Hidayet Ş. Tuksal

Kur’an kurslarında yatılı eğitim ve çocukların korunması

Ana babalar iki çocukla başa çıkamazken, pedagojik formasyonu olup olmadığı bile belli olmayan genç hocaların 70-80 çocukla nasıl başa çıkıp, onları hafızlık gibi oldukça zor bir eğitime motive edeceğini hayal ediyoruz acaba? Bu tür kurslarda uzun yıllarını geçirmiş öğrencilerim var ve maalesef anlattıkları şeyler hiç de iç açıcı değil. (…) Bu çocukların küçücük yaşlarından itibaren hiçbir kız öğrenciyle tanışmadan, arkadaşlık etmeden ergenlik yıllarını geçirirken, tek cinse endeksli ilişkiler ağında sağlıklı bir cinsiyet kimliği edinmeleri nasıl mümkün olacak, düşünen var mı acaba?

Muhafazakâr camiada deprem

Mübarek Ramazan ayının yaklaştığı şu günlerde, herkes ufaktan ufaktan hazırlıklara başlamışken, muhafazakâr camianın gündemi tanınmış bir hocanın attığı twitle, 8 şiddetinde bir depremle sallandı. Modernistlerin, tarihselcilerin, başörtüsü takmaktan vazgeçen kadınların yarattığı sarsıntıların hiçbiri bu kadar güçlü değildi kanımca.

Kadınları zapturapt altına almak uğruna…

İstanbul Sözleşmesi’nde dert edilen asıl şey eşcinsellik filan değil erkek tahakkümünün tehlikeye girmesidir. Eşcinselliğin meşrulaşması bahanesi toplum üzerinde kadın hakları meselesine göre daha korkutucu olduğu için Sözleşmeye karşı bu argümanı ürettiler.

İlahiyatlar, ilahiyatçılar ve dini kanaatleri açıklama hakkı

Mustafa’yla akademiye yeni adım attığı yıllarda tanış olmuştuk. Düşündüğümüzden çok daha velud, çok daha önemli ve etkili bir akademisyen oldu. Herkes hata yapar, o da görüşlerini dile getirirken üslup hatası yapmış olabilir ama bu şekilde lince maruz kalması gerçekten Türkiye’nin ayıbıdır.

Periler, periler, periler…

Yasakların açtığı yaralar kabuk bağlamıştır ama iyileşmemiştir. Bugün hala çokça sancıları, hastalıkları, acıları olan bir toplumsak; kavga etmeden konuşamıyorsak, bunlar hep yaralarımızı inkar politikalarının sonucudur. Bu dizi, bu inkarı kırarak, çoğul kimlikler gibi çoğul yaralarımıza şefkatle dokunarak bir yol açtı; sahici bir iyileşmeye ve helalleşmeye olan ihtiyacımızı hatırlattı.

Kadınların konuşabildiği günler

2000’li yıllar, bin yıl sürmesi murad edilen 28 Şubat darbesinin baskılarına rağmen, bugüne kıyasla çok daha fazla şeyin konuşulup tartışılabildiği zamanlardı. Dindar kadınlar da, hem kendi aralarında, hem diğer kadın örgütleriyle birlikte, hem de kamuoyunda pek çok şey konuştular, tartıştılar. Zor ama umutlu olmak bakımından güzel günlerdi.

Makbul olmayan dindar kadınlar

Bir ara, “şanlı ecdadımız nüfus memurlarına bile ‘avret’ diye kadınların isimlerini söylemezlerdi” diye bir söylenti çıkmıştı da nikah davetiyelerine kadınların isimleri baş harf ve nokta şeklinde yazılır olmuştu. Tek tük gazetelerde köşe yazan, sayfa hazırlayan kadınların isimleri eğer müstear değilse, bazı çok bilmişler tarafından takvalı olmamakla, isimlerini “teşhir etmek”le suçlanırlardı.

Erkan Haberal: ‘Vandallık meşruiyet kazandı’

Bu olayın yaşanması ayrı bir fecaatken, aslında olaydan sorumlu olmayan milletvekili Erkan Haberal’ın açıklaması ayrı bir fecaat olarak medyaya düştü. Buradan anladık ki, arabanın içinde olsaymış da pek bir şey değişmeyecekmiş meğerse.

Tasavvuf alanının sorunları

Tasavvuf araştırmaları alanında tanınmış bir isim olan yakın bir arkadaşımın görüşü: “Şu ortamda ben müridlerine tasavvufi terbiye verebilecek, seyr-i sülûk yaptırabilecek ehliyette mürşidler göremiyorum, çünkü çoğu icazetsiz, babadan oğula/damada geçen bir sistem içinde bu makama geliyorlar. Ürünlerine bakıyoruz, bu kanaatimiz pekişiyor.”

