün dünyada can yakıcı boyutlarda seyrettiği için, bu şiddetin önlenmesi dünyanın pek çok yerinde kadınları birleştiren bir aciliyet ve uzlaşma durumu oluşturmaktadır. Bu sebeple İstanbul Sözleşmesi de, hem KADEM üyeleri gibi muhafazakar kökenli kadın hakları savuncuları tarafından, hem de muhafazakarlığı kadın hak ve özgürlüklerine yönelik büyük bir tehdit olarak gören radikal kadın örgütleri tarafından aynı anda savunulabilmektedir.
Şiddet ortamı, faili de dahil olmak üzere; sağlıksız, güvensiz, duygusal açıdan sakatlanmış bireyler yaratmaktadır. Üstelik ülkemiz, eş veya partner şiddeti sebebiyle her gün işlenen kadın cinayetlerine sahne olmaktadır. Daha yakın zamanlara kadar, işledikleri cinayetler ‘namus saiki’ kılıfına sokulan ve mahkemedeki ‘iyi’ halleriyle çeşitli indirimler alan kadın katilleri, bugün de vakitli vakitsiz çıkarılan aflara güvenerek, pervasızca, çocuklarının gözleri önünde kadınları katletmekte bir beis görmemektedirler. Bu tür tehditlere maruz kalan kadınlara destek olan Şefkatder’in kurucusu Hayrettin Bulan, devletin kadınları korumakta yetersiz kaldığından hareketle, böyle tehdit altında olan kadınlara silah dağıtılması fikrini savunmuştur. İşin içinde olanlar durumun vehametinin farkındadır. Bu yüzden İstanbul Sözleşmesi’nin acilen, bütüncül bir bakış açısıyla ve etkin sonuç almaya yönelik olarak uygulamaya konulması gerekmektedir.