Tarikatlar konusunda kişisel tecrübelerim

Daha 18 yaşında bir genç kızdım mürid olduğumda. Dünyadan bu kadar kopmak, ölüm merkezli bir tasavvur içinde yaşamak bana gerçekten ağır geldi. Hocama karşı sevgi ve saygım hep sürse de, rabıtayı, zikri, nafile ibadetleri bıraktım, yoluma sade bir ilahiyat öğrencisi olarak devam ettim. Dinin ilk kaynağından çıktıktan sonra tamamen insanların elinde şekillendiğini fark ettiğimde, bu olgu daha çok ilgimi çekti ve sonraki süreçte tamamen buna odaklandım.

‘Kapatılsın bu şer yuvaları!’ demek çözüm mü?

Ortada çok ciddi bir durum var ama bir takım grupların yaptığı gibi meseleye ideolojik bir karşıtlık üzerinden yaklaşarak, ‘kapatılsın bu şer yuvaları!’ demek çok kolay da, gerçekçi değil… Gerçekçi olsaydı, 30 Kasım 1925’te çıkarılan kanunla tekke, türbe ve zaviyelerin toptan kapatıldığı dönemden itibaren geçen 20-30 yıl içinde tarikatların ortadan kalkmış olması gerekirdi.

Pembe beyazlar ve siyahlar içinde bir Aşûre günü

“Arkadaşlarımla aramızda ailelerimizin farklı mezheplerden olmalarından kaynaklanan bir sükût boşluğu vardı. Okula beraber gidip geliyor, ödev yapmak için birbirimizin evine girip çıkıyor ancak o boşluğu dolduramıyor, mesafeyi kapatamıyorduk. Daha sonra da Alevi arkadaşlarım, hatta yakın arkadaşlarım oldu, ancak Alevilik ya da Sünnilik üzerine hiçbir şey konuşmazdık.”

Neden ‘kadına yönelik’ şiddet?

Dinin ataerkillikle özdeşleştirilmesine şiddetle karşı çıkan, erkeklerin kategorik üstünlüğünü reddeden ve eşitliği hem Allah indinde hem dünyevi yaşam koşullarında tartışılmaz bir hak olarak talep eden dindar kadınların sayıları her geçen gün artmaktadır. (…) Bu kadınlar dini alanda ataerkil erkeklerin tekelini ve baskın konumunu kırma mücadelesini başarıyla sürdürmekteler.

Sözleşmeyi bırakıp, kadınlara silah mı dağıtsak?

Şefkatder’in kurucusu Hayrettin Bulan, devletin kadınları korumakta yetersiz kaldığından hareketle, böyle tehdit altında olan kadınlara silah dağıtılması fikrini savunmuştur. İşin içinde olanlar durumun vehametinin farkındadır. Bu yüzden İstanbul Sözleşmesi’nin acilen, bütüncül bir bakış açısıyla ve etkin sonuç almaya yönelik olarak uygulamaya konulması gerekmektedir.

MEB müfredat taslakları konusunda değerlendirmeler ve öneriler (IV)

“Peygamberimizin Hayatı” dersinin başlığının “Hz. Muhammed’in Hayatı” olarak belirlenmesi ve içeriğinin de buna göre kurgulanması gerekir. Ayrıca, 5. sınıftan 12. sınıfa kadar hep aşağı yukarı aynı kronolojik olayların anlatılması da bir sıkılma ve bunalma sorunu yaratabilir. Buna karşılık dersin “kültürel farkındalık”la ilgili hedefleri, ciddî kültürler-arasım empati boyutlarını içeriyor.

MEB müfredat taslakları konusunda değerlendirmeler ve öneriler (III)

TC İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi eğer kaldırılamıyorsa, bari olabildiğince az ideolojik bir müfredat hazırlansaydı; bu da bir teselli olabilirdi. Ancak böyle bir teselli de yok maalesef. Eski Milli Güvenlik hocaları mı bir araya gelip hazırladı bu taslağı, Vatan Partisi mensupları mı, bilemiyorum.

OHAL’de hukuka riayet

Geçen gün Mithat Sancar Mecliste, 28 Şubat (1997) mağdurlarına “bu yapılanlara karşı söyleyecek bir sözünüz yok mu?” diye sordu. Arkadaşça bir soruydu; siyasi hasımlara değil, eski dostlara bir sitemdi. Ve çok haklı bir sitemdi bence. Bu siteme verilecek cevap da “insan haklarını savunmak kimsenin inhisarında değildir” olmamalıydı. Çünkü ancak sorulan soru karşısında geçerli bir cevabı olmayanlar böyle cümleler kurar.

MEB müfredat taslağı konusunda değerlendirmeler ve öneriler (II)

İnsan Hakları, Yurttaşlık ve Demokrasi dersinin yeni müfredat programı, haklardan değil değerlerden yola çıkmasıyla, “bize ait olanı koruma” felsefesiyle, getirdiği milliyetçi-devletçi “görev ve sorumluluk” sınırlamalarıyla, mevcut kural, yasa ve yönetmelikleri itirazsız kabul anlayışıyla, “birlikte yaşama”dan homojen yurttaşların birlikte yaşamasını anlamasıyla, yeniden yazılmayı gerektirecek mahiyette.

Adalet bekliyoruz!

İmzaladıkları bildirinin içeriğine katılmamakla, hattâ PKK şiddetini görmezden gelmiş olmalarını eleştirmekle birlikte, hak arama yollarının ve normal hukuki işleyişin askıya alındığı bir OHAL ortamında bu şekilde cezalandırılmalarını bir haksızlık ve geleceğimize yönelik bir ipotek olarak görüyorum.

Kutuplaşma üzerine bir muhasebe

Sayın Cumhurbaşkanı bu tartışmaların ucunun kendisine dokunmuş olmasından rahatsız ki, muhtarlar toplantısında, bazı açıklamalarının kişisel görüş beyanı olduğunu, hukuki anlamda bir ayrımcılık yapmadıklarını ısrarla belirtme ihtiyacı duydu. Ancak unutmuş göründüğü bir şey var: Kendisi etkisi sınırlı bir muhalefet lideri değil; her şeye müdahale eden partili bir cumhurbaşkanı. Böyle bir durumda, kişisel görüş beyanı bile bürokratik kurumlar ya da sıradan vatandaşlar tarafından bir yönlendirme gibi algılanabilir: nitekim algılanıyor da.

İmam-hatipler hâlâ bir halk hareketi mi?

Yıllardır seküler kesimle dindar kesim arasında bir mücadele ve rövanş alanına dönmüş olan imam-hatip okullarının artık bu gerilimden kurtarılması gerekiyor. Kutuplaşmaktan çatlayacağımız şu günlerde, insanlarımız arasındaki gerilimleri arttırmak yerine azaltmak; sahip oldukları dünya görüşleri, yaşam tarzları ve çocuklarının eğitimleri konusundaki tercih ve beklentilerine uygun politikalar üretmek gerekiyor.

Öyle olsun Allahım; lütfen, öyle olsun!

Barış isteyenler kim? Sıradan halk! Şahinlerin bilek güreşlerinde evlatlarını, mallarını, yurtlarını kaybeden sıradan halk istiyor barışı. Kadınlar istiyor; ağlamaktan, yas tutmaktan yorulmuş, akıtacak gözyaşı artık tükenmiş olan Türk ve Kürt analar istiyor. Bizim gibi sıcak evlerinde, başkalarının acılarına, kayıplarına şahit olmaktan utanan, suçluluk duyan, ağzının tadı kalmamış insanlar istiyor barışı.

Daha fazla kahramanlık, daha fazla şehit değil, barış istiyoruz!

Sayın bakanın, şehit polislerin arkadaşlarına “Siz de şehit olun, biz de şehit olalım inşallah!” temennisini hiç yerinde bulmuyorum. Biz bu filmi gördük, bu filmi yaşadık ve çok acılar çektik yıllarca. Bu yüzden sizin barış vaadinize dört elle sarıldık. Çocuklarımız birbirinden nefret etmesin, birbirini öldürmesin; ellerine silah yerine kalem alsınlar, defter alsınlar istedik. Nefretin ve ölümün düşmanlıktan başka bir şey getirmeyeceğini, düşmanlığın da daha fazla ölüm, daha fazla nefret doğuracağını biliyoruz.

Diyanet mi, cemaatler mi?

Dini grup ve cemaatler, genellikle karizmatik bir dini kişilik etrafında oluşmuş gruplardır. Bu tür yapılarda “sorgusuz sualsiz itaat” esastır. Üstelik, Türkiye’de jakoben sekülerizmin hakim olduğu uzun yıllar boyunca “gizlilik” esasına göre örgütlenmişler; bu gizlilik zamanla hem cemaatin hem devletin işine gelen bir fırsata dönüşmüştür. Dini grup ve cemaatlerin karar alma mekanizmaları, hiyerarşik yapıları, mensupları ile ilişkilerinin niteliği ve mali işlemleri genellikle “kayıt dışı”dır. Cemaate üye olmanın ya da cemaatten ayrılmanın kuralları hukuka tabi değildir. Bu yüzden, cemaatin mensupları üzerindeki (devletten çok daha güçlü olan) manevi otoritesi ve yaptırım gücü ile başa çıkabilmek hemen hemen imkânsız gibidir.

Bir milletin rüyası ya da kıyameti

Şeriat özlemi yerine inançlara saygılı bir laikliğin; elit bir azınlığın egemenliği yerine kapsayıcı çoğulculuğun; kapalı kapılar ardında asker-patron-medya ittifakı ile çevrilen dolaplar yerine şeffaflığın; devlet destekli kayırmacı zenginlik yerine bütün vatandaşlara dağıtılacak bir refahın, adalet ve kalkınmanın; faili meçhul cinayetler siyaseti yerine insan hak ve hukukunun teminat altına alındığı bir iç barışın mimarı olacaktı AK Parti. Rüya böyle başladı. Peki, ben bu rüyaya inanıyor muydum?

Cumhuriyetin gözü yaşlı çocukları

“Elli yedi yıl önce [1954’te] bugün ‘insan hakları bildirgesi’ne imza koyan devletimiz, umarım bir gün hem ‘insan hakları bildirgesi’nin muharriri kim?’ diye sorabilir ve hem de en şerefli varlık olarak yaratılan insanın onuruna yaraşır bir hukuk düzeninin, bir bilim, sanat ve düşünce dünyasının kapılarını aralayabilir.” Vallahi ne yalan söyleyeyim, şu naklettiğim satırlar, bana hem bir asır kadar uzak geliyor, hem de bugün kadar yakın.

Adalet arayışları bağlamında yeni bir oluşum: Adalet Zemini

AK Partili hükümetlerin ilk zamanlarındaki gibi, farklı kesimlerden, farklı görüşlerden insanların bir araya gelerek birbirlerini anlama, dinleme, ortak noktalarda buluşmak suretiyle bir vicdan hareketi oluşturma çabalarını büyük bir saygıyla karşılıyorum ve destek veriyorum. Bu vesileyle, her dönem üşenmeden, korkmadan, yılmadan her kesimden insan için hak savunuculuğu yaptığına şahit olduğum Mazlum-der eski yöneticisi Ömer Faruk Gergerlioğlu’na yapılanları ise şiddetle kınıyorum.

İmam hatip liseleri Anadolu Gençlik Vakfı’nın arka bahçesi mi?

Şimdilerde imam hatiplerin durumunun 1990’lardaki kadar kötü olduğunu düşünmüyorum. Hattâ çok başarılı öğretmen ve idarecilerin bulunduğu okullar olduğunun farkındayım. Ancak yine de büyük bir sorun var: İnsanları istemedikleri halde çocuklarını bu okulları göndermeye mecbur bırakmak, velev ki imam hatipler mükemmel eğitim kurumları olsunlar, hiç hoş ve demokratik bir tutum değil. Geçmişte talebe rağmen bu okullara yapılan engellemeler nasıl bir zulümdüyse, bugün maruz kalınan bu mecburiyet de bir zulümdür.

(+18) meselesi ve FETÖ’cü Türkiye/normal Türkiye

Bu uygulamanın etkilerini ölçen birileri var mı, yoksa “bakın siz bir ders dediniz, ama biz her Allah’ın günü öğrencilere bu darbeyi anlatıyoruz” yollu bir işgüzarlık olarak mı sürdürülüyor? Sürekli darbe görüntüleri izleyen öğrencilerin psikolojileri nasıl etkileniyor; darbeden nefret mi ediyorlar, yoksa seyrede seyrede artık duyarsızlaşma noktasına mı geliyorlar?

“İyi Haberler” gazetesinin ilk haberi: Şefkat-Der

Ben ilk olarak 2008 yılında tanıdım bu ekibi. Konya gibi fazlaca muhafazakâr bir şehirde, yukarıda sayılan insan tipleriyle meşgul olmak bayağı zor bir işti. Çünkü “(Her türlü) yaradılmışı Yaradandan ötürü sevme” iddiasında bulunan dindar /muhafazakâr insanların çoğu, sıra bu iddialarına uygun işler yapmaya gelince, birden bire huysuzlaşıyor, dedikodulardan çekiniyor, karışıp bulaşmamayı tercih ediyorlardı